Öykü: Ölüm ne çok istedi beni | Suna Çiçekçi

Haziran 22, 2023

Öykü: Ölüm ne çok istedi beni | Suna Çiçekçi

Birazdan anlatacaklarım artık geride kaldı. Çok mutluyum. Sonunda sevdiğimi ikna edebildim. Birkaç gün sonra evleneceğim onunla. Merak ettiniz değil mi? En iyisi her şeyi en baştan anlatmak.

Bir

En çok ondan kaçtım ama dünya küçükmüş gibi hep onunla karşılaştım. Onunla ilk kez karşılaştığımda kaç yaşındaydım, doğrusu pek anımsamıyorum; ama bıyıklarımın yeni terlemeye başladığını, dünyayı değiştirecek bilgileri insanlara ulaştırdığımda sihirli bir değnek gibi onların yaşamlarını güzelleştirecek, yüzlerinde güller açtıracak, ışıltılı gözlerle çevresine mutluluk saçacak fikirler edinmeye başladığımı çok iyi anımsıyorum. Âdeta bambaşka birisi olmuştum. Yürümek ne söz uçuyordum. İşte böyle bir coşkuyla evimize döndüğüm bir öğleüstü okulun dış kapısında gördüm onu. Mahalleden tanıdığım, kendisine çok saygı duyduğum ve hatta imrendiğim bir insan oluvermişti kısa zamanda.
Mahalleye yeni taşınmışlardı. Bilgili, görgülü bir ailesi vardı. Yine de çoğu mahalleliye göre, soğuk ve gizemlilerdi. Bu yüzden onlara mesafeli ve soğuktular. Benim yaşımdaki çok az kişi onunla samimiydi. Konuşunca ağzından bal damlardı. Ondan etkilenmemek olanaksızdı. Bana tuhaf gelen ise sanki bir başka dünyaya aitmiş gibi gelmesiydi. Yüzünde kendisini sakladığı izlenimi veren bir ifade de seziyordum, hatta bizden birinin içine gizlenmiş bir yaratık olabileceğini de düşünüyordum zaman zaman.
Onu dinleyince bunlardan utanıyordum ve kendime kızıyordum. Karşımda görünce onu hem sevindim hem de şaşırdım. Korkuyla karışık bir duygu da oluştu bende. Titredim bir süre. Göz göze bile gelmekten korktum onunla yan yana yürürken. Aklıma bütün olumsuz düşüncelerim geldi. Bir yılanla yürüyormuşum duygusuna kapıldım ve iyice tedirgin oldum. Onda anlamadığım ve bu yüzden de adlandıramadığım bir şeyler vardı. Sesi de kendisi de güven vermiyordu. Sesi yılan ıslığıydı âdeta. Gitmesini istiyordum bir an önce. Hiç niyeti yoktu ve sanki içinden yüzlerce benzerini çıkarıp beni kuşatıyordu. Beni boğmaya çalışıyordu.
“Hayatlarınız size ait değil aslında. O size ödünç verildi. Ne zaman, nerede, nasıl ve neden geri alınacağını bilemezsiniz. Ben, ödünç verileni almaya görevlendirilmişlerdenim. Zamanından önce ödünç verileni isteğinle verirsen eğer bana, seni sonsuzluğun ödülüyle ödüllendiririm. Ödünç verileni vermemek gibi bir şansın yok asla, zorluk çıkarırsan da acılı bir yaşamla cezalandırılırsın. İstesen de kurtulamazsın acılı yaşamın cezasının sürekliliğinden.” dedi ve değişti karşımda.
O sevecen maskesi düştü, göründü yüzü: ölüm fedaisiydi.
Beni aralarına almışlar ve hızla akıp giden arabaların arasına çekmeye çalışmışlardı. Güçlü bir çift kolun beni kenara çektiğini ve korkulu gözlerin hayretle çevremde toplananların “niçin çocuğum hayatına kıymak?!” diye sorduklarını anladığımdan, nice sonra kendime gelebilmiştim.
Bana ne olduğunu, beni kurtaranların neyi ima ettiğin, ima edileni niçin yapmaya çalıştığımı hiç anlamadım ve ailemle bile paylaşmadım. Mahalleye geldiğimde, gizemli ailenin taşındığını ve aynı anlarda da sıra arkadaşımın kendisini bir arabanın altına atarak canına kıydığını öğrendim.

İki

Onu sonraları daha çok düşündüm. Neredeyse onunla uyuyup uyandım. Sokakta, okulda, evde ve yaptığım bütün çalışmalarda bir biçimde benimleydi. Bir yerden tanıyordum onu. Sonunda buldum. Öyle bir rahatladım ki anlatamam. Tonlarca ağırlığın altından çıkmışım gibi. Ortaokul ikinci sınıfta arkadaşımızdı. Daha doğrusu bir komiserin oğlu olarak çıkmıştı karşımıza. Şimdi bunu daha iyi anladım. O, komiserin oğlu olarak aramızdaydı. Onun kılığına girmişti.
Soğuk birisiydi. Sınıfta ve okulda pek arkadaşı yoktu desem hiç abartmış sayılmam. Birilerinin dikkatini çekmek için akla hayale gelmeyecek şeyler yapardı. Kimse de onu ciddi ye almazdı. Bazen onun büyüsene kapılan birkaç kişi olurdu, ama bu çok uzun sürmezdi.
Çünkü o, onları kazanmaktan çok kaybetmek için yanına çekerdi. Onun büyüsüne kapılanların ya canları yanardı ya da başlarına hiç ummadıkları şeyler gelirdi. Fakat birazdan anlatacağım olayı kendisini bilemem, yalnız kimsenin beklemediğinden adım gibi eminim. Nasıl anlatsam ki… Korkunç ve inanılmazdı. Okulumuz normal öğretimliydi. Teneffüslerimiz yirmişer dakikaydı. Mevsim kıştı. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Hava kapalı ve kasvetliydi. Kimimiz koridorlarda, kimimiz de sınıflardaydık.
Teneffüs başıydı.
Şeytanî bakışlarla ortaya çıktı. Bağıra çağıra, “İsteyeni şurasına tutarak bayıltabilirim,” dedi ve sol elinin işaret parmağıyla boynunun sol tarafına dokunarak. Gösterdiği yerden şahdamarın geçtiğini daha sonra öğrendik çoğumuz. Beyne oksijen de taşıdığını bu damarın…
Kısa zamanda ateşli bir tartışma başladı, “yapamazsın”, “yaparım” etrafında. Bir anda kendimi bu tartışmanın ortasında buldum. Babasının komiser olduğunu ve evde bundan çok söz edildiğini, kendisinin de o tekniği çok iyi öğrendiğini, istersem deneyebileceğini, ama benim çok korkak olduğumu söyledi ve kenara çekildi. Âdeta, avına zehrini akıtıp bir kenarda bekleyen bir engerekti o an.
Bir tuhaf oldum.
Hiç düşünmedim olabilecekleri ve atıldım.
Birden bir elin omzuma bir pençe gibi yapıştığını ve beni engellediğini gördüm. Sınıfımızın en iri yapılı ve sessiz öğrencisiydi.
“Bende deneyebilirsin söylediğini, yalnız bir şartım olacak; beni uyutamazsan seni pataklayacağım kabul mü?” dedi. O, öneriyi hemen kabul etti. Hepimiz gibi biliyordu ki o, sözünde dururdu. Sonunda öğretmen masasına uzandı. Ayakları yerde kaldı. Etrafına toplandık. O, arkadaşımızın sol tarafına geçti. Sağ elinin işaret ve başparmağının arasına o damarı alıp şöyle bir sıktı.
Ne kadar sıktı anımsamıyorum.
Sonrası felaketti. Yıkımdı.
Onu uyandıramadı.
O panik içinde kaçmaya çalıştı.
Yüzünün maskesi düştü.
Ölüm fedaisi olduğunu bir kez daha gördüm.
Ondan son anda kurtulduğuma sevinemedim.
Daha sonraları da çıktı karşıma o!
Nasıl mı?

Üç

Ondan iyice eminim artık.
O, kafasına koyduğunu her ne biçimde olursa olsun yapabilecek biriydi. Kullandığı yöntemler, girdiği kılıklar ona göre “mubah” oluyordu. Acımasızdı. Bu yüzden de duygusuz bir kiralık katilden farksızdı. Hatta onlardan çok beterdi. Ne yapar eder odaklandığı işi sonlandırırdı. Yeryüzünün en korkunç katiliydi sezgilerime, düşüncelerime ve onunla ilgili duyduklarıma, okuduklarıma göre. Bu beni ürkütüyordu, temkinli yapıyordu, ama sonsuza dek ondan korumaya yetmiyordu. Biliyordum bunu.
Ben hep onu düşündüğüm için mi aklımdan çıkmıyordu, yoksa aklımda olduğu için mi gözümün önünden hiç uzaklaşmıyordu. İşte anlayamadığım buydu.
Biliyordum ki benim büyümem de her canlınınki gibi ters bir büyümeydi. Bir sigarayı düşünün, yaktığınız andan sonra usul usul tükenir. Su dolu bir bardak da yudum yudum boşalır. Bunu anlayabilirsiniz. Ama ölüme büyüyen bizlerin çevresinde işinin oldukça ehli ve üstelik de kılıktan kılığa giren canileri anlayamıyorum.
Türlü tuzaklarını ve şaklabanlıklarını… Zaten o kadar hızlı büyüyoruz ki yavaşça öldüğümüzün farkına bile varamıyoruz. Ne yaptığımı bir bilsem, bana onca zamandır ecel terleri döktüren ve beni köşe bucak kendisinden kaçırtan bin bir suratlı katilin iplerini elinde tutana isyankâr olmayacağım ‘yokum’ diyeceğim bu oyunda ve onu bekleyeceğim.
Artık itiraf etmeliyim ki o, babamın kılığında da karşıma çıktı.
Sanıyorum ikinci sınıf öğrencisiydim. Sevimli ve ufak tefektim.
Annem ne yaparsa yapsın babamız eve gelmeden yaptığı yemekten yedirmezdi. Açlıktan ölsek bile. Onun da böyle bir huyu vardı. Bu daha çok akşam yemeği için geçerliydi.
O gün her nasıl olduysa çok acıktım.
Babam da geciktikçe gecikti.
Dakikalar, saniyeler günler oldu neredeyse.
Ya inadı tuttu sanki annemin, bir lokma ekmek bile vermedi açlığımı bastırsın diye.
Yalvarmalarım, ağlamalarım işe yaramadı.
Babam mantıyı bir de patlıcan yemeklerini severdi. Her gün üç öğün bunlardan birini koysanız sofraya, ilk kez yiyormuş gibi iştahla yerdi.
O akşam da mantı vardı ana yemek olarak.
Birazdan anlatacaklarım birdenbire aklıma geldi. Ağlamayı, yakarmayı bıraktım. Dışarı çıktım. Evimizin bahçesinden bir avuç toprak aldım ve cebime doldurdum. Usulca eve girdim. Şöyle bir kolaçan ettim etrafı, annem kardeşlerimle oturmuş onlara bir şeyler anlatıyordu. Beni unutmuştu anlaşılan. Bir gölge gibi süzüldüm ve mutfağa girdim. Aceleyle kapağı açtım ve tenceredeki yemeğe cebimdeki toprağı olduğu gibi avuç avuç boşalttım. Koşarak dışarı çıktım. O an annem beni gördü ve bir şey yaptığımı anladı sanıyorum. O mutfağa girerken ben de soluğu sokakta aldım.
Mevsim yazdı.
Hava güzeldi ve arkadaşlarımla her zaman buluşup oynadığımız alana gittim.
Oyuna kaptırdım kendimi. Açlığımı da, kabahatimi de unuttum.
Annem yaptığımı öğrenmiş. Babam gelince de bir güzel anlatmış. Babam da hiçbir şey olmamış gibi küçüğümü göndermiş.
Babamın sağındaki sandalyede otururdum.
Yemekte sık sık bana dönerdi ve okulda ne olup bittiğini sorardı. Ben de güzel güzel anlatırdım. Ben anlattıkça da gururlanırdı. Sonra da “bir hikâye kitabı daha hak ettin.” derdi ve sözünü tutardı. Yalnız ben okuduktan sonra okusunlar diye sınıf arkadaşlarıma verirdim. O bunu küçüğümden öğrenirdi ve bana çok kızardı. Onların da babaları onlara alsınlar derdi.
Nasıl ki tek kanatlı bir kuş uçamazsa sizler de yalnızca okul kitaplarıyla kültürlü olamazsınız derdi. Başka konularda da konuşurdu benimle. En büyük benim diye bir an önce okuyup adam olmamı (ne demekse) rahat bir ekmek kapısı kazanmamı ve böylelikle kardeşlerime iyi örnek olabileceğimi uzun uzun anlatırdı…
Neyse… Gerçekten de unutmuştum…
Babam kaşığı tabağa daldırdı ve mantının içine çoktan karıştığı için üstte görünmeyen toprağı çıkardı ve burnuma dayadı.
O an bir tuhaf oldum.
Kaçabilmem olanaksızdı. Köşe duvarıyla babamın arasındaydım.
“Ulan it,” dedi bağırarak, “bu nimettir! Kazanmak için alnımızın damarı çatlıyor sen içine ediyorsun öyle mi?!!!” Başka da bir şey demedi. Sağ dirseği ile öyle bir vurdu ki bana arkadaki duvara çarpıp kendimden geçmem bir anda oldu.
Sonrası mı? Gereksiz ayrıntı o kadar.
İşte onu babamın kılığında gördüm ve niyetini çok iyi anladım.
Günlerce yarı baygın hastanede yatmışım. Benden ümit kesilmiş bir ara. Derken yaşama sıkı sıkı tutunmuşum. Tedaviye yanıt vermişim ve iyileşmişim. Doktorlar, bizimkilere, “Kontrolünüzde olsun, üstüne gitmeyin, ağır bir darbe almış kurtulması mucize sayılır. Zamanla arayı kapatıp eskisi gibi olur, ama sabretmeniz ve ona katlanmanız gerekecek.” demiş. Annem, bu durumdan kendisini sorumlu tuttu ve üstüme titredi. Âdeta koruyucu meleğim oldu. Babamsa evin içinde bana karşı bir gölge olmaya özen gösterdi. Bunu başardı da. Hatta benimle göz göze dahi gelmedi desem abartmış sayılmam. Ondan ürkmeyeyim istedi.
Ben yeniden doğmuşum gibi ikinci bir hayat yaşamaya başladım. Kim bilir belki de bu anlattıklarım ikinci hayatımın sonuçları.

Dört

Farkında olmak büyük bir bela…
Çünkü düşünüyorsun.
Hissediyorsun.
Görüyorsun.
Ve acı çekiyorsun.
Bu yüzden o hayatıma girdiği andan itibaren düşündüğüm şu: Dönüşü olmayan yolculuğa çıkmak bütün acılarımı bitirecek mi acaba?
Niçin mi?
Ondan sonra hayatımı hiçbir zaman eskisi gibi yaşamayacağımı öğrendim.
Onunla olduğum sürece öğrendiğim bir şey daha var. O da şu: Kendisine olan aşırı sevgimi ve ilgimi kötüye kullandığı ve beni isteklerine âlet ettiği gerçeği. Başta buna ihtimal vermedim, ama aradan günler geçtikçe bu gerçekle yüz yüze geldim. Kimi zaman ağladım, kendime kızdım. Kimi zaman unutacağım dedim. Hiçbiri olmadı. Daha çok bağlandım ona. Sevdim. İstese canımı da verirdim.
Bana açık açık söylemişti aslında niyetini. Ya ben anlamamışım ya da anlamak işime gelmemiş.
Nasıl mı?
“Bana bel bağlama. Beni o kadar büyütme gözünde ve asla çok sevme. Hele elini bir verirsen elime alıp götürürüm seni kendi dünyama. Orada kaybolursun.” demişti bir keresinde. Buna benzer çok şey söylemişti aslına bakarsanız, ama ben inanmak istemediğim için dinlememişim dediklerini tam olarak.
Onunla nasıl mı tanıştım. Bunun hiç önemi yok ki.
Ben yalnızdım. O da yalnız mıydı inanın bilmiyordum.
Ondan çok korktuğum için kapalı bir kutudaydım âdeta. Küçücük bir delikten yaşadığım kutuya ışık ve hava giriyordu. Bunlarla yetiniyordum. Kendime bir dünya kurmuştum. Onu unutmaya kendimden uzaklaştırmaya çalışıyordum. Derken yeni taşındıkları için bizimkilerle tanışmışlar ve bir hoş geldin ziyaretinin arkasından annemin davetine uyarak bizim eve oturmaya gelmişlerdi. Onların kızıydı. Onun hep benimle ilgilendiğini ve arkadaş olmak istediğini zamanla anladım. Çok direndim. Ama sonunda pes ettim. O, içinde yaşadığım kutunun kapağını açtı. Beni dışarıya çıkardı. O, çok korktuğum şeyi bana unutturdu. Birbirimiz içindik sanki. El ele, göz göze, orası senin, burası benim deyip durduk. Bununla yetinmedik. Aynı evi paylaşmaya, evlenmeye karar verdik.
Doğrusunu söylemek gerekirse karar veren bendim. Niyetimi öğrenince havalara zıplamadı. Hatta durgunlaştı. Sanki bunu hiç beklemiyormuş gibi surat yaptığını şimdi daha iyi anlıyorum.
Hiç aldırmadım.
Sessiz kalmasını sevincine bağladım.
Yüzümde güller açtı.
İçimdeki buzlar eridi.
Yaşama çelikten bağlarla bağlandım.
Her şey bambaşka oldu.
Doğa güzelleşti, içim yaşama sevinciyle doldu.
Gözlerim parladı.
Yüzüme renk geldi.
Kulaklarım tüm seslere açıldı.
Tenim canlandı.
Benimle birlikte Uyuyan Güzel’in sarayına dönüşen evimiz ve içinde yaşayanlar uyandılar.
Kış çoktan yerini bahara bıraktı.
Bütün bunlar ben sevdiğim için gerçekleşti diyebilirim.
Ama o…
Dedim ya…
O nedense pek istekli değildi.
Ona, “Çok düşündüm,” dedim, “işte yaşamak bundan güzel olamaz. Yaşamak bu! Günlerini birlikte geçirebileceğin tek insan, benimle evlen artık!”
O da bana, “Evlenmeyelim,” dedi, “çünkü evlenirsek birbirimizi kaybederiz.”
Başka da bir şey demedi.
Oysa beni elde etmek için ne oyunlar etmişti. Sonunda ona âşık olmuştum. Bu hoşuma da gitmişti. Yoksa benim dönüp bir kızın yüzüne bakacak ne cesaretim ne de isteğim vardı. Çünkü aklımda yalnızca kılıktan kılığa giren ve neredeyse aklımı çelecek olan o vardı ve çevremden uzaklaşmıyordu. Beni ondan sığındığım o soyut kutu koruyordu.
İşte o çoktandır yok!
Bunun nedenini hiç bilmiyorum. Ama şöyle bir şeye bağlıyorum onun yok oluşunu, ya benden ümidini kesti ya da sevdalandığım için bana acıdı. Nedeni ne olursa olsun onu unutmuştum.
Onu unutmak müthiş güzeldi.
Onsuz günler geçirmek de.
İş dedim. Aş dedim. Eş dedim.
Yaşlanmak istedim dostların, arkadaşların kederlerinden dolayı da olsa.
Ağlamak, gülmek ve geleceğe dair hesaplar, planlar yapmak.
Ama eş için söylediğime başta eş seçtiğim gönül koydu, söylediğim gibi.
Sonra annem, babam ve kardeşlerim engel olmak istedi.
Sanki ben evlenince hepsini bir daha görmeyecekmişim gibi.
Babam babalık yaptı günlerce. Amcalarım ve dayılarım da üstlerine düşeni… Konuştular benimle, beni caydırmak için. Hiçbirinin sözü iğne olup batmadı canıma. Hiçbir sözleri pranga olmadı bedenime. Sonra annem… Duygularını gözyaşlarıyla, isteklerini bakışlarıyla ifade eden canım annem uğraştı, didindi. Gözyaşlarını ve bakışlarını umman yaptı çevremde, yine de aştım bu ummanı ulaştım varmak istediğim kıyıya.
O kıyıda beni o dünya güzeli bekliyordu.
Yalvarıyordu evlenmeyelim diye.
Ama ben, etrafımda fır dolanan, beni tavlamak için kılıktan kılığa giren ve akla hayale gelmeyecek kurlar yapan ölüm olduğunu bilsem de ondan vazgeçemeyeceğimi söyledim ona.
Ne söylediyse, ne yaptıysa kararımdan döndüremedi beni.
Evet dediğinde öyle bir baktı ki yüzüme, o an örümcek ağında çaresiz bir sinek olduğumu anladım, içim cız etti ama yine de aldırmadım.
Bir tek doksan altılık dedem benden yanaydı.
“Bırakın ya,” demişti, “o hayatını dilediği gibi yaşasın size ne bundan!”
Ve sonunda o an geldi. Benim en mutlu günümdü. Onlar içinse her şey hüzündü. Kara bir gündü yani. Şimdi bedenimi bırakıp onunla dönüşü olmayan yolculuğa çıkarken anlıyorum bunu. Evet, yanlış duymadınız, onunla gidiyorum. Sonunda istediğim oldu ve evlendim onunla.
İlk gecemde sevdiğime dokunduğum anda o çıktı karşıma. Nasıl mı oldu bu?
Sevinçliydim. Gözlerim parlıyordu.
Ona sokuldum., sımsıkı sarıldım. Duvağını açtım. Gözleri kapalıydı. Gergin ve huzursuzdu. Benden kurtulmak istiyordu. Dudağımı dudağına bastırıp onu sakinleştirmek istiyordum. Kalbime söz geçiremiyordum. Kafesi istemeyen özgür bir kuş gibi çırpınıyordu ve âdeta be denimden fırlayıp gitmek istiyordu. Sonunda bana karşı koyamadı. Dudaklarını dudaklarıma verdi. Dudaklarımız birleştiği anda oldu o tuhaf ve inanılmaz şey!
Birdenbire…
Gördüm.
Dudağını açıp dudağıma yapıştırdığı anda içinden bir yaratık gibi o çıktı ve onu öpmek için açık olan ağzımdan canımı emdi bir anda. Bir yandan da, sevdiğimin görmediği güçlü ellerini boğazıma doladı, bir engerek oldu, sevdiğimin dudaklarıyla dudaklarıma yapıştı. Nefesimi kesti. Bir anda sonsuz bir karanlıkta kaldım. Canımı bedenimden, bir koyunun derisini kesmeden çıkarır gibi çıkardı. Karanlık dağıldı. Anlatılmaz bir aydınlık içinde buldum kendimi. Uyuyorsunuz ve bir süre sonra uyanıyorsunuz, sonra yaşama yeniden başlıyorsunuz ya. İşte öyle bir şeydi o anlık karanlıkta kalmam ve karanlıktan kurtulmam.
Sudan, havadan biri oldum.
Yatakta iki büklüm olan bedenim bir garipti. Ben canlıydım. Yataktaki ben cansızdım. Yanımdakine baktım. Bir şeye benzetemedim.
Beni yolculuğa hazırlamıştı bir çırpıda. Az ötemde, gördüm canhıraş haykıran sevdiğimin yüzünü. Kan çanağına dönen gözlerini de. Hiçbir şey hissetmedim.
O, beni anlamış gibi, “Bu yolculukta ve benim dünyamda bedenine, sevdiklerine, bu dünyada sana gerekli olan hiçbir şeye ihtiyacın yok. Yani orada hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacın olmayacak.” dedi.
Bütün sevdiklerimin ta başından beri benim bu yolculuğuma çoktan hazır olduklarını ancak yola çıktığımda anladım. Bildim ölümün ne çok istediğini beni.
Ve benim gibi herkesin de bunu bildiğini.

edebiyathaber.net (22 Haziran 2023)

Yorum yapın