Neriman Ağaoğlu: “Benim asıl derdim o dönemi yaşayan kadınları anlatmak.”

Kasım 8, 2022

Neriman Ağaoğlu: “Benim asıl derdim o dönemi yaşayan kadınları anlatmak.”

Söyleşi: Şirvan Erciyes

Neriman Ağaoğlu ile 90’ların genç kadınları ekseninde yazılmış öykülerinin yer aldığı Eflatun Zamanlar üzerine konuştuk.

Eflatun Zamanlar adlı öykü kitabınız Eylül 2022’de okurla buluştu. Öncelikle, okur-yazarlık hikâyenizden başlamak isterim. Edebiyat hayatınıza ne zaman ve nasıl dâhil oldu?

Sanırım edebiyatla ilişkim çocukluğumda başladı. Yalnız bir çocukluğum oldu, doğal koşullar yaşamımızda o kadar belirleyici bir yerde duruyordu ki bunu çoğunlukla gerçeküstü algıladığımı hatırlıyorum. Hep hikâyeler dinlemek istediğimi birde. Okula başlayınca her şeyi büyük bir açlıkla okumaya başladım. Sanırım ailem de bu yönümü hep destekledi. Köydeydim ama daha ilkokulda çocuk klasiklerinin çoğunu okumuştum. “Jules Verne, Muzaffer İzgü, Orhan Kemal, Kemalettin Tuğcu. Bir de radyo tiyatroları vardı tabii.  Ortaokulda da çok iyi bir okul kütüphanemiz vardı. Türkçenin birçok yazarını da o dönem keşfettim. Dostoyevski’yi de. Ayrıca bir çocuğun en büyük şansı iyi bir edebiyat öğretmeniyle karşılaşmaktır diye düşünürüm. Benimki de o en iyilerdendi. Bizi kitaplarla ve tiyatroyla tanıştıran çocukluk kahramanım Sebahat Arslan.

Çok okumak insanın yazmaya öykünmesine neden oluyor. Şu da vardı, bizim kuşağımızın yetiştiği yıllar Türkiye’de birçok kavramın değiştiği, özellikle kadınların hayatın anlamını sorguladığı ve eşitlik arayışlarının arttığı bir dönemdi. Bu nedenle de deli gibi okurduk. Dolayısıyla ben edebiyatın hep içindeydim. 20’li yaşlarımdan beri de yazıyorum.

Eflatun Zamanlar adı Behçet Aysan’ın Bir Eflatun Ölüm şiirini çağrıştırıyor, öyküleri okuyunca bu çağrışım daha da güçlendi, yanılıyor muyum?

“değişen bir şey yok hiç,

ölüm hariç.

aynı gökyüzü aynı keder.” diye bitirir Behçet Aysan bu şiiri.

Hem 80’lerde yaşananlara hem de 90’ların acılarının bireysel mutluluklara izin vermemesine değiniyor gibidir. Maalesef benim onu tanımam da bu şiir vesilesiyle oldu. Kitaptaki genç kadınların öyküleri, tam da onun Sivas’ta yakıldığı yıllarda, o şiirin zihinlerinde yankılanmasıyla başlar. Diğer taraftan kitapta, politik atmosferin hızla değiştiği 90’larda, bireysel arayışlarını örgütlü olmaya feda etmemiş kadınlar söz konusudur. Bu nedenle öykülerin renginin mavi ya da kırmızı değil, eflatun olduğunu düşünerek bu adı koymak istedim.

Eflatun Zamanlar ’da geçen öyküler 90’larda genç olanlara daha tanıdık gelecektir. 90’larda memur sendikaları ve öğrenci topluluklarının başı çektiği politik bir karşı duruş ve toparlanış başlamıştı. Kitapta yer alan tüm öyküler 90’larda geçiyor, özellikle bu yanını çok önemsedim ve okurken mutlu oldum; yazılmayı hak eden bir dönem zira. Siz ne dersiniz 90’lar hakkında.

Evet, amacım o dönemi anlatmaktı. 80 sonrası hızla değişen bir dünya vardı. Sovyetler yıkılmıştı. Diğer taraftan ülkede 80 darbesinden sonra özgürlük isteyen kitleler artmıştı. Yönetimler ise biran önce yenidünya düzenine eklemlenmek istiyordu. Bu nedenle tüm özgürlük talepleri büyük çatışmalara dönüşüyor, muazzam bir politik şiddet uygulanıyordu. Konserlere gidenler gözaltına alınıyor, festivallerde sanatçılar yakılıyordu. Bunu protesto edenler tutuklanıp kaybediliyordu. 

Her kuşağın entelektüel arayış içinde olan kesimleri kendi dönemi için hayatı anlamlandırmak ister. 90’larda genç olanlarda bunu yapıyordu aslında. Ama daha önceki kuşaklardan farklı olarak 90’lara hâkim olan hız onların durup düşünebilmesine çok imkân tanımadı. İyi mi kötü mü bilmiyorum ama hesaplaşma yapamamış bir kuşak olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü 90’lar iki binlere hatta günümüze uzadı. Bizim kuşağımız hep direndi, direniyor. Tabii bunun bir nedeni de yeni kuşakların politik direnme noktalarını daha başka hatlara kurmasıyla da ilgili.   

Öykülerde, direnen ve dönüşen kadın karakterler öne çıkıyor. Direnirken ve dönüşürken kapıldıkları korkuya teslim olmak yerine o korkuya karşı koyan kadınlar. Yalnız yaşadıkları evlerde, gece saatlerinde sokaklarda korkan kadınlar… Korkmakta haksız olmadıklarını kanıtlayan nice vahşete tanık olduk. Kadınların korkularını yenmelerine edebiyat nasıl yardım edebilir?

Benim asıl derdim o dönemi yaşayan kadınları anlatmak. Ülkemiz için, seksenlerde renkliliği ve yelpazesi geniş feminist bir dalgadan bahsedebiliriz. Bu sol çevrelere hemen sirayet edemese de, politik özne olmaya soyunan kadınlar nezdinde eşitlik, birincil bir talepti. Bazen başka şeylerin gölgesinde kalıyordu kuşkusuz. Ama özellikle 2000’lere doğru bu tartışılmaz bir gerçeklik olarak politikanın belirleyenlerinden biri olmuştu. Yanlışlarımızda vardı, el yordamıyla yaptığımız şeyler, bireysel yaşamlarımızda savunamadığımız verili algıya teslim oluşlarımız vardı. Yine de bugün hayatın belirleyenlerinden biri olan kadın gücünün nüveleri o zamandadır diye düşünüyorum.

Edebiyatla ilişkisi ise umut etmekle ilgili sanırım. Bugünlerde yaşadığımız çok konuda söz söyleyebilen, bu sözü örgütleyebilen bir kadın hareketinden söz edebiliyorsak korku karşısında direnebilen, yaşamı değiştirme iradesi gösteren kadınların hikâyesini anlatabilme cesaretinin katkısını inkâr edemeyiz. En önemlisi, artık edebiyat kadınların hikâyesini anlatmaya değer buluyor.     

Mücadeleden kopmuş, hayallerini, arkadaş gruplarını yitirmiş ya da terk etmiş, savrulmuş gençler kadar ölüm oruçlarında yaşamını yitiren gençlere de yer vermişsiniz öykülerinizde. Politik duruşunu her alanda belirleyici kılan ve bu ölçütle yaşayan insanlar ve ödedikleri bedeller kadar bu bedelleri ödemeyi göze alışlarındaki cesaret ilgiye ve saygıya değer. Öykülerinizi yazarken bir hafıza oluşturmayı mı amaçladınız?

Kuşkusuz, bir hafıza oluşturmak istedim. Benden önce de bu olaylara göndermeler yapan öyküler romanlar yazıldı. Benim kitabım sanırım tematik olması ve odağına kadınları alması açısından bir ilk olabilir.

Her öyküden sonra bir mektuba yer vermişsiniz? Bu mektuplar aracılığıyla karakterlerin geçmişi, sırları ve bugünleri belirginleşiyor. Zaten kitapta yer alan on öykü aynı arkadaş gurubu etrafında gelişiyor, dokuz mektup ise Zeynep ve Nurten arasında yazılıyor. Bu açıdan bakılınca roman da olabilirmiş diye düşünüyor okur.

Evet, roman olması önerisini çok aldım. Fakat roman bir felsefi tartışma gerektirir. Yapısal olarak karşıtlıklar üzerine oturması gerekir diye düşünüyorum. Benim istediğim siyasi tartışmalar, hesaplaşmalar yapmak değildi. Sizin tespit ettiğiniz gibi dönemin, özverili, inançlı, tüm zorluklarına karşı ileriye akan yönünü güzellemek istiyordum. Bu nedenle öyküde direndim. Tematik olması açısından da mektupları üst kumaca gibi düşündüm. Ayrıca edebiyattaki deneysellikler de ilgimi çekiyor. Biliyorsunuz artık türler arası geçirgenlikler daha çok ilgi görüyor. 

Bir diğer nokta da Nurten ve Zeynep bu mektuplarda sadece yaşananları değil, sanatı tartışıyorlar. Çok iddialı olmasın ama “kadınların yaptığı sanatı.”

Öykülerinizde trenler, tren yolları ve tren garları öne çıkan imgeler. Ülkemizde yaşanan tren kazalarını ve gar patlamasını, bu katliamlarda ölenleri usa düşürüyor. Romantik yolculuklar, ya da kavuşmanın değil kara haberlerin taşıyıcısı gibi trenler. 

Edebiyatın temel izleklerden biridir “yola çıkmak”. Bizim ülkemizde ise yola çıkanların başına neler geliyor? Bunu da düşünmek istedim.

Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.

Güzel sorularınız için ben teşekkür ederim.

edebiyathaber.net (8 Kasım 2022)

Yorum yapın