Mehmet Nusret nasıl Aziz Nesin oldu? | Songül Öztürk & Ahmet Rıfat İlhan

Temmuz 13, 2018

Mehmet Nusret nasıl Aziz Nesin oldu? | Songül Öztürk & Ahmet Rıfat İlhan

I. Songül Öztürk

belki herzamanki gibi herşeyin arka yüzündeki kötülükleri görmeye alışık olduğumdan-

Aziz Nesin

-belki herzamanki gibi söylenenlerin söylenmeyenlerin örtüsü olduğunu görmeye alışık olduğumdan- 

Mehmet Nusret nasıl Aziz Nesin oldu: Mehmet dedesinin adı, Tanrı yardımı, başarı, üstünlük anlamına gelen Nusret ise Çanakkale Savaşının en kızgın, en civcivli zamanında savaşı kazanma dileğinin bir ifadesi… Nesin soyadının hikâyesi ise kendi cümleleriyle şöyle:

“1934 yılında Soyadı kanunu çıktı, her Türk kendine bir soyadı alacaktı. Herkes kendisine soyadını kendisi seçtiği için, insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı. Dünyanın en cimrileri ‘Eli açık’, dünyanın en korkakları ‘Yürekli’, dünyanın en tembelleri ‘Çalışkan’ gibi soyadları aldılar. Bir mektup yazılabilecek bir zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine ‘Çeviker’ soyadını almıştı. Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan, özellikle Türklüğü karışık olanlar ırkçılık anlatan soyadlarını kapışıyorlardı. Her türlü yağmada hep sona kaldığım için, güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime ‘Nesin’ soyadını aldım. Herkes ‘Nesin?’ diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim.” (Önol, 2015. sf.24)

Nesin! diye çağırılınca ne düşünülmeliyiz? Aziz Nesin ne düşünürdü? Bilerek ya da bilmeyerek Nesin soyadı alarak kendi yolunu çizdiğini söyleyebilir miyiz ya da söylemeli miyiz? Birini azımsamak, kendisini kötü hissettirmek istediğimizde, bazen de karşı tarafın/tarafların sezdirdiği önemsemeyişin savunması olarak “Kimsin?” sorusu can simidimiz olur. Belki bir sezgiyle biliriz Nesin sorusunun bir ontolojik sorunsal olduğunu, sıradan insanların Kimsin sorunsalıyla uğraştırılırken aslında ne olduğunu kaçırdığını. Peki, insan kim olduğuyla değil ne olduğuyla uğraşırsa bi’şeyler değişir mi?

Erhart’ın ortaya attığı ve bizim temel olarak kişi olmadığımızı öne sürdükten sonra, en temelde insan olduğumuzu söyleyen görüşü, animalizmi benimsediğimi belirtmek isterim. Animalizme göre insanın özdeşlik şartları diğer hayvanlarınkinden çokta farklılık göstermez. İnsanlarda hayvanlar gibi doğar, büyür ve ölür, yani varlığı ortadan kalkar. Psikolojik özelliklerimiz devamlılığımızı sürdürmez. Böylece, insanlarla diğer hayvanlar arasındaki büyük boşluk da kapanmış olur.

“Bizler insan zigotları olarak hayatlarımıza başlarız; bunlar gelişerek insan cenini olurlar; ceninler gelişerek bebek, çocuk ve yetişkin insan olurlar. Biyolojik ölüm sonucunda da insan yok olur ve yerine ceset geçer.”(Erhart, 2007.sf.154)

Biz insanların cenin, bebek, çocuk, yetişkin, yaşlılık vs. süreçlerinde özdeşliği birtakım psikolojik ilişkilerden ibaret olmaktan çıkıp beden varlıkla açıklandığında galiba “kim”likler önemini kaybeder ve biyolojik ölümle ölene kadar veya artık insan türü kapsamında olmaktan çıkıncaya kadar kendimiz olarak var olmaya devam ederiz. Erhart insan kavramını şöyle tanımlar: Herhangi bir insan nesnesi için, x insan ise o zaman x muhakkak bir canlı biyolojik organizmadır ve homo sapiens adlı biyolojik türün mensubudur.

Aziz Nesin’in, yine kendi cümleleriyle, kim olduğunun ötesinde ne olduğunun farkında olarak kurduğu dünyasına göz atalım:

“… Askerlikten mahkeme kararıyla çıkartılıp üç ay on gün cezaevinde kaldıktan sonra, işsiz ve parasız kaldığım gün, zengin olma yoluna değil yazar olma yoluna gitmiştim.” (Önol,ark. 2015. sf.32)

“1944-45 yıllarında Tan gazetesinde köşe yazarıydım. O zaman fıkra yazarı deniyordu. O çağda genç yazarlar fıkra yazarı olmazlardı. Beni biçok gazete köşe yazarı olarak Tan’dan almak istiyordu. Tan, Babıali’nin enaz para veren gazetesiydi. Ama ben Sabiha ve Zekeriya Sertel dolayısıyla Tan’a sempati duyuyordum; ayrılmadım.” (Önol, ark. 2015. sf.34)

“Yıl, 1953… Yazarlıktan gittikçe umudumu kesmekte olduğum acılı günlerimdi… İşte o günlerde Akbaba’ya yazmaya başladım. Birkaç ay sonra, Akbaba’nın hemen bütün yazılarını ben yazmaya başlamıştım. Elime daha çok para geçmesi için üstüme çok iş almak zorundaydım… O zaman da aldığım işleri tam zamanında yetiştiremiyordum… Derginin yazılarını zamanında istiyordu. Bundan başka bişey daha istiyordu; yazıların güzel de olmasını… Ben, verdiği paranın artırılmasını isteyemiyordum; çünkü bana yazı yazdırmakla zaten iyilik yapmıştı…” (Önol, ark. 2015. sf.56)

“İlk cigara içmeye cezaevinde başladım. Dertlendiğimden, avunmak için falan da değil… Yoksul koğuş arkadaşlarıma ikram için paketle cigara almaya başladım. Onlara verip kendim içmezsem ayıp olacak diye her paketten bir iki tane de ben tüttürmeye başladım…” (Önol, ark. 2015. sf.72)

Her bakımdan çok geç gelişebildim. İlk kitabım kırk yaşımdayken yayımlanabildi… Yani içimde hep geç kalmış olmanın, yetişememenin, yetiştirememenin acelesi vardı, yine da var…” (Önol, ark. 2015. sf.86)

“Şimdi, altmış dört yaşımdayım. Kitaplarımın sayısı yaşımı geçti, yetmiş kitabım var, borcum yok sayılır, dört çocuğum, üç torunum var. Yapıtlarımın çevrildiği dil sayısı otuzu geçti. Geçen on yıl içinde Türkiye’de bir yazarın kazanabileceği en çok parayı kazandım. Ama rahat beni rahatsız ettiği için olacak, oldukça sınırlı geçimimizden artan kazancımla kimsesiz çocukları yetiştirmek için bir vakıf kurdum. On yıl, yirmi yıl önce nasıl yaşıyorsam, bugün yine öyle yaşıyorum. Kuyruklarda dolmuş bekliyorum, otobüslerde sıkışıyorum, rahat gitmek istediğim yere yürüyerek gidiyorum, pazardan alışveriş ediyorum, para sıkıntısı çekiyorum, kalabalıklarda itilip kakılıyorum.” (Önol, ark. 2015. sf.102)

“O ilk gün inme indiği an, hani kolunu geçiremezsin ceket kolu sarkar ya, işte kolum bacağım öyle bomboş sarkıyordu. İnme olduğunu anladığım an hareket etmeye çabaladım, bir dursam her şey bitecek gibiydi. Çok düşümdüm. Kararımı verdim. Eğer umut yoksa kesin öldürecektim kendimi… İlaçla… İnsanın kendine egemen olma özgürlüğü olmalı. Ağladım. Ölüm kararı aldığım için. Hayatı öyle seviyorum ki, ondan ağladım. Ama hayatı çok seviyorum diye de köpek gibi yaşanmaz…” (Önol, ark. 2015. sf.110)

Elbette en büyük borçluluğu Türkiye halkına duyuyorum. Ödenmesi olanaksız bu borcu ödemeye çalışmak için çırpınıyorum… Ödenemeyen başlıklı şiirimim bir daha okur musun?

Ödenemeyen

Ey benim halkım

Ey benim eli açık gözü kapalım

Yüreği açık dili bağlım

Ey benim en güzelim

Ey benim en çirkinim

Yiyemedin yedirdin

İçemedin içirdin

Giyemedin giydirdin

Okuyamadın okuttun

Kendin üşüdün yağmurda karda

Ama beni korudun

Varından değil yoğundan verdin

Az az değil çoğundan verdin

Ah ne az ne az aldın

Ama ne çok ne çok verdin

En az aldın en çok verdin

Almadan vermek sana özgü

Utanırım aldıklarım demeye

Gücüm yetmez borcum ödemeye

Bende hakkın çoktur halkım

Değil böyle bir Aziz

Bin Azizler olsa yetmez

Aldığını vermeye

Utanırım hakkın helal et demeye

Dünya durdukça durasın halkım” (Önol, ark. 2015. sf.120)

“… Şunu da söyleyeyim sana, ben sulu gırtlak hümanistler gibi, insanları seviyorum, Türk halkını seviyorum diyenlerden de değilim. Büyük çoğunluğuyla Türk halkını hiç sevmiyorum. Kötü, kaba, çirkin, ikiyüzlü, korkak, pis, bilgisiz insanları ne diye seveyim… Hiç sevmiyorum. Onların böyle olmaktaki gerekçeleri, ‘ama kabahat onların değil ki’ sözleri, bana onları sevdirmiyor. Ben bu sevmediğim Türkiye halkı için bütün bir yaşamımı ortaya koydum, harcadım. Sevmiyorsam, niçin? Çünkü ben o halktanım. O insanların sevilecek bir düzeye gelmeleri için, hiç abartmasız canımı bile verebilirim. İnsan nasıl ana babasını değiştiremezse, halkını da değiştiremez…”(Önol, ark. 2015. sf.140)

“… Çok şaşılası –belki hiç şaşılmayacak- şey, bu kitabım için (Yetmiş Yaşım Merhaba), tek eleştiri çıkmadı. Sanki öteki kitaplarım için çıkmış mıydı? Gerçekten bu bana karşı güdülen yok saymayı hiç anlamıyorum. (Aslında anlıyorum da, anlamış olmaktan utanıyorum.)” (Behramoğlu, 2016. sf.14-15)

“… Bütün bunların arasına elbet benim bitmez tükenmez sevi ilişkilerim de giriyor. Aşksız yapamam, yaşayamam, hangi yaşta olursam olayım… Belki beni yaşatan da bu. Her zaman beni seven biri oluyor ve her zaman seviyorum, hem de dolu dolu… Yani ben ölünce ‘öldü’ diye yazmayın, ‘ürettiği yüklerinin, yarattığı konularının altında ezildi’ diye yazın; çünkü doğrusu bu…” (Behramoğlu, 2016. sf.81)

Adana Kitap fuarında Nesin Yayınevi standına siyah şalvarlı, cemaat sakallı bir adam yaklaşmıştı melül bakışlı çocuğuyla. Adam çocuğa dönerek, ‘Senin Aziz Nesin okuma yaşın geldi,’ dedi. Söylediğini benim duyduğumu fark edince, ‘Bizden değildir ama,’ diye ekledi bana bakarak. ‘Aziz Nesin kimseden değildir,’ dedim adama. ‘Bilir misin,’ dedi ‘ben niye severim Aziz Nesin’i?’ ‘Bilmem,’ dedim. ‘Aziz Nesin ne düşünüyorsa onu söyleyen, yazan adamdır,’ dedi. ‘Eleştirmenler bile onu bu denli anlamıyorlar,’ dedim. Çocuğa birkaç Aziz Nesin kitabı alarak gitti.” (Sözcükler, 2015. sf.85)

“Benim en büyük dramım, söylemem gerekenleri, söylemem boynumun borcu olan sözleri, Türkiye’nin çok geri ve çok kötü koşulları yüzünden, bir özdenetimle söyleyemememedir.” (Behramoğlu, 2016. sf.84)

Kişi olmadan önce insan vardı ve bizler; öğrenciyiz, filozofuz, doktoruz, mühendisiz, anneyiz, eşiz, amcayız, genciz; ama en temel olarak insanız ve insan olmaya devam ettiğimiz sürece var oluruz. (Erhart, 2007.sf.166)

Kaynakça

-Erhart, I. (2007). Ben neyim? Kişiler ve İnsanlar Üzerine Bir Çalışma. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul.

-Behramoğlu, A. (2016). Aziz Nesin’li Anılar. Tekin Yayınevi, İstanbul.

-Sözcükler (Ocak-Şubat 2015)

– Önol, I., Pervane, E. ve Bora, S. (2015). Ömrüne Sığmayan Adam Aziz Nesin 1915-2015 Yazılmamış Özyaşamöyküsü. Nesin Vakfı, İstanbul.

II. Ahmet Rıfat İlhan

Ne kadar ünlü olursa olsun kim ve ne olduğunu unutmamak ve soyadının her söylenişinde kendisine hatırlatmak isteyen Aziz Nesin‘in soyadını alış öyküsü adeta ibretlik bir ders gibidir. Aziz Nesin (1915-1995)’in çağcılı olan Albert Camus (1913-1960) “İnsan ne ise, o olmayı reddeden tek yaratıktır.” derken kendisine soyadını seçmesinde bir gerekçe sunmuş olabilir mi?

Üstad, yukarıda alıntılanan soyadını alış hikâyesinde görüldüğü gibi, öncelikle kendisini isim değil sıfat düzeyinde bilme düşüncesindedir.

Gerek Camus’nun gerekse de Nesin’in birbirine benzer sözleri aslında, kim olduğu sahteciliğinden sıyrılarak, hiçbir zaman ne olduğunu reddetmeyen bir insanın başkaldırısıdır. Günümüzde toplumlar yalnızca kim olduğuna kafayı takmış ama ne olduğunu bilmeyen insanlarla dolmuştur. Kimlikler insanları birbirinden ayrıştırır ve koparır hale gelmiştir. İnsanlar farklılıklarını; sen benim kim olduğumu biliyor musun? sorusuyla birbirlerinin gözüne sokar olmuş ve üstünlük yarışına girmişlerdir. Oysaki soru; sen benim ne olduğumu biliyor musun? olsa, burada bir üstünlük söz konusu olamayacaktır. Aziz Nesin de, insanların bir diğerine, toplumun onlara verdiği unvan ve payelerle üstünlük taslamalarını hep eleştirmiştir.

İsim bir nesnenin son halidir ve özneldir. Sıfat ise nesneldir. Hayvanlar dünyaya geldiklerinde ne ise odur ve gelişimleri sınırlıdır. Oysaki insan doğduğunda fizyolojik olarak insan canlısı olarak değerlendirilmekle birlikte, insan olma yolunda alabileceği yol sınırsızdır. İnsan sözcüğünün başına gelebilecek; iyi, kötü, erdemli, erdemsiz, cesur, korkak mert, yalancı gibi sonsuz sayıda sıfat bulunabilir. Buna kıyasla kimlik; milliyet, iş ve meslek unvanları, din, mezhep gibi daha sınırlı ve statik bir kavramdır. Üstelik kimlik, toplumun size verdiği yapay sıfatlardır. Dolayısıyla insanın ne olduğunu bilmesi kim olduğunu bilmesinden daha önemlidir.

Kişi her şeyden önce kendini bilmelidir. Spartalı Khilon tarafından Delfi’deki Apollon Tapınağı’nın giriş kapısının üzerine yazılan “Nosce te Ipsvm, yani Kendini Bil” sözünün geçmişi MÖ 6. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Khilon’dan sonra gelen Platon ise bu sözü: “Sadece bir insan olduğunu bil.” şekline dönüştürerek aslında ne olduğunu bil demek istemiştir. Çünkü ne olduğunu bilmesi insanın öznelliğinden yani üst kimliğinden önce, ondan aslında daha önemli olan nesnelliğini yani özünü bilmesi demektir. Bilge insan ise özünü bilen insandır.

Kendisinin kim olduğunu bilmekle yetinen ama ne olduğunu bilmeyen bir insanın ne iyi ve erdemli bir insan olma yönünde çabası olabilir, ne de kendisini nesnel olarak değerlendirebilir. Aziz Nesin’in de dediği gibi kendisini hep kendinde var olmayan özellikler ile tanımlamak ister. Bu da insanı özünden uzaklaştırır ve giderek olmadığı bir insan haline getirir. Böyle bir insan para ve ün kazandıkça da yaşamdan ve toplumdan koparak kendini kaf dağının ardında görmeye başlar. Oysaki Nesin, yaşamının her döneminde yaşamın ve halkın içerisinde onlardan biri olmaya özen göstermiş ve sıradan bir insan olmanın mutluluğunu kaybetmeyi hiç istememiştir.

Aziz Nesin yaşarken, bazı çevrelerce bir gülmece yazarı olarak edebiyatçı bile sayılmamış ve eserleri eleştirmenler tarafından çoğunlukla göz ardı edilmiş bir yazar, ama aynı zamanda bilge bir düşünürdür. Çünkü o bunu hiçbir zaman bir kimlik sorunu haline getirmemiş, kendisinin ne olduğunu bilerek sürekli ürün vermeye hep devam etmiştir. Onu büyük yapan da bu özelliğidir.

edebiyathaber.net (13 Temmuz 2018)   

Yorum yapın