Söyleşi: Hande Emekçi
Müge İplikçi’nin “Kavşakta Kalanlar” adlı öykü kitabı geçen ay, Dijital Kitaplar tarafından yayınlandı. Edebiyatımızın önemli ismi İplikçi ile “Kavşakta Kalanlar” üzerine söyleştik.
Kavşakta Kalanlar, hem bireysel hem toplumsal çıkmazlara dair yoğun bir anlatı sunuyor. Sizce bir karakterin ‘kavşakta kalması’ neyi işaret ediyor?
Kavşakta Kalanlar, karakterlerin iki arada bir derede durmayı tercih ettiği bir seçki olarak karşımıza çıkıyor. Perende’den bu yana edebi yolculuğuma bu boyutta devam ettiğimi kabul etmem gerekiyor. Genellikle karakterlerimin içsel bir çatışma yaşadığı bir durum söz konusu; gitsek mi, kalsak mı yoksa dursak mı soruları etrafında dönen o “an”, benim için son derece mucizevi bir an. Zira o durma anında, karakterlerimi yakından izleme şansım oluyor ve onların temel adımlarını takip ederek başka bir yere nasıl evrilebileceklerine dair yöntemler geliştirebiliyorum.
Kitap boyunca sıradan insanların gündelik hayatlarındaki derin kırılmaları görüyoruz okur olarak. Sıradanlığın içindeki bu kırılmaları yazarken sizi en çok etkileyen şey neydi?
Bir karakterin kavşakta kalması, aslında birçok olasılığı da beraberinde getiriyor. Bu durum, bir yazar olarak benim için son derece verimli bir alan çünkü karakterler her yöne sıçrayabilir ve durabilir. Kitap boyunca, sıradan insanların gündelik hayatlarındaki kırılmaları göstermeyi amaçladım; bu, edebiyatımın temel çıkış noktalarından birisi. En büyük kırılmaların, sıradan anların içinde gerçekleştiğine inanıyorum; bunun ötesindeki durumlar gerçek bir kırılma sayılmaz. Beklenilen olaylar, sürpriz ya da renk sunmaz; dolayısıyla oradan bir arayış çıkmaz. Sıradanlığın içindeki kırılmaları yazarken beni en çok etkileyen, karakterlerimin yaptığı seçimlerdir.
Öykülerinizin dili zaman zaman iç monologlarla, zaman zaman da hafif kara mizah yüklü anlatımlarla besleniyor. Çoğu zaman karakterlerin varoluşsal bunalımlarıyla baş etme biçimi ya da sistemin katılığına karşı bir dil direnişi gibi çalışıyor. Özellikle kara mizah ve ironi, bireysel olanla politik olan arasındaki çatlağı görünür kılıyor. Siz mizaha hangi pencereden bakarak eserinize aktardınız?
Bu, yalnızca öykülerimde değil, tüm kurgularımda tercih ettiğim bir yöntem.
Kara mizah da bu bağlamda önemli; zaten yaşamımda da bu çerçeveye sahip biriyim. Bu, yaşama dair büyük soru işaretinin içinde bulduğum bir cevap anlamına da geliyor. Karakterlerimin de benzeri bir şekilde yol aldığını düşünüyorum.
Sizin cephenizden bakıldığında ironi ya da kara mizah, bireysel ile politik arasındaki çatlağı görünür kılmaya yardımcı oluyorsa, bu benim için büyük bir mutluluk kaynağı. Bu noktada, görünürlüğü elde etmek amacıyla kara mizahı ve ironiyi tercih ettiğimi de söyleyebilirim.
Sizce günümüz Türkiye’sinde “kavşakta kalmak” nasıl bir ruh hâlini anlatıyor? Bu kitap, bugünün Türkiye’sine bir tür iç manzara sunuyor diyebilir miyiz?
Günümüz Türkiye’sinde kavşakta kalmak, aslında geçmişe takılı kalmak anlamına geliyor. Türkiye’nin en büyük sorununun bu olduğunu düşünüyorum. Gençlerin, daha yaşlılara göre önde olmasının nedeni de bu; zira onlar, yaşadıkları an henüz geçmişle karışmadığı için şimdiki zamanın gücüyle hareket ediyor ve cesur adımlar atabiliyorlar. Ancak, toplum olarak “genç bir nüfusa sahip olmamıza rağmen”, orta yaş ya da yaşlı refleksiyle hareket etmeye çalıştığımız için “iki ileri bir geri” adım atmak durumunda kalıyoruz. Evet, geçmişe takılı kalmak ve orada bir nevi karamsarlığa kapılmak, adım atamamak ve karamsarlık içinde kalakalmak.
Durmanın bile kendi içinde onarıcı bir hali var; durursunuz ve sonra ileri gidersiniz, ancak karamsarlık ve içe dönme hali, “zaten ne zaman oldu ki?” gibi bir iç endişeyle hesaplaşmaya girişmek bizi tıkıyor. Oysaki adım attığımızda, bunun korkulacak bir şey olmadığını göreceğiz. Umutlu olmamın nedenlerinden biri de bu- bu ülkede.
Kitaptaki öykü başlıklarınız, yalnızca anlatıya giriş noktası değil, çoğu zaman ironik, çağrışımlı ya da çok katmanlı bir anlam taşıyor. Sizce başlık, öyküyle okur arasındaki ilk temas alanı olarak nasıl bir yere sahip?
Kitaptaki öykü başlıklarımın çok katmanlı olduğuna katılıyorum! Bu katmanlılık, öykülerdeki farklı yönleri okura hissettirmesi açısından önemli refleksler içeriyor. Başlık, özellikle öyküde önemlidir; çünkü ilk etapta orada okuru yakalarsınız…
Kimi öykülerinizde tekinsiz ya da sıradanlaşmış mekânlar (kuaför, otobüs, güzellik salonu, kitabevi) karakterlerin iç dünyasının yansıtıcısına dönüşüyor. Bu mekân tercihlerinizi nasıl yorumlarsınız?
Kısa öyküde bu fırsatı çok iyi değerlendirmek gerekir. Öykülerimde, tekinsiz ya da sıradanlaşmış mekânların varlığını da kabul ediyorum. Karakterlerin iç dünyasının yansıtılması için mekânı kullandığımı ifade edebilirim; çünkü mekân, doğrudan iç dünyaya temas ediyor.
Kısaca hemen her şeyin olabileceği mekânlar bunlar. Bir otobüs içinde sürekli bir hareketlilik vardır; kuaför, güzellik salonu gibi yerler de öyle; sürekli bir akışkanlığın olduğu mekanlardır buralar. Akışkanlık varsa, zaten tekinsizlik de vardır. Buraları tercih etmemin temel nedenleri sanırım bu.
Öykülerinizde anlatıcı bir yandan karakterin içinde, bir yandan ona dışarıdan bakan, hatta bazen okura seslenen bir yerde duruyor. Bu çok katmanlı anlatıcı konumu hakkında neler söylemek istersiniz?
Bu, benim edebiyatımın önemli noktalarından biri. Çok katmanlı anlatıcı konumu, özellikle seçtiğim bir şeydir. Tek düze, monoton, tek yönlü bakış açısını deşifre etmek ve yıkmak için kullandığım bir yöntemdir. Bu, zaman zaman öykülerdeki ya da kurgulardaki anlaşılmazlığın da altını çizen bir husus.
Kitaptaki karakterler sık sık geçmiş ile bugün, kişisel hikâyeler ile kolektif hafıza arasında salınıyor. Edebiyatımız özelinde bu konu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Aslında salınmıyorlar; orada tutuklu kalmışlar. Geçmişin esareti içinde yaşamak da diyebiliriz buna. Oysa geçmişle barışmanın birçok yöntemi var. Barışıldığı zamansa, şimdiki zamanın içerisinde hareket etmek ve bulunan yeri, artık adı neyse oranın, orayı verimli bir yere dönüştürmek mümkün. Ruhumuz, bu ülke, yeryüzü… Bence fark etmiyor. Bireysel ya da kolektif hafızanın sağaltılmasının temelinde bu var. Geçmişle barışmak.
Edebiyatımız, kendi içindeki bu gerginliği çözmek istemeyen, çözemeyen, çözmeyi tercih etmeyen kurgu karakterlerle dolu…Edebiyatımız için çok verimli örnekler bunlar ama yaşam için bir o kadar zorlayıcı. Hemen aklıma Oğuz Atay’ın karakterleri geliyor…