Nihan Kaya: “Çocukluk bir cehennemdir”

Ekim 18, 2017

Nihan Kaya: “Çocukluk bir cehennemdir”

Söyleşi: Senem Gezeroğlu

Nihan Kaya ile İthaki Yayınlarınca yayımlanan son romanı Kırgınlık’a ve kırgınlıklara dair söyleştik.

Söyleşiye müsaadenizle bir kırgınlıkla başlamak istiyorum. Bir okur olarak kendime kırgınım, sizi geç fark ettiğim için. İnsan bazen en yakınını göremiyor, Kırgınlık’ı okuduktan sonra kendimi hem yazarın edebi kaygısına hem sanat anlayışına hem de kitaptaki karakterlerin dünyaya bakışına yakın hissettim. Bunu tek kitaptan yola çıkarak söylemek zor elbette. Ancak diğer kitaplarınız da listemde ve şöyle küçük bir araştırmayla hem kuram hem de kurmaca kitaplarınızda ortak tema ve biçimler etrafında döndüğünüzü gördüm. Acaba Nihan Kaya, farklı yollar ve farklı kitaplarla aslında hep aynı şeyi mi söylemek istemiş?

Evet, çok güzel ifade ettiniz. Necip Tosun’un bir sözünü yinelersek, “Aslında hep aynı hikayeyi anlatırız, ama değiştirerek.” Her yazarın, hatta her yönetmenin, her sanatçının, her filozofun, birkaç cümleyle özetlenemeyecek bir temel meselesi vardır. Yapıtlar değişse de alttaki bu temel mesele hep aynı kalır. Bütün öykülerim, romanlarım ve incelemelerim, kuram kitaplarım, evet, her biri diğerinden farklı, ama her biri hayatla olan temel meselemden doğdular. Bu meselenin ne olduğunu, ben size kitaplarım kadar iyi anlatamam. Zaten bu anlatılabilecek bir şey olsaydı benim de roman yazmama gerek kalmazdı. Bir yazarı daha iyi anlayabilmek için onun diğer kitaplarını okumamız gerekmesi de bu yüzden. Evet, her kitap ayrıdır; ama bir yazarın bir eserini anlamak, diğer eserlerini de daha iyi anlamamıza yol açar kendiliğinden. Hep o değişen kurgular, değişen olay örgüleri, değişen teknikler içinden romancının değişmeyen temel meselesine giderek daha vakıf olmaktır bir romancıyı okumak. Bir romancının tüm romanlarında, yatay hikayede hiç olmayan bir ortak öz mevcuttur. Romanlarımın kuram kitaplarımı, kuram kitaplarımın romanlarımı açıklaması da bu nedenle. Romanlarımla roman incelemelerimi de birbirinden ayıramıyorum. Romanlarımla fikirlerimi birbirinden ayıramadığım gibi.

Roman boyunca hep ince şeylere, inceliklere şahit oluyoruz. Kelimelere, bölümlere verilen başlıklara bile yansıyor bu. Kuş, kaz, su, kar, petunya, süt, ses, kuğu bunlardan bazıları… Hepsi narin, naif, kırılgan imgeler olarak kendi hikâyelerindeki yerlerini alıyor. Bir yazar olarak, gittikçe kabalaşan bu dünyada böylesi inceliklere dikkat çekmekteki amacınız neydi desem?

Tam da sorunuzun içinde ifade ettiğiniz şey nedeniyle. Büyük şeyleri bir detay üzerinden anlatıyor, aslında büyük şeyleri kuranın da küçük şeyler olduğunu hikaye üzerinden anlatmaya çalışıyorum. Herkes bu inceliklerin farkına varsaydı, onlara dikkat çekmemize de gerek kalmazdı. O zaman belki edebiyat bugün olduğundan çok başka bir şey olacaktı. Zira dünya da bugün olduğundan çok başka bir şey olacaktı. Kırgınlık’taki başlıklarla ilgili şunu söyleyeyim: Romanın ilk bölümü, Yaşar Kemal’in çok sevdiğim bir öyküsü olan “Kuşlar da Gitti” başlığıyla başlar. Sonraki bölümün başlığı “Kazlar”dır, aradaki bölümler “Sular”, “Kar”, “Kırmızı”, “Süt” gibi başlıklarla devam eder ve romanın son bölümünün başlığı “Kuğu”dur. Romanın hikayesinde “kazlar”ın “kuğu”ya dönüşmesinin biçim olarak da romanın kendi hikayesi olduğunu düşünebiliriz. Benim her romanım, hakikaten de başlarda biraz, çirkin ördek yavrusu. Güzelliği, kendini tamamlamadan çıkmıyor ortaya. “Kuğu” olması ancak son bölümle beraber mümkün. İkinci bölüm olan “Kazlar”ın, roman yazmak isteyen amatör bir romancıyla romanlar yazmış bir romancının karşılıklı diyaloğundan oluştuğunu da unutmayalım. Her romancı, yazarken, içinde buna benzer diyaloglar barındırır. Zaten metin de yazarın kendi kendisiyle o diyaloglarından doğar aslında. Evet, aslında her hikaye, detaylar üzerine kuruluyor. Ben romanın nasıl yazıldığını o romanın kendi içinde tartışmayı seviyorum.

Romanınızda her bir karakter kendi hikâyesi ve kırgınlığından sonra sesini başka bir hikâyeye devrediyor. Eksik kalan parçayı başka bir karakter, kırgınlık, hikâye tamamlıyor. Sanki okurun elinde kırık cam parçaları veriliyor da bunları doğru yere koyup esas resmi görmesi isteniyor. Okudukça romanın kırılgan halkaları birbirine eklemleniyor ve roman anlamlandırılıyor. Her şey tam da parça parça derken esas bütün ortaya çıkıyor. Fakat burada okur, bu cam kırıklarının aslında bir aynaya ait olduğunu anlıyor. (En azından ben öyle anlıyorum)

Bence çok da doğru, hatta çok da güzel anlıyorsunuz.

[Gülüşmeler]

Birbirinden farklı cam kırıklarını birbirine yapıştırarak ama bu yapıştırma işini de tamamlamayarak bizi daha büyük bir kırgınlıkla, kendi kırgınlıklarımızla, bireysel-toplumsal fark etmez bizi kendi yaralarımızla kısaca kendimizle mi yüzleştirmek istediniz?

Yine çok güzel ifade ettiniz. Fakat şunu da unutmamalı ki her romanın, her güzel tablonun, her fikir eserinin yaptığı da zaten budur. Hatta sanat ve felsefe yerine günlük hayatın kısır döngüsünü tercih etmemizin nedeni de belki kendimizle yüzleşmekten kaçmak.

Nihan Kaya’nın anlatılarında neden hep çocuklar ve kadınlar kırılıyor?

Herkes kırılır. Ama en çok çocuklar. Çocukluk bir cehennemdir. Beş yaşında yaşadığımız bir şeyle on beş yaşında yaşadığımız bir şey arasında on yıl yok. On beş yaşında yaşadığımız şeyle otuz yaşında yaşadığımız şey arasında on beş yıl olmadığı gibi. Yaşımız ne kadar küçükse o kadar zayıf, kırılgan, kalıcı yaralar almaya o kadar müsait oluruz. Çocuklara bu nedenle çok daha hassas yaklaşmak gerektiği halde, çocuklara olağan yaklaşım biçimimizin onun benliğini ezmek yönünde olduğunu çoğu kez fark etmeyiz. Bizi dev gibi gören çocuğa bedenimizle onun seviyesine eğilmeden, yukarıdan konuşmak dahi, ona kendisini bizim karşımızda aciz hissettirmeye yeter oysa. “Büyüklere saygı” safsatası altında –zira gerçek “saygı” asla, asla bize empoze edildiği gibi bir şey değildir!- çocuğun benliğinin gelişimini daha başlamadan baltalarız. Aslında saygıya, büyüklerin değil, çocuğun ihtiyacı vardır. “Çocuklara saygı” çok daha yerinde bir klişe olurdu. Hepimizin hiç düşünmeden kabul ettiği davranış biçimlerinin çocuğa nasıl zarar verdiğini burada özetlemem olanaksız. Verdiğim derslerde bu zararlara elimden geldiğince değinmeye çalışıyorum. Fakat mesele şu: Çocuk, kendisine yapılan yanlışların yanlış olduğunun farkında değildir. Tepki verse, kızsa, bağırsa, ağlasa, karşı çıksa da, içten içe suçlunun kendisi olduğunu düşünür ve hisseder. Zira onu böyle hissetmesi için eğitiriz. Bu, bir insana yapılabilecek en kötü şeydir. Çocuk, kendisine yapılan yanlışların yanlış olduğunu ayırt etmeye başladığında ise artık çocuk değildir. Yetişkinlikte yaşadığımız hiçbir şey, bu nedenle bizi çocukken olduğu kadar etkileyemez. Çünkü yetişkinlikte, bize yapılan şeyin doğru ya da yanlış olduğunu çok daha yetkin şekilde ayırt etme kabiliyetimiz vardır. Kar ve İnci’nin epigrafı Hallac-ı Mansur’dandır: “Cehennem, acı çektiğimiz yer değildir. Cehennem, acı çektiğimizi kimsenin bilmediği yerdir.” Çocuk neden acı çektiğini bilmez, hatta acı çekiyor olduğunun ayrımını dahi yapamaz; çok yazık ki biz de çoğu zaman çocuğa aslında nasıl acı çektiriyor olduğumuzun hiç farkında değilizdir. Farkında olsak zaten bu şekilde davranmazdık. Kız çocuğa davranışlarımızda bu zarar verme hali ciddi oranda artıyor. Otoriteye boyun eğmek üzere terbiye edilen, gerçekten de köpeklerin terbiye edildiği gibi, sözgelimi elektrik verilen sirk hayvanlarının terbiye edildiği gibi terbiye edilen çocuğun üstüne üstlük bir de kız olduğunu düşünün. Terbiye adı altındaki geleneksel şekillendirme, kız çocuklarına karşı çok daha sert ve acımasızdır. Üstelik, evde, okulda, toplumda, barındırdığı cinsiyetçiliğin hiç farkında olmadan, “Biz kızları çok severiz. Bizde kızlar çok değerlidir” gibi kisvelerle yapılır bunu. Oysa “Biz kız ve erkek çocuklarını ayırmayız” cümlesi bile, ortada bir ayrım olduğunun kanıtı. Böyle ayrımları gerçekten yapmayanlar, bu tür cümleler kurmazlar. Bu cümleler akıllarına dahi gelmez. Hep nazik olmak ve başkalarının isteğine boyun eğmek, uyum sağlamak üzere eğitilen kız çocuğu, tabii ki büyüdüğünde de kendisini koruyamayacak ve acı çekecek. Depresyondaki insanların çoğunluğunun kadın olmasının sebebi, kadınların kendi hayatlarının kontrolünü kendi ellerinde hissetmemesi. Bunun nedeni de bu acımasız eğitimdir. Bu sözlerimde aşırı bir yan bulanlar lütfen Ayrıntı Akademi’deki atölyemize gelsin; orada oturup konuşalım. Ne de olsa hepimiz öyle veya böyle yaralı, kırgın çocuklarız; aramızda bunun bir istisnası olduğunu sanmıyorum.

Romanda farklı zamanlar, farklı mekânlar ve farklı insanlar var. Dışarıdan bakınca aslında hiçbirinin ortak bir özelliği yok. Ama bir romanın dünyasında buluşabilmişler. Buradan hareketle dünya görüşünüzü de yorumlamak mümkün mü acaba? Bazı ortak duygular, mesela Kırgınlık’lar birleştirebilir mi bizleri?

Çok güzel açıkladınız. Mesela Fransa’da gece gündüz duvardaki sarı lekeyi seyreden Michele karakterinin kırgınlığı ile, Türkiye’de misafirler gelince masanın altına saklanan küçük kızın kırgınlığı aynı, farklı şeyler yaşıyor olsalar da. Bizde kız çocuğuna yaklaşımın geleneksel dokuda bize özgü renkleri olsa da, dünyada bir kız çocuğunun kız olduğu için yaşadığı şeylerle aynı zamanda ortaktır bu. Ve her birimizin durumu hem çok kendisine has, hem de son derece ortak. Girift bir tablonun parçalarıyız, ama o özel parçalardan biri eksik olsa, bütüne bütünlüğünü veren şey artık olmayacak. Amacım, çok kez, özellik ve genellik arasındaki bu ilişkinin anlaşılması. Bir şey ya ayrık ya da bütüncülmüş gibi yaklaşımlardan çok rahatsız oluyorum. Hayatta bir şey “ya… ya….” değil, çoğu kez “hem… hem…”dir ve buna böyle bakamadığımız sürece bir şeyi sağlıklı yorumlamamız çok zor.

Romanınızdan çok sevdiğim ve kendimi bulduğum bir alıntı yaparak soru sormak istiyorum. “Kurtların büyüttüğü kızları evcilleştirebilirsiniz; ama kitapların büyüttüğü bir kız, etini cendereye sıkıştırsanız dahi bu dünyaya uyum sağlamayacaktır.” Ben de uyumsuz bir kız olarak soruyorum. Sizce kitapların faydaları olduğu kadar zararları da var mıdır? İnsanın yaşadığı dünyaya uyum sağlamasını zorlaştırır mı? Ya da sorunun köküne inelim, uyumsuz olmak yanlış bir şey midir? Ya aslında asıl uyum, uyumsuz olmaksa ve kitaplar da bu uyumsuzluğun anahtarıysa? Çok şey sordum biliyorum, özür dilerim herkest.

Yine, cevabını içinde barındıran şekilde sordunuz soruyu. Evet, dünyaya uyum sağlamak iyi bir şeyse kitaplar çok zararlı. Ama, bir birey için, onu dünya ile uyumlu hale getirmekten daha zararlı bir şey düşünemiyorum. Ailenin, okulun, toplumun, devletin bireye yapmaya çalıştığı şey zaten budur. Hep söylediğim gibi, dünya hiç kimsenin yazmasını istemez, dünya hiç kimsenin bir şey yaratmasını istemez. Okul dahil hiçbir sistem, birey sanatçı olsun, filozof olsun diye değildir. Mümkün olduğunca, birey düşünmesin, yaratmasın, itaat etsin, çarkı döndüren mekanizmanın edilgen bir parçası olsun diyedir. Zaten dünya, hiçbir şey yaratmayan, ortalama zekadaki insanlara göre düzenlenmiştir.

İçeriğine dair “spoiler” vermek istemiyorum ama kitabınız bir “aydınlanma anı”yla bitiyor, okuru sarsıyorsunuz. Genel olarak böyle bir kaygınızın olduğunu söyleyebilir miyiz? Şaşırtmak, sarsmak? Okuru kendi inandığı gerçeklikten çıkarıp romanın dünyasına sokmak ve orada başka değer yargılarıyla yüzleştirip kendisiyle hesaplaşmasını sağlamak?

Yine çok güzel ifade ettiniz; teşekkür ederim. Bence zaten her kitabın amacı budur. Beni şaşırtmayan, sarsmayan, inançlarımı tersyüz etmeyen bir kitabı neden okuyayım? Nitekim anlamak da bir değişim halidir. Değişmiyorsak gelişmiyoruzdur da. Ben genellikle okura bir şey gösterip, kitabın sonunda o gördüğü şeyin zannettiği şey olmadığını gösteririm. Gösterdiğim şey, çoğu kez, kitabın başındaki şeydir; ama bu kez perspektif değişmiştir. Suavi Kemal Yazgıç, kitaplarım için Walter Benjamin’in “son bakışta aşk” ifadesini kullanmıştı. Kitaplarım gerçekten de kazdan kuğuya dönüşüyor.

Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim.

Beni okuyan, yazdığım herhangi bir şey üstüne düşünen herkese müteşekkirim. Yorumlarınız için, bana bunları konuşma imkanı verdiğiniz için ben size teşekkür ederim.

edebiyathaber.net (18 Ekim 2017)

Yorum yapın