Orhan Çelik: “Ben” demeyi öğrenemeyen, bundan utanarak, utandırılarak büyümüş neslin nüveleriyiz.”

Şubat 27, 2024

Orhan Çelik: “Ben” demeyi öğrenemeyen, bundan utanarak, utandırılarak büyümüş neslin nüveleriyiz.”

Söyleşi: Metin Aydın

Yazar Orhan Çelik ile hem yazarlık serüveni hem de Belge Yayınevi tarafından okuyucuyla buluşan son kitabı Paydos Öğretmenim (2023, Anlatı) üzerinden doludizgin yaptığımız söyleşimizde; 12 Eylül Askeri Darbesi’nin olağanüstü zamanlarında, her şeye rağmen, buram buram bir aşkla yarım bırakılmış öğretmenlik yıllarında yaşadığı zor(un)lu sürgün hayatının da itelemesiyle farklı türlerde vücuda getirdiği bir dolu eserde imzası olan, haylidir sakin dünyasının derinlerinden kavlince akan kalem erbabı Yazar Orhan Çelik’in her halinden samimi yaratıcılığına tanık olacaksınız. Keyifli okumalar diliyorum.

Size göre kimdir Orhan Çelik? Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Kimim ya da kimsiniz, sorusu binlerce şüpheyi, çelişkiyi içinde barındığı gibi bu soruya cevap vermek insanı zorlamıyor değil. Ne gariptir ki hikâye yazmakta böyle bir şey ve ezberlerimizle yüzleşerek düşünce sistematiğimize alan açmak da mümkün. Düşünün ki sahnede ilk kez sürrealist bir oyunu seyreden seyircinin yaşadığı şaşkınlıkla beraber sergilenen oyundan çıktıktan sonra, hiç kimse artık eskisi gibi değildir. Tiyatronun, sanatın ya da klasik roman okurunun ilk kez postmodern roman okumasında yaşadığı gibi çelişik duygular taşıyorum. Kendimi, kendimizi anlatma dendiğinde,“Kimiz, neyiz?” ve “Nereye?” “im”lerini hep taşıyacağız. İnsanın kendini tanımlama sürecinde çocukluğu, yaşadığı coğrafya hep ensesinde soluyup durur. Adeta kayda alınmış çocukluğumun karelerinden oluşan o siyah beyaz filmde Serhat’ın erimeyen karı, bitmek tükenmez kışı… Sonra göçmen kuşlara tahsis edilmiş diye düşündüğüm doğa hayallerimin yurdu olurken, doğanın cennetinde kanat çırpan turna sürüsünün kanadına kene gibi yapışan düşlerimle vadiyi seyrederken, Evdalé Zeynîkê’nin “kanadı kırık” kılamı ile yıldızlara konuk olmayı, başka gezegenlerde daha özgürce yaşamayı nasılda arzuluyordum. Sanki o başka gezegenlerdeki kendi olma isteğim, dalından sarkan elma gibi, elimi uzatsam birer birer koparıp sepetimde toplayasım geliyordu. Bizler yasakların, talan edilmiş ve göçe zorlanmış bir coğrafyanın çocukları olarak, ancak ve ancak sanatın bizlere bir anlam yüklediğini ve var oluşumuzun olmazsa olmaz bir ön koşul olduğunu düşünüyorum. Ve bizler, “Ben” demeyi öğrenemeyen, bundan utanarak, utandırılarak büyümüş neslin nüveleriyiz.

Yazar Orhan Çelik kimdir? Sizi tanıyabilir miyiz?

Bingöl’ün Kanîreş ilçesinde, altmış ihtilalinden bir yıl önce doğduğumu anamdan öğrenmiştim. Eğitim Enstitüsünü kendi coğrafyamda tamamladım. Ancak bu süre zarfında üniversite sınavlarına katılmak için ilk kez İstanbul ve denizle buluştuğumda, sınırları dağlarla çevirili dünyamda, küçük ölçekli depremleri yaşamamak mümkün mü? 12 Eylül Askeri Darbesine bir yıl kala Bingöl Eğitim Enstitüsü’nü bitirdiğimde, Ordu’nun Canik dağların eteklerindeki köyüne tayin edildim. Gürgen ormanların arasında gizlenmiş ahşap evlere bakarken, masalsı bir diyarda yaşadığımı hissediyordum. Yoksulluğu kaderden sanan o güzel insanlar, kendi doğalarına nasılda benziyorlardı. Gençliğimin baharında üç yılı aşkın zamanımı o muhteşem doğada geçirmenin huzuruyla, Ağrı Dağı’nın batısında küçük bir köye tayin edileceğimi hiç düşünmemiştim. Böyle bir güvenli ortam, kendi coğrafyamda olmanın aidiyet duygusuydu. Yazmanın özerkliğini ilan etmiştim kendimce.  Kırk yılık edebiyatla olan uğraşımda en heyecanlı en disiplini ve en yoğunlaştığım zamandı benim için. Bu yoğunlukla ilk romanım olan “Büyük Dağda Küçük Köy”ü 1984 yıllında yılın sonunda yayımladım. Yüzlerce yıl süre gelen aşiretsel ilişkilerin ağıyla örülen hikâye, Ağrı Dağı’nın eteklerinde, Kürt çobanın doğa ile örtüşen sevdasını anlatan romanım, maalesef kitap yayımlandıktan sonra 12 Eylül’ün hukuk tanımaz ortamında toplatılıp, hakkımda yapılan soruşturmalar bana verilen ilk ödül olmuştu.  Akabinde Ermenek’te dört yıllık Torosların dağ köylerindeki serüvenim, filmlere konu olacak trajedi komik günlerimdi.

Yazma serüveniniz nasıl başladı? Sizi yazmaya iten şey nedir?

Kuşkusuz, yazmayı içselleştirip yaşam biçimine dönüştürmenin mutlaka nedenleri olmalı. Ve her bir bireyin yazı kervanına iten hikâyeleri farklı olsa da, yazarın kendi kozasını örme çabası önemlidir. Yazı sanatı üretimine zamanla yarışan bir serüveni de eklendiğinde, hayatı formüle edecek yoğunlukla ancak sunduğu ürünlerinde meyve bekleyebilir. Öğrencilik yıllarımda sol rüzgârın esintisine kapılarak kitapla tanıştığım dönemlerde, okuduğum politik kitaplardan çok roman, öykü, şiir ve tiyatro ilgimi çekiyordu. Okuduklarımla bağdaş kurup o keyifli yolculuğa sürüklendiğimde, içimdeki uğultu yazma isteğine dönüşüyordu. Böylesi ruhumu okşayan duyguları not aldığım samanlı kâğıtlara aktarıyordum. Sanki okuduğum romanlarla ruhumun uçurumlarıyla yüzleşirken, o uçurumlarda kozamı kurma hayali beni ürkütüyordu, öyle ya bizler rüyası çalınanlar, hayalleri bölünenler ve işgal edilenlerdik. Okuduğum romanlar, siyasi kitaplar farklı bir bilinç sıçraması yaşatırken, yazmanın bir savunma gücü olduğuna inancım daha da köklendi.

Farklı türlerden yazıp üreten bir kalemsiniz… Eserlerinizden kısaca bahseder misiniz?

Kuşkusuz her yazarın, düşündüklerini yazma evresini tamamladıktan sonra kendisini bekleyen yeni bir süreci vardır. Yani ürün herhangi bir yayınevi tarafından yayımlandıktan sonra, eser diye sıfatlandırma yetkisi okurların takdiri ve onayıdır. İlk romanım “Büyük Dağda Küçük Köy” yirmi dört yaşımdayken yayımlandı. Kuşkusuz bir roman yazarı için pekte olgun bir yaş olduğu söylenemez. Ne var ki, kimi zaman amatörlüğün tetiklediği manevrayla yol kat etmek de mümkün. Çeşitli edebiyat dergilerinde ya da basına yansıyan “Köy Romanı” diye adlandırılan değerlendirmeyi onaylıyorum. Nihayetinde romanlar, yaşanılan çağın gerçek tarihidir, toplumsal ivme neyse, romanın özü de budur. Türkiye’nin feodal, ağalık, beylik sisteminin yanı sıra, Yaşar Kemal’in deyimiyle “Diz boyu” yoksulluğu, işçilerin dünyası konu olacaktı elbette. Bizlerin romanı da “Orda bir köy var uzakta/gitmesek de, kalmasak da/o köy bizim köyümüzdür.” Zihniyetine perde çeken bir başkaldırıydı denebilir. Yani Kürdün sosyal dokusunu kurgulayan bir roman. Yayımlanan ikinci romanım ‘Sağırtaş’ iki bin yılarında yayımlandı. Seksenlerin ortalarında Kürtlerin kapalı dünyalarındaki kesitler, sistemin ve köy kuruculuğunu dayatma süreci, Kürt gençlerin koruculuk sistemiyle olan mücadelesiyle çatırdayan aşiretsel yapılanmayı   yansıtan bir roman… Üçüncü romanım ‘Kumluk Diyar’. Yarım asra varacak şiddet ortamında yakılan binlerce köyün hayata tutunma serüveninde, Van’da hayatını idame etmek zorunda kalan seksenli yaşlarındaki Kekali ile topal katırın hikâyesi. Dördüncü romanım‘Ar’, 2015 yılında yayımlandı. Maalesef coğrafyamızda bitmek bilmeyen şiddet ortamının yaratmış olduğu gerginlik ile batı Avrupa’da mülteciliğe sığınmış bir veterinerin hayat hikâyesi…“Fistansore” Kürtçe yayımlanan ilk kitabım. İki bin on yedi yılında yayımlanmıştı. ‘Sterken Ezmanê Hesin’ adlı yazdığım oyunu Glidax tiyatro grubumuzla sahnelemiştim.

Uzun yıllardır yurtdışında yaşıyorsunuz. Diasporada olmanın yazarlık kimliğinize olumlu, olumsuz etkileri üzerine neler söylemek istersiniz?

Kuşkusuz yaşamını şu ya da bu nedenle diasporada sürdürmek zorunda kalan aydın ve yazarların dünya edebiyatına önemli eserler kazandırdıkları bir gerçek. Çünkü kendi toplumlarından edindikleri deneyimlerin yanı sıra, kimliklerin öznesi olan kültürlerini yansıtan eserleriyle diaspora edebiyatına önemli eserler katmışlardır. Diaspora yazarlarının yaşadıkları kentlerdeki hayatlarını kendi dilleriyle yazarak Almancaya çevrilmesi, Alman edebiyatına taşınması önemlidir. Ancak daha da önemlisi diasporayı ikinci vatan eyleyen yazarların, heybesinde farklı hayatları konu eden eserlerin yayınlanmasını, diaspora edebiyatına katkı diye düşünmelerinde ne kadar da haklıydılar. Ancak her yazar, koparıldığı coğrafyanın dilinden, kültüründen, uzaklaşmanın yarattığı sendromla yüzleşme evresini mutlaka yaşar. Kimi zaman bu duygu dibe vuran bir hal alır. Yazar ruhî dokusuna şekil veren doğduğu ülkenin özlemiyle, kendi uçurumlarına sığınır. O an yazar diasporada bedeniyle nefes alsa da, hayalleri özlediği ülkenin uçurumlarında ördüğü kiliminde düğümlenir. Kendisini adeta açık cezaevinde gardiyanlık yapan bir hükümlü gibi hisseder. Yazar için böylesi duygu yoğunluğunu yazma kanalına aktarıp yoğunlaşmakla kendi gerçeğini yazarak kendi ruh sağlığına kavuşabilir.

“Paydos Öğretmenim” isimli eserinizde, 12 Eylül Darbesi yıllarında, bir öğretmen olarak yaşadıklarınızı anlatıyorsunuz. Bu anlatı kitabı nasıl bir ihtiyaçtan doğdu?

Yetmişli yılların sonunda politik çatışmaların hat safhaya ulaştığı dönemde yoksul halkın çocukları politik angajmanlarla radikal kamplara bölünerek, sağ-sol çatışmaların yanı sıra, karanlık güçlerin etnik ve mezhep çatışmalarını kışkırttığı kaos dönemlerdi. Can güvenliğin tehdit edildiği ortamlarda maalesef o dönemin gençlerinin yeterli eğitim aldığı söylenemez. Böyle koşullarda binlerce öğretmen adayı gibi bendeniz de yetersiz eğitimle göreve başladığımı söyleye bilirim. Şu koskoca gerçeğin altını önemle çizmek istiyorum: Şartlı ve güdümlü eğitim sitemleri, eleştirel bakabilen, yaratıcı nesillerin yetişmesine katkıda bulunmaz, bireyler bilinçli olarak sisteme köle yığınlar olarak yetiştirilmek istenir. İnsanı insan yapan en önemli eylem, mesleki eğitimin dışındaki bilgilenmedir, yani felsefe, roman ve şiire dokunmayan bir zihin, eksik ve kadüktür. Dönüp geriye baktığımda, yılların akıntısına terk edilen kaybolan gençliğimizin dağlarında tekrar öğretmen olabilme hayalini, otuz yılı aşan diaspora atmosferinde yazarak gerçekleştirmeye çalışıyorum. Öyle bir avuntunun akıntısına kapılıp Anadolu’da kuzeyden doğuya, doğudan güneye görev yaptığım her bir okulu yeniden gezmiş gibi olma isteği, yarım kalan yaşanmışlıklarımız, yaşanmamışlıklarımızın diğer yüzü değil mi? Belki de nedenlerden biri beleğimdeki raflarda hâlâ kapanmamış ve yığınlarca dosya ile yüzleşmemenin huzursuzluğu, içimde adresi belli olmayan bir yaranın sızısı da denebilir. Hâlbuki öğretmenlik serüvenimi tamamlayalı yıllar geçmesine rağmen o dosyaları yeniden incelemeye almamın nedeni derin bir bastırma duygusu, özgür bir ülkeye ve yapılanmaya olan özlem değil mi? Kimi zaman hayatın akışına kapılıp, kendimizi tanımaya fırsat bulamıyor ya da gerek duymuyoruz! Sağlığımızı, sadece beden sağlığımızın tedavisiyle geçmiş hep geçmişte kalmıyor; kimi kitap dosyaları rafa kaldırdım demekle de kaldırılamıyor. Kuşkusuz öğretmenlik mesleğimde Anadolu kültürünü bir hayli tanımış olmam, kapalı dünyama açılan pencereden öteye, ömrümün üçte ikisini üretmek, yazmakla geçirmeme vesile oldu. Bu anlamda “Paydos Öğretmenim” içimde kabuk bağlayan yarama yapılan operasyonunun iz düşümü denebilir.

Yarım kalmış öğretmenlik mesleğinizi çok sevdiğiniz/önemsediğinizi ‘Paydos Öğretmenim” kitabınızda görüyoruz… Deneyimlerinizi sormak istiyorum; öğretmenlik mesleği ile eğitim kurumları nasıl olmalıdır?

Bilindiği gibi her insan doğduğu çağın yansıması diye düşündüğümüzde, çağın koşularına uygun eğitim alması zorunluluk olarak kendini dayatır. “Paydos Öğretmenim” kitabımda öğretmenlik mesleğimde yaşadıklarımdan yola çıkarak uygulanmakta olan eğitim sistemi ile ilgili düşüncelerimi ifade ettiğimi düşünürken, yıllanmış eğitim modelin tartışılmasına nokta kadar da olsa katkı sunduğumu umuyorum. Her şeyden önce teknolojinin korkunç bir hızla ilerleyişiyle, bu hızın karşısında allak bullak olan insan, kültürel ve bilinç olarak yetersizliğiyle bir tezat oluşturuyor, bu çelişki karşısında savruluyor. Gerçek anlamda Rönesans ve reformunu yaşayamayan, dinselliğin, köhne gelenekselliğin dayatıldığı toplumların hali ortada, sağlam temellere oturtulmuş bir devletin işleyişinde insana, sanata, felsefeye ve bilime yatırım vardır. Bu dünyayı güzelleştirmekten vazgeçiren sistem, korku, kaygı pompalayarak beyinleri avutarak işlevsiz hale getiriyor. Korkunun, eşitsizliğin, adaletin olmadığı yerde insani hiçbir değer yeşermez. Vatan eylediğimiz toprak parçasında payda sahibi olan ikinci büyük dil Kürtçenin, yüz yıl boyunca eğitim statüsünün yasaklanmış olması, Kürtçeyi ölüme terk etmek değil de nedir? Bunun içindir ki nedeni ne olursa olsun ülkemizde milyonlarca yurttaşına dilinin eğitim dili olmasını esirgemek işlenmiş insanlık suçu diye düşünüyorum. Bu anlamda bu sorun, Kürtlerin olduğu kadar, insanım diyen herkesin sorunu! Çünkü kaybolmaya yüz tutmuş her bir dil, on binlerce yıl örülen dünya, kültür duvarının temelindeki taşlarını dinamitlemekle eşdeğerdir. Dolaysıyla günümüzde çokdilli ülkelerin eğitim politikasını gözden geçirme ihtiyacını duyuyorum.  Ve en büyük hayalim, bir gün köy köy dolaşıp hatta en uzak ücra köylere gidip, doyasıya çocuklarımızla söyleşmek. Dünyada en fazla resmi dilin olduğu ve en fazla anadilde eğitim verilen ülke, şüphesiz, Sovyetler Birliği’ydi. Bugün SSCB’deki yapısını, 1917 sonrası Lenin’in kurduğu şekliyle devam ettiren Rusya en çok resmi dili olan ülke konumunu koruyor. Rusya bir federasyon. Federasyonun devlet dili ise Rusça. Ancak federasyonun üyesi cumhuriyetler ve etnik özerk bölgeler kendi resmi dillerine sahip. Buna göre bazı cumhuriyet ve bölgelerde ortalama 3 resmi dil yer alırken, Dağıstan gibi cumhuriyetlerde 14 resmi dil bulunuyor. Amerika Birleşik Devletleri de konfederal-federal siyasi oluşum olarak yerli halklar başta olmak üzere İngilizce dışında anadile sahip grupların haklarını olabildiğince karşılamaya çalışıyor.  Amerika Yerlileri dışındaki halklar yaşadıkları bölgelerde belli bir nüfusa ulaştıklarında anadillerinde devlet tahtında hizmet görmeye başlıyorlar.  Böylelikle bazı eyaletlerde İspanyolca çok ciddi bir konum elde ederken, bazılarında geleneksel olarak Fransızca pek çok yerde kullanılıyor. Kanada en baştan iki dilli kurulmuş bir ülke. Fransızca konuşanların ayrılıkçı eğilimler içinde olduğu bu ülkenin bütünlüğü, azami etno-kültürel özerklikle korunuyor. Kanada Yerlileri de resmi olarak dillerini her yerde kullanma hakkına sahiptirler. Meksika, çok sayıda yerli halkın dillerini kendi bölgelerinde resmi olarak kullanabildikleri bir başka Amerika ülkesidir. Meksika’da Yerlilerin Maya gibi dilleri mahkemelerden eğitime, yasaların yayınlanmasından devlet dairelerinde hizmet sunulmasına kadar pek çok alanda kullanılmaktadır. Güney Amerika’nın her ülkesini bir orman yangını gibi sarmalayan etno-kültürel haklar için mücadele bu kıtada yüzlerce yerli halkın dilinin resmi statü elde etmesini sağladı. Artık tek dili olan Latin Amerika ülkesi kalmadı. Bolivya ise İspanyolca’nın yanında 36 dile daha resmi statü verdi ve bölgelerde en azından bir başka dilde daha hizmet sunulmasını zorunlu kıldı. Ulus devletlerin anavatanı Avrupa artık eskisi gibi değil. Birleşik Krallık, üyesi tüm etno-kültürel bölgelerin dillerini özgür bir şekilde icra edilmesine destek veriyor. Britanya ayrıca Kıbrıslı Türk gibi etnik grupların anadillerini unutmaması için de imkânlar sağlıyor. Kıta Avrupası’nda hegemonyacı dil anlayışı devam etse de, son 50 yılda pek çok olumlu gelişme sağlandı. Fransa, İtalya, İspanya, Almanya egemen dil dışındaki dillere, Rusya ve Latin Amerika kadar olmasa da haklar sağlıyorlar. İsviçre, Belçika gibi çok dilli ülkelerden yanında Avrupa Birliği sayesinde, birlik üyesi ülkelerin soydaşı ve diğer birlik üyesi ülkelerde yaşayan yerli halkların dil haklarında önemli gelişmeler oldu. Macaristan’dan İsveç, Norveç, Danimarka ve Polonya’ya kadar pek çok Avrupa ülkesi diğer etnik grupların dillerinde eğitim imkânı tanıyor. Çin, bugünkü Rusya gibi dil konusunda ciddi özgürlükler sağlayan bir ülke. Elbette Rusya’da olduğu gibi Çin’de de etnik çoğunluğun dili doğal bir asimilasyon sağlıyor. Ancak buna rağmen pek çok halkın dilini bugüne kadar koruması da büyük başarıdır. Çin, Hong Kong’da İngilizce, Makao’da Portekizce, Uygur Özerk Bölgesi’nde Uygurcaya resmi statü sağlıyor. Hindistan ise yüzlerce farklı halkın anavatanı. Burada İngilizce ve Hindi yanında onlarca yerli dili resmi olarak kullanılıyor. Afganistan, Pakistan, Malezya, Filipinler, Kazakistan, Kırgızistan, Moğolistan ve neredeyse diğer tüm Asya ülkeleri pek çok sayıda resmi dil kullanıyor. Ancak, Kırgızistan’da Kırgızca devlet dili, Rusça ise resmi dil statüsüne sahip. Bu mantık Asya’nın her yerine sirayet etmiş. Eğer amaç sorun yaratmak değil, sorun çözmekse bunun formülü mutlaka bulunur. Kazakistan dünyada iki dilliliği en iyi başarmış ülkelerden biri. İnsanların dillerini, geleneklerini, inançlarını koruyup yaşatmaları en doğal haklarıdır. Bu haklar kısıtlandığı sürece insanlar kısıtlayana karşı aidiyetini kaybeder. Bu noktada da ayrılıkçılık başlar. Milliyetçilik de böyle başlar. Ayrılıkçılığı yenmenin yolu ise toplumların etno-kültürel haklarını azami genişletmektir. Bunu anlayan devletler barış içinde yaşıyorlar.

Şu sıralar neler okuyup yazıyorsunuz? Yeni çalışmalarınız hakkında bilgi verebilir misiniz?

Her yayımlanan kitabımdan sonra içime süzülen hüznün akıntısında yuvarlanmış gibi yine içimdeki limana sığınıyordum. Üzerime çöken boşluğun adı: Ülkemin soluksuz kalması, ekonomik, sosyo-kültürel, siyasi ve ahlâksal erozyona uğratılması, deyim yerindeyse, “tek başına mutluluk utanılacak bir şeydir.” Sanat ve yazmak avutsa da, bu avuntu doyurucu değil, belki de insanın doğası budur, arayış ve çelişkidir. Üzerinde çok yoğunlaştığım kitaplarım yayımlandığında, kafesimde beslediğim kuşu avucumda kaçırmanın burukluğunu yaşıyorum. Tam da o an yeni bir yazının yoğunluğuna girmeden ruhumu beslemek ve dinlendirmek adına kütüphanemde okumam gerekenler arasında, yeniden okuma ihtiyacını duyduğum roman, öykü, denemeler arasında yolculuğa çıkıyorum. İnsan yaş aldıkça artık eskisi gibi her şeyi okumak istemiyor, daha seçici oluyor.  Yazınsal serüvenimizin başlangıcında, doğal olarak Türkçe beslendik, başka çaremiz de yoktu. Son dönem yazarları çok izlediğim söylenemez, kıyısından köşesinden okuduğum eleştirilerde, yazmaya yönelimin çok olduğu, ama niceliksel ya da edebiyat bütünlüğünü barındıran kitapların az olduğuna işaret ediliyor. Artık klasik yazım tarzını bugünkü yazın dünyasından beklemek doğru bir yaklaşım olmasa gerek. Her çağ kendi sanat tarzını oluşturuyor. Altmışlı ve yetmişli yıllarda yazılan köy romanlarının konusuna sanırım sadece anı kitaplarında rastlayabileceğiz artık. Bilim-kurgu, fantastik ve bilinç akışı yazım türü daha çok revaçta gibi görünüyor. Yine de ne yazılırsa yazılsın o klasik deyimle: neyin, nasıl yazıldığı önemli. Türk edebiyatında elbette Yaşar Kemal, onun kadar Türkçe diline katkı sunan bir yazar var mıdır? Sabahattin Ali, Sait Faik, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Burhan Sönmez, Latife Tekin’i sayabilirim. Ve elbette yazdıklarını oldukça önemsediğim Suzan Samancı’nın hem Türk edebiyatına hem de Kürt edebiyatına önemli bir katkı sunduğunu ve özgün bir kalem olduğunu düşünüyorum. Dünya edebiyatından ise, klasikler benim için geçerliğini hep koruyacak Necip Mahfuz, Şolohov, Dostoyevski, Çehov, Tolstoy, Sadık Hidayet derken, Kürtçe edebiyatının son yıllarda daha çok yatağını bulduğunu söyleyebilirim. Kuşkusuz, yasaklı bir dilinin direnen edebiyatında her yazılanın şimdilik bir anlamı olsa da, ileride gerçek edebiyat değeri olanlar tarihe kalacak.  Erebê Şemo ile başlayan Hawar dergisi ve Erivan radyosuyla yolunu bulmaya çalışan Kürt edebiyatında son dönemlerde çok iyi romanlar yazılıyor. Suzan Samancı, BextiyarElî, Helim Yusuf’un Kürt edebiyatına ciddi ve sağlam temeller attıklarını düşünüyorum. Hesenê Metê, Abdullah Pêşev, Şerko Bêkes, Şener Özmen, Selim Temo gibi isimler sayılabilir. Genç isimler hızla çoğalıyor, bu oldukça sevindirici ve her şeyin belirleyicisi tarih ve zaman olacak. Kürtçe yazdığım ve yazmaya devam etiğim Tiyatro oyunlarını yayınlanması umuduyla yazmaya devam ettiğimi paylaşmak istiyorum… Ve Yıllar önce Ortadoğu sinemasıyla ilgili çalışma dosyamın hâlâ çekmecede bekliyor olmasından duyduğum huzursuzluğun, bu dosyayı yeniden gün ışığına çıkarıp çalışmamı tetiklediğini hissediyorum.

edebiyathaber.net (27 Şubat 2024)

Yorum yapın