
I.
Yaz başından bu yana kısa öyküler yazıyorum. 10 Cümlelik. Şimdilik devam edecekmiş gibi duruyor. Dün birkaç tanesi daha boyverdi. Sıra beklemeden sabırsızca söz almayı, sözü ele almayı bekliyorlar.
Bekleyiş(lerin)in sesi var.
II.
Yıllar evveldi, ilk romanımı yazarken elim başka yazınsal türlerde de işliyordu. Aslında bütün bunlar bir bakıma çok muğlak. Kim kimi işliyor hiç bilinmez. Türlerin de bizi seçtiğine ve üzerimizde çalıştığına dair güçlü sezgilerim var.
Neyse, o günlerde yazdığım 10 Cümlelik öykülerden bazılarının gelip romana yerleşeceğini bilmiyordum. Daha doğrusu bunun gibi şeyler hakkında düşünmezdim. Sadece işleyen zihin-kalem-kalp. Ayrıksı sandıklarım tezgâhtaki arkadaşlarına dahilmiş meğer.
Bütün yazdıklarımız tek 1 kitabın bölümleri olarak ele alınabileceği gibi süreç kusursuzca ilerler görünürken ister istemez açılan bazı patikalar da belli ediyor kendini. Haritada yer bile bulamadan silinenler olacaktır; bizde iz olup seyri sürdürmek istercesine tenimize eklenenler de.
Böyle böyle açılıyor parantezler. Ama bir türlü kapanmıyor. Şükür demeyip de ne yapalım.
III.
İkilik hattında soru-cevap:
Öyküden bunca kaçarken ona yakalanmış mı bulundun? Hayatın ağı mı atıldı üstüne? Anlatıcı karakter kulağının dibinde “hadihadihadi” şımarıklığında bunalttı mı seni? Kim kovalayacak senden doğup sana musallat olanı?
Niye durdun? Yok mu açıklaman? Böyle diye diye üstüme gitme huyu da bende yer etmiş. Öykü baskınının sebebi olsa olsa düzyazının ve yüce kurgu tanrıçalarının haikuya göz kırpan yakınlığıdır demek geçti içimden. Hem kendinden başka karakterler yaratmak değil mi yazı(n). Yazarken ayrı okurken ayrı makam. Kolay mı insanın aynaya her baktığında değişik yüzler görmesi.
Cevap yerine soru. Bildirim yerine boşluk. Ahkâm yerine sus.
IV.
Herşey bir yana beni kendine hayran bırakan bu yepyeni karşılaşma durup dururken yüzümü güldürüyor. Şiir nehrine akmayan dalgın ama ne yöne gideceğinin de gayet farkında bir su olduğunu sanıyorum bende kısa öykünün. Evet su.
— Yoksa fazla mı hemhal olduk Su’yla. Nasıl hemen gelip başköşeye kuruldu.
V.
Tabii yine de sorarlar. Bu sefer neden 10 Cümle diye. Gerçekten şart mıydı? Neden çit çektin yabanıl öykü evrenine? Israrı duymazdan gelip şöyle bir yayılsaydın da baksaydın ya nereye dek gerildiğinde kopmaz telleri.
Kopmadı. Ayağı yere basmaz bir geometri işliyor yazıda. Diken üstündeyim yine de. Neyse.
— Gerilim hattının kaçınılmazlığını yazsa keşke biri.
Hem kendi seçmişti ölçüyü. Israr etmese bırakırdın uzasın. Öykünme sözkonusu değildi ama esin tezcanlılığı, eyleme geçme arzusu, sona hızla varabilecek olmanın yarattığı atılganlık netti. Sonradan iyice ikna oldun: Kendisi deneyip yanılıp öyle varmıştı boyuna posuna. O halde bana düşen dedin: Derin nefes alıp-tutup-vermek…… Ardından bir buyrukla oturtuldun masaya ve ektin yeniden toprağa o tohumu.
10’dan yana şart koşması boşuna değilmiş. Kısıtlamak bir yana cümleye-kurguya ferahça yayılma rahatlığı sağlayacakmış.
VI.
Yazınsal alanda farklı türlerin birarada varoluşu; zuhuru, silinmesi, dönüşmesi, sessizce bir adım geri çekilişi, apansız geri gelişi, birbiriyle etkileşimi üzerine düşünmek için fırsat olarak değerlendirdim bu hali.
Bir yandan o pek yüz vermediğim, belki de basitçe cesaret eksikliğinden yanaşmadığım öykü sahneyi birdenbire nasıl kapladı diye hayrete düştüm. Neyin peşindeydi? Bilemem. Ama tamamlanmamış romanı şöyle hafif bir darbeyle ez azından bir süreliğine koltuğunu sarstığı kesin.
Romandan kaçan öyküye tutul(n)maz genelde……. Sanki……. Öteki tarafta öyküden romana basamaklar sözkonusu diyenler varsa da onlardan sayılmadığımı sanıyorum. Zihnimde net bazı hususlardan biriyse: Türlerarası hiyerarşilere verecek prim yok.
Yine de biliyoruz: Huyusuyu farklı herbirinin.
VII.
Öykü densizliği diye bir tamlama uydurdum şimdi; hop diye yerleşti sözlüğüme. Bir yandan herşeyin farkında. Sahne arkasında eğleniyor. Seviyorum bu densiz-teklifsiz cüretini-neşesini-pervasızlığını.
Sorgulamalar sağolsun, yeni damarlar açmak birincil işlevleri. Önceden başıma gelmişken nasıl yem oldum bir kez daha ah öyküye. Hayret, hep ilk sefermiş gibi sürgün veriyor. Yazmak denen uçsuzlukta tezahür edenler eksik kalır mı…… Duymazdan-görmezden gelmek mümkün mü….. Öykü neden durup dururken kapıma dayandı diye sorduğum an koşarak hevesle kollarıma atılan, belli ki bana sadece öykü yazdırmakla yetinmeyecek cümleler birliğiyse hemen arkasından……..
Ne çok gerekçe……..
VIII.
Böylesi çağıldamalar için özünde rutin yazı sistemine-alışkanlıklarına dahil edilmemiş tek bir yazınsal formun gelip kendi arzusuyla kâğıda kurulması yeterli. Severim davetsiz misafirleri. Onların hevesini…… yeni bir kostüm gibi giyinmeyi……
Çağrılmadan gelenin coşkusu ne güzel dalgalandırdı sularımı. Nihayetinde yaratım alanındaki bu çılgın döngü için tek şart var: Yeter ki durmasın su.
IX.
Bir yandan da günlükten, söyleşiden, denemeden ayrılmadan, şiiri boşlamadan, haikudan yüz çevirmeden, romanı yakın gelecekte tamamlamaya söz vererek suyu kaynağından firar ettiren; olmayacak toprakların birinde yeniden bulup fışkırmasına vesile olan; kulaç atarken aynı anda deniz olan da ben değil miyim.
Tuhaf hisler bileşkesi. Yazan-okuyan-yazılan. Aynı bünyede kaç hücre birden.
Davet etmeyen ile davetsiz gelen 1 ise kim neden nasıl hesap soracak. Yeni öyküler bana; adlandırmalardan uzak dur, kaçın; bak hepimiz 1 işte diyor basitçe. Silip yazdığın, yıkıp kurduğun sözcükler halkı. Yazı ipinin ucundan tutman yeter. Uzun sorgulamalara ne hacet.
Sökülürken örülüyor dev kitap. Ve asla tek yazardan müteşekkil değil.
Daha dur. Bitmedi. Bitmez…… Katmanlar katmanlar…….
X.
Yoksa bunu duyurmak için mi geldiler. Toplanmamıza gerek yok, çünkü uzak diye bir şey yok, temas baki; hepimiz yaratıcı alandayız. Duyumsallığımızı kendiliğinden süregiden mucizevi akışın öncesine-şimdisine-sonrasına açmışken hep birlikte keyfimizi sürüyoruz, süreceğiz.
Ekim ve hasat aynı Ay-Güneş kavuşmasında duraksamadan-tereddüde kapılmadan sürerken yaratıcılığın tüm hücreleriyle dolaysızca etkileşim halinde olan yine hep BİZ. Farkında olalım olmayalım böyle sürüp gidiyoruz işte içimizde-dışımızda yürüyüp gidenlerle.

















