Nermin Yıldırım: “Bireyin ruh halinin yaşadığı zamandan ve mekândan bağımsız şekillenemeyeceğine inananlardanım.”

Kasım 2, 2018

Nermin Yıldırım: “Bireyin ruh halinin yaşadığı zamandan ve mekândan bağımsız şekillenemeyeceğine inananlardanım.”

Fotoğraf: Vedat Arık

Söyleşi: Gamze Erkmen 

Nermin Yıldırım, oldukça üretken bir yazar olarak, dil yetkinliği ve aktarım gücü bakımından yazımını bir öncekinden ileriye taşımak için özveriyle çalıştığı her bir romanından rahatlıkla anlaşılan bir yazar olarak, hep kitap etiketiyle yayımlanan Misafir isimli romanı ile yeniden okurlarının karşısına çıktı. Misafir, okuru tuhaflıklarla dolu bir Ev’e davet ediyor, birbirinden farklı hayatlar, delilik temelinde, yalnızlık, sıkışmışlık, sevgisizlik ve daha pek çok insana dair duygu üzerinden ele alınıyor, karakterlerin bilinç akışlarının aktarımının toplandığı bir roman izlenimi veriyor. Yıldırım ile Misafir’i ve okur yazarlığını konuştuk.

Misafir, aslında herkesin giremeyeceği, belki de girmek istemeyeceği bir Ev’de geçiyor. Detaya inmeden önce, Misafir içinde gerçek ve gerçeküstü bir anlatım bir arada diyebiliriz. Yazım biçiminizden ve Misafir’in kurgusundan yola çıkarak, romanı yazmaya karar verdikten sonraki tasarı ve kurgunun belirginliği aşaması nasıl gelişti?

Bana kalırsa ilk bakışta öyle görünmekle birlikte, Misafir herkesin girebileceği ve belki de zaten içinde olduğu bir Ev’de geçiyor. Bir yanıyla distopik bir anlatıyla karşı karşıyayız, ama ben yine de söz konusu hikâyenin bugünün, bugünümüzün hakikatinden çok uzak olduğunu düşünmüyorum. O anlamda tam da söylediğiniz gibi, romanın en gerçeküstü bölümleri gerçeklikten beslenen yerleri. Öyle ki, yazarken benim absürt öğeler olarak kullandığım kimi durumların çok benzerleri, roman yayınevinde yayına hazırlanırken gerçekleşti. Bu benim bir yazar olarak ileri görüşlü oluşumla değil, bizim gerçekliğimizin kırılganlığıyla ve normalle anormal arasındaki çizginin haddinden hızlı muğlaklaşmasıyla ilgiliydi. Kurgunun belirginleşmesine gelirsek, tema ve karakterler en başından beri romanın şimdiki haline çok yakındı. Ama mekânı belirlerken çeşitli fikirler arasında gidip geldim. Karakterlerin klostrofobisini verebilecek kapalı bir alan olsun istiyordum. Ama bir yandan da tıpkı hayatlarımızda olduğu gibi açıkmış gibi görünen bir alan. Yani kapatıldığımız ama hiç de kapatılmadığımız konusunda kolayca kandırılabileceğimiz bir yer. Distopik anlatıların sembolik mekânlarından biri olan ada fikri geldi aklıma, sonra bir orman düşündüm. Derken mekânlar birbiri içinde eriyerek Ev’e dönüştü. Bahçelerin, avluların ortasında, yüksek duvarlarla çevrili bir ev. Yaşadığımız ülkeye de benziyor, gezegene de… Ama akşamları başımızı soktuğumuz, adına yuva dediğimiz evlere de. Zaten hepsi biraz aynı yer bana kalırsa.

Kurgu, ilk izlenim olarak bir delilik anlatımı temelinde toplanıyor gibi görünse de, aslında bir ruh durumu sorgusu, hatta kendi içinde barındırdığı pek çok öyküyü de düşünürsek, toplum ruh sağlığının nasıl bir bozuluma doğru gittiğine, bu bozulumun neden ve nasılını da sorgulayan bir sarmal olarak nitelendirilebilecek nitelikte. Buradan yola çıktığımızda, Misafir ile, birey, grup ve toplum üçlemesi çerçevesinde, genel bir ruh hali sorgusu üzerine eğildiğinizi söyleyebilir miyiz?

Evet, elbette söyleyebiliriz. Misafir, biyolojik temelli akıl hastalıklarını araştıran, derdini buralardan anlatan bir roman değil. Metinde farklı sebeplerden akıl sağlığını yitirmiş ya da normalin karşısında direnemeyip anormal sınıfına sokulmuş bireylerin hikâyelerini okuyoruz. Ama bu yan hikâyeler aslında ana hikâyenin parçası, daha doğrusu kimi zaman sebebi, kimi zaman da sonucu olarak işlev görüyorlar. Ana hikâye de dediğiniz gibi, bir toplumun normalini hızla yitirip hastalanışı. Ben, bireyin ruh halinin yaşadığı zamandan ve mekândan çok da bağımsız şekillenemeyeceğine inananlardanım. Mesela kişisel bir derdiniz yoksa da bir savaş coğrafyasında ferah fahur bir hayat süremezsiniz. Romanlarımı da bu bakış üzerine inşa etmeye çalışıyorum. Misafir’de kimsenin tek başına delirmediğini anlatmaya çalıştım. Elbirliğiyle delirdik.

Kurguda dikkat çeken bir noktanın ise akıl hastanesindeki karakterlerin yaşadıkları üzerinden aktarılan acı, vicdan, yalnızlık ve delirme biçimine kişinin başkalarının yardımı olmaksızın bürünemeyeceğine ilişkin birikimler mevcudiyeti olduğu söylenebilir. Romanın bir satırında yer alan, “Delilik bir yanıyla güzel çünkü, burada ağlanacak şeye rahatlıkla gülebiliyoruz” cümlesinden de hareketle, insana dair hangi özlerin altını çizmek istediniz?

Delilik, kapatılma cezaları, hapishaneler vs. gibi konular üzerine epey kafa yormuş ve bu tür alanlarda söz söylemek isteyenlerin de temel kaynaklarından biri haline gelmiş olan Foucault, “delilik her zaman bir uygarlığa ve onun verdiği rahatsızlıklara bağlıdır” diyor. Toplumların anormal tanımına dikkat etmek gerekir, çünkü çoğu zaman normalin meşruiyetinin sağlanabilmesi ile ilgili bir projedir anormal. Bireyler sadece toplumla kurdukları ya da kuramadıkları ilişkiler yüzünden hasta olmaz, aynı zamanda kurmayı tercih etmedikleri ilişkiler ya da reddettikleri yüzünden hasta olarak yaftalanır da. Velhasıl birilerini kolayca anormallikle tarif ederken, kendi normalimizi de sık sık sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Bu haliyle deli imgesinin özgürleştirici bir yanı olabileceğini düşünüyorum. Bu bir reddiyedir çünkü. Toplumun dayattıklarını, beklediklerini reddetmeyi, vazgeçmeyi göze almaktır. Ve korkulardan arınmış bir vazgeçiş de bir tür özgürleşme sayılabilir.

Delilik, aslında anlatılması zor olduğu kadar, roman kurgusu bakımından kaygan zemin olarak nitelendirilebilecek bir konu. Seçilen mekanlar da çoğu zaman konuda yola çıkılacak ve varılacak noktanın belirlenmesi bakımından yazarın sağ kolu gibidir, diyebiliriz. Dolayısıyla, akıl hastanesindeki yaşananları, gerçeklik çizgisinde tutabilmek adına ne gibi araştırmalar yaptınız?

Yazdığım metinlerin psikolojik altyapısına her zaman önem veriyorum. İlk romandan beri metindeki sağlamaları yapmak için danışmanlık aldığım bir psikolog var, Tolga Erdoğan. Bu romanda da aynını yaptım. Ayrıca her zamanki gibi konuyla ilgili okumalar yaptım. Tarihten klinik psikolojiye… İlaveten, bu roman özelinde, akıl hastanelerine hasta ya da doktor olarak yolu düşmüş çok kişiyle röportajlar yaptım. Yani böyle bir konuda kalem oynatmadan evvel oranın hakikatine mümkün mertebe temas etmeye uğraştım. Sonrasında ben elbette kendi Ev’imi kurdum, ama bu Ev’in gerçek temeller üstünden yükselmesini önemsedim.

Aile geçmişinin, insanın geleceği noktayı belirleyen yadsınması imkânsız bir bağlaç olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Nitekim, Rikkat ve Esin’in okura geçen cümlelerinde geçmişi anlarına davet ettiklerini görüyoruz. Diğer romanlarınızda da, ailelerle olan ilişkilerin süzgecini oldukça geniş tuttuğunuzu hatırladığımdan, geçmişle bugün arasındaki bu bağlantı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bugün olduğumuz kişinin tohumlarının geçmişte atıldığı bir gerçek. Kendimizi anlamaya, neden böyle biri olduğumuzu kavramaya çalışıyorsak, bakacağımız ilk yer geçmiş olacaktır, bilhassa çocukluğumuz. İnsan çocukluğunda gizlidir, hatta bazen çocukluğunun tek bir anında. Biz sözde, bir bakışta, bir dokunuşta. Eksik kalmış ya da fazla kaçmış bir şeylerde belki de. Hal böyle olunca, bugünle dünü birlikte anlatmayı tercih ediyorum ben. Dün, bugünün karanlığını aydınlatan bir fener gibi. Toplumların da, bireylerin de bugününü anlamak için dönüp nereden geldiklerine, nasıl geldiklerine ve en çok da oralarda neler gizlediklerine bakmak gerek.

Akıl hastanesi dışındakilerin, içindekilerden çok da farklı olmadığını gösteriyor okuruna Misafir. Tüme varımla düşünürsek, genel anlamda yaşadığımız zaman ve toplum biçimi, en çok da yakaladığını yutan bu sistem çerçevesinde, akıl sağlığı zedelenmiş bir toplum hakkında ne düşünüyorsunuz?

Evet, romanı yazarken asıl derdim Ev’in içindekilerin ne kadar anormal olduğunu anlatmak değil, Ev’in içini ve dışını gösterip hangisinin daha tuhaf olduğunu sormak ve bu tuhaflığın, hastalığın, adı artık her neyse onun, nasıl merhalelerden geçerek neden bu hale geldiğini anlamaya çalışmaktı. Anormalin hızla normalleştiği bir çağdayız. Bu ikisinin zaman içinde yer değiştirmesinde şaşılacak bir şey yok, tarih boyu böyle olmuş. Yüz sene evvel büyük bir başarıymış gibi uygulanan kimi tedavi yöntemleri bile bugün çılgınca görünüyor. Zaman normalin ve anormalin tanımını değiştiriyor. Burada sorun artık ikisi arasındaki geçişin, altımızdaki zemini kaydıracak denli hızlı yaşanması. Bu da bizi hakikatini kaybetmiş, neye tutunacağını bilmeyen insanlara dönüştürüyor. Birbirimize tutunmayı da beceremediğimiz için, hep beraber hızla düşüyoruz. Hoş, tutunsak da düşeceğiz belki ama muhtemelen daha az acıyacak. Ya da kalkması daha kolay olacak.

Bir karakter ile yetinilmeyen bir anlatımı ve pek çok var olma hâlini kapsamına alabilen, bir temelin baz alınması kolaycılığından kaçınmayı başarmış bir roman Misafir. Esin ile Rikkat üzerinden çift sesli bir biçimin varlığının görüldüğünü söyleyebiliriz. Bu anlatımı Unutma Beni Apartmanı’nda ve belki Rüyalar Anlatılmaz’da da okurun hissedebilmesi mümkündür. Roman yazımı hakkında, biçimsel olarak bu çok sesli yazımı bilinçli olarak tercih ettiğinizi söyleyebilir miyiz? Belirli bir karakterler planı tasarlayıp yazım aşamasında buna sadık kalabiliyor musunuz?

Her romanın kendine ait bir sesi ve biçimi olur. Çok sesli anlatıları, paralel kurguları seviyorum, çünkü oyun alanımı genişletiyor böyle yazmak. Ama dediğim gibi, anlatacağım hikâyeye uygunsa yapıyorum bunu. Misafir böyle çok sesli bir anlatı kurmaya gayet uygundu. Yaş, konum, hayat tecrübesi olarak bambaşka iki karakter kurup, zamanla birbirlerine yaklaştırmak, en nihayet ikisini de dışarıdaki ve içerideki ortak deliliğin içinde eritmek istedim. Çünkü aslında hepimize olan bu. Ötekiyle benzerliğimizin farkında değiliz. Derdimizde ve devamızda biricik olduğumuzu düşünsek bile, etrafımız aynalarla çevrili aslında.

Birden çok defa okuduğunuz ve yazımınızı etkilediğini düşündüğünüz kitaplar var mıdır?

Evet. Çok çok çok sevdiğim, dönüp dönüp okuduğum romanlar, şiirler, oyunlar var. Mesela Adalet Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar Üçlemesi, özellikle Bir Düğün Gecesi, o romanlardan biri. Bireyin çıkmazlarını içinde bulunduğu çağın çıkmazlarıyla anlatmak konusunda beni herhalde en çok o yüreklendirdi. Bana ne yaptıklarından emin olmadığım ama ara ara mutlaka açıp okuduğum başka kitaplar da var. Mesela Lorca’nın Kanlı Düğün adlı oyunu, bir çocuk romanı olan Pál Sokağı Çocukları ve şiirde de Edip Cansever’in Ben Ruhi Bey Nasılım’ı.

Bir okur olarak, sizce öykü mü roman mı?

Öykünün inceliğini seviyorum, işçiliğini şiire benzetiyorum. Ve şiir okur gibi okuyorum aslında. Ama yine de yazarken de, okurken de roman hep birinci sırada. Beni kavrıyor, kucaklıyor, büyük bir dünyanın içine misafir ediyor ve yeri geldiğinde içinde kaybolmama izin veriyor.

Yazmaktan hoşlandığınız belirli bir şehir ve/veya mekân var mıdır?

Evimde, çalışma odamda, masamın başında yazmaktan hoşlanıyorum. Ama hayat öyle bir şey değil. Altı romanımın da kimi bölümlerini dünyanın çeşitli ülkelerinde, bazen çok garip şehirlerde, tuhaf hallerde yazdım. Ama hep evimde, masamda bitirdim.

Edebiyatımızın bugün bulunduğu noktayı yeni çıkan romanlar çerçevesinde siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her devirde olduğu gibi bu devirde de edebiyat kaygısı olan ve olmayan kitaplar basılıyor. Bize, edebiyat okuruna düşen, kendi beğenimizin ve iyi edebiyatın peşinden gitmek, gerisi için de fazla endişe etmemek, en azından zaman kaybetmemek bence. Evet, bir dolu tuhaf kitap var piyasada, ama çok iyi kalemler, çok iyi öyküler, çok iyi romanlar, çok iyi şiirler de var. Yeni bir kalemle tanışınca heyecanlanıyorum, peşine takılıyorum, yeni romanlar yazmasını dört gözle bekliyorum. Ve bana bu hissi yaşatan romancılar var.

edebiyathaber.net (2 Kasım 2018)

Yorum yapın