Şehir söyleşileri: Pelin Buzluk | Merve Koçak Kurt

Ocak 8, 2024

Şehir söyleşileri: Pelin Buzluk | Merve Koçak Kurt

Söyleşi: Merve Koçak Kurt

Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu ayki konuğu Pelin Buzluk oldu. Buzluk, “Yaşadığım, uğradığım birçok mekânı artık ziyaret edemeyeceğim için sözcüklerle mekân kurmak, kurguyla hatırlamak önemli oldu benim için.” diyor.

Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…)  Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi? 

Ankara doğumluyum, hep Ankara’da yaşadım. En sık gittiğim şehir İstanbul. İstanbul’u çok seviyorum. Bitimsizliğini, erişilmezliğini, anlaşılmazlığını, sürprizlerini… Diyarbakır ve Mardin’i çok seviyorum. Çok hızlı ve derin bağlar kurabildiğim iki şehir. O bağlar çünkü zaten oradaydı, birkaç ziyaret yetti uyandırmaya. Eskişehir’i seviyorum, yakınlarda bir medeniyet gibi. Mesleğim gereği özellikle yurt dışında birçok şehir gördüm. Bu şehirlerden en çok Zagreb ve Paris’le bağlar kurdum, Paris’le, turistlik bittikten sonra, yani belki dördüncü gidişimden sonra bağ kurmaya başladım. Şehrin seyirlik halinin ötesine bakabilmeyi ancak o zaman başarabildim sanırım. 

Diliniz, hangi dağların eteğinden/nehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Karın/denizin kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?

Dilim, fizikî olarak ziyaret ettiğim yerler kadar düşsel gezintilerimin bağlarından, ormanlarından, dağlarından, derelerinden de besleniyor. Dille düşsel bir yaşantı kurarken yaptığım şey öncelikle “görmek” oluyor, öykünün yaşam dünyası nasıl olmalıysa onu görmek, ona hizmet edecek sahneler görmek, o sahnelerin sözcükleri de o özenle seçiliyor ki gösterme işi başarılı olsun. Başarıdan kastım okuru düşsel bir yaşantıya inandırmak. Karın, denizin, ormanın… sözcüklerini birbirinden ayıran da bu çaba oluyor.

Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?

Ankara’da doğup büyüdüm. Gecekondu mahalleleri, Tuzluçayır, hayal meyal hatırladığım Etlik ve Mamak bağları, çiftlikte pikniklerimiz, bütün bakanlıkların Kızılay’da olduğu zamanlarda bulvar, Yüksel Caddesi, Konur Sokak, Karanfil Sokak, Samanpazarı, toptancı hali, kar altında Kumrular, Kavaklıdere, Kuğulu Park, Atatürk Lisesi’nden çıkıp Necatibey’de annemin iş yerine yürüdüğüm rota, bir kısmı çoktan kapanmış meyhaneler, çayevleri, esnaf/öğrenci lokantaları, ODTÜ kampüsünde birçok mekân, Devrim, amfiler, kantinler, yurtlar, yemekhane… Bu saydığım yerlerin büyük bir kısmı ya yok edildi ya da dönüştürüldü. Öykülerimde “kayıp” izleğinin tekrar etmesinde bunların da payı olmalı diye düşünüyorum. Yaşadığım, uğradığım birçok mekânı artık ziyaret edemeyeceğim için sözcüklerle mekân kurmak, kurguyla hatırlamak önemli oldu benim için.

Yazarı nasıl etkiliyor içinde bulunduğu/gördüğü “mekân/lar” sizce? “Mekân” kavramı olmadan öykü yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?

Mekânlar hem içleri hem cepheleriyle dünyayı algılayışımızı belirliyor, kamusal ve özel olanı, bize ait olanı ve bizim olmayanı, erişilebiliri ve erişilmezi, güvenliği ve tekinsizliği imgelemimizde ilk kuran, mekânın getirdiği atmosfer oluyor. “Mekân” kavramının yokluğunu düşünemiyorum, anne karnı da, bedenimiz de birer mekândır sonuçta. Her kurgusal metnin yaşam alanı da birer düşsel mekândır.

İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Bu şehir, üretkenliğinizi nasıl etkiliyor? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok? 

Ankara, ben doğduğumdan beri çok değişti. Büyüdüğüm ev, bahçemiz, ağaçlarımız, sokağımız yok artık. Tanıdığım, bildiğim mekanların çoğu yok oldu, yerine beton ve metal ağırlıklı, cam cepheli, kimliksiz, tarihsiz yapılar geldi. 

Ankara en çok karasal iklimiyle, zorlu kışlarıyla öykülerimin yaşam dünyasına giriyor. Bazen de düş yoluyla, Ankara’nın kaybolmuş yapılarına, mahallelerine gidiyorum. On yıllar önceki, hatta bizzat görmediğim hallerini hayal ediyorum. Bu zamanların gözüyle o yılları düşleyerek hibrit bir yaşantı kurgulamaya çalışıyorum.

İçimizden geçen yollar ile dışımızdaki sayfalar arasında bir ilişki/bir bağ var mıdır sizce? Nasıl etkilerler birbirlerini ya da… Nasıl bir keşif yazmak sizin için, nerelere götürür…

Okumak da, yazmak da deneyimleyemeyeceğimiz yaşantılara düş yoluyla uzanmak demek benim için. Yürüyemeyeceğimiz yolları kat etmek, karşılaşamayacağımız insanları tanımak, var olmayan gerçekliklere erişebilmek, tanıklık etmediğim çağlara ışınlanmak… Ömrümüzü, düş kurarak ya da başka birinin kurduğu düşü görerek çoğaltmak gibi.

Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?

Ankara, vitrinde Çankaya’dan ibaret gibi görünüyor. Çankaya’da sokak isimleri çok özenli seçilmiştir, insanlar da o sokakları bilir, ayırt eder. Kentin toplanma, sosyalleşme alanlarına da yakındır bu sokakların çoğu. Zihnimizde mekanlarla, etkinliklerle yer etmişlerdir. Diğer ilçelerse kentsel dönüşümden sonra ayırt edilemez biçimde birbirine benzemeye başladı. Yeni sokaklar numaralı. Bu durum bana belleksizlikten çok, kentleşme anlayışındaki kimliksizliği, özensizliği, aynılaşmayı düşündürüyor.

“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi yazınızı okurdunuz ona?

İlkgençlikte, Zafer Çarşısı’ndaki kitapçı dükkanlarında DTCF zamanlarındaki Murathan Mungan’la karşılaşma hayalleri kurardım, onun Çağlar Horasanlı mahlasını kullandığı zamanlar olacaktı belki de. Sonra bu karşılaşma hayallerine Sevgi Soysal da eklendi. Herhangi bir yazımı okumak değil de arkadaşlık etmek isterdim onlarla.

Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.

Üç hakkımı da edebiyattan yana kullanayım. Aklıma ilk gelenler:

Michael Ende’nin “Borromeo Colmi’nin Koridoru” adlı öyküsündeki Roma

Edip Cansever’in “Tragedyalar”ındaki Beyoğlu, Pera

Onat Kutlar’ın “Kül Kuşları” adlı öyküsündeki Antep

Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?

İstanbul’a benzetirdim. Çoksesliliği, tükenmezliği, hem eski hem eskimeyen oluşu nedeniyle.

edebiyathaber.net (8 Ocak 2024)

Yorum yapın