Murakami’yle kayıp zamanın izinde | Can Öktemer

Mayıs 31, 2018

Murakami’yle kayıp zamanın izinde | Can Öktemer

Haruki Murakami, çağdaş edebiyatın en önemli isimlerinin başında geliyor. Kitapları bir çok farklı dile çevrilmiş durumda. Türkiye’de de son yıllarda kendisine bir ilgi söz konusu.  Murakami’nin eserlerini Türkçe’ye kazandıran Doğan Kitap, Murakami’nin hemen hemen bütün külliyatını yayımlamış durumda.  Bu listeye geçtiğimiz haftalarda yayımlanan Rüzgarın Şarkısını dinle eklendi.  Kitabı Ali Volkan Erdemir çevirmiş. Rüzgarın Şarkısı, Murakami’nin yazmış olduğu ilk roman. Bu roman uzunca Murakami’nin isteğiyle uzunca bir süre Japonya sınırları dışına çıkmamış. Kendisi romancılığının başlangıcı olarak Yaban Koyunun İzinde’yi görmüş. Lakin bir kaç yıl önce bu romanın onun hayatındaki önemini kavramış ve bu inadını kırmış. Romanın ilginç de bir yazım öyküsü var. Haruki Murakami, romancılığa başlamadan önce Tokyo’da caz-baz işletiyormuş. 20’li yaşların başında açtığı bu mekan onun hemen hemen bütün zamanını alıyormuş. 30’lu yaşların başına geldiğinde, gittiği bir beyzbol maçının ardından evine döndüğünde kendisine bir tür ilahi mesaj gelmişçesine evinin mutfağında  Rüzgarın Şarkısı’nın ilk satırlarını yazmaya başlamış ve kısa bir süre içerisinde kitabı tamamlamış. Kitabı da Japonya’da bilenen bir ilk roman yarışmasına göndermiş. Aradan uzunca bir zaman geçmiş, kendisi romanı yarışmaya gönderdiğini bile unutmuş ve hiç beklemediği bir anda romanın dereceye girdiğinin haberini almış. Sonra da olaylar gelmiş ve Murakami dünyaca ünlü bir yazar olmuş.

Rüzgarın Şarkısı, bir novella ve Murakami’nin daha sonraki eserlerinde işleyeceği bir çok temayı barındırmakta. Bunlar: gizemli bir kadın, tesadüfler, caz, klasik müzik, bar, plak dükkanı, yalnızlık, ölüm ve melankoli…

Hayaller, gerçekler ve aşk

Rüzgarın Şarkısı’nda 8 Ağustos 1970 yılında başlayıp 26 Ağustos’ta biten  bir hikayeye tanık oluyoruz. Bu 18 günlük hikayeyi bize ismini bahşetmeyen Tokyo’da biyoloji üzerine okuyan kahramanımızın ağzından dinliyoruz. İsimiz kahramanımız tipik bir Murakami karakteri. Yalnızlığına düşkün, sosyalleşmek yerine evinde klasik müzik eşliğinde kitap okuyan, hayat, ölüm gibi ciddi meseleler üzerine kafa yoran, melankolik; hayattan sıkıldıkça kıyıya vuran dalgaları izleyen, bulutların gökyüzünde sakince süzülüşünü takip eden biri. “Mayıs ayının yumuşak güneş ışıkları altında yaşam ile ölümün eş olduğunu düşünmek bir ferahlama duygusu uyandırdı içimde. Yere sırtüstü yatıp, gözlerimi kapattım, saatlerce tarlakuşlarının şarkısını dinledim”.

Kahramanımız, yaz aylarının yaratmış olduğu rehavetle günlerini J.’nin barında yakın arkadaşı ‘Fare’yle birlikte bira içerek geçiriyor. ‘Fare’ zenginlerden nefret eden bir zengin, kitap okumaktan hiç hoşlanmıyor ve kötü roman denemeleriyle uğraşıyor. İkili, J.’nin barında soğuk bira ve kızarmış patates eşliğinde hayat, aile, aşk ve kadınlar üzerine hasbihal ediyorlar.

Hikayenin ilerleyen bölümünde kahramanımızın hayatına plakçıda çalışan gizemli bir kadın giriyor. Bu kadınla, J.’nin barında tanışıyor ya da tanışmak durumunda kalıyor diyelim. Çünkü, gizemli kadın, aldığı yüksek dozda alkol nedeniyle bayılıyor ve yaralanıyor. Kahramanımız da onu evine kadar götürüyor, sabaha kadar onun başında bekliyor. Ve ikilinin ilişkisi bu şekilde başlıyor. Zaman ilerliyor, ikili birbirlerine giderek yakınlaşıyorlar. Karşılıklı anlamlı sessizlikleri paylaşıyorlar, yaz akşamlarının huzur vericiliği sessizliğinde, denizden esen rüzgarın perdeleri uçurduğu günlerde, Elvis Presley şarkılarının fon müziği olduğu masalarda yemek yiyip, içkilerini yudumluyorlar; hayat, geçmiş ve gelecek üzerine konuşuyorlar. Derin hakikatlerin paylaşıldığı bu ortamda paylaştıkları sözcükler, sessizlikler ikilinin ilişkilerini derinleştiriyor, yalnızlıklarına panzehir oluyor bir nevi. Hem zaten  “ancak yalnızlıkları birbirine benzeyen insanlar uzun yolda birbirini kaybetmez”.  Lakin zaman ikisinin de aleyhine  işliyor. İkisi de bu ilişkinin bir geleceğinin olmadığının farkında ve bu hikayenin ileride hoş bir anı olarak kalacağının bilincinde. Yaz tüm hızıyla geçiyor. Kahramanımız Tokyo’ya okuluna dönme zamanı geliyor. Geride, yarım kalan bir hikaye ve belleğin dehlizlerine yerleşen hatıralar kalıyor. Tıpkı Barış Bıçakçı’nın dediği gibi: “Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir…”

Murakami, ilk romanında alt tarafı hayati fazlası diyor, öyle ya da böyle yaşanılıyor ve bitiyor. Hayat devam ediyor klişesine başvurmadan, hayatın bir şekilde ilerlediğini geride bırakılanların, geleceğin henüz yaşanılmamış sayfalarında başlayacak yeni hayatların olduğunu hatırlatıyor. Tıpkı romanda kahramanımızın söylediği gibi: “Her şey geçip gider. Bu gidişi kimse durduramaz. Bizler böyle yaşarız”. Daha da önemlisi ölüm gibi gerçeğin olduğu bir yerde, hayatı çok da ciddiye almanın saçmalığını vurguluyor.  Lakin şunu da hatırlatmadan geçmiyor, her şey olur, her şey geçer ama bazı şeylerin izi de kolay, kolay silinmez. Bir zaman gelir, şarkılar, romanlar bir şekilde o izleri, yaşanmışlığı hatırlatabilir… Hatırlamak da insanın kaderidir zaten. Özetle: “Yani rüzgar her şeyi alıp götürmeyecek.”

Rüzgarın Şarkısı, büyümenin, masumiyetin yitirilmesini, tesadüflerin, ilk aşkın, geride bırakılanlar, ölüm gerçeğiyle yüzleşmenin daha da önemlisi hayatın muamması üzerine çarpıcı bir ilk roman.

edebiyathaber.net (31 Mayıs 2018)                                                        

Yorum yapın