Madame Bovary’nin anlaşılmayan isyanı | Başak Canda

Ocak 12, 2024

Madame Bovary’nin anlaşılmayan isyanı | Başak Canda

Her yazar ister istemez bir geleneğin içinde doğar. İçinde doğduğu kültür ortamında büyür, gelişir. Sonunda kendini bulur, manifestosunu yaratır ve evrimleşir. Hayatı boyunca biriktirdikleri içinde bir eleme yapar, onlarla yolunu çizer. Bunu yaparken en çok etkilendikleri ona yol gösterir. Bireysel yaratıcılık da burada başlar. Her yapıt bir anlam üzerine inşa edilir. Bu anlam denilen şey tartışılır elbette. Bu tartışma çoğunlukla biçimin içeriği belirlemesinden doğar. Yazınsal sürecin hangi evresinde olursak olalım yaptığımız çalışmaları eşit bir anlam ve anlaşılabilirlik üzerine kurmak neredeyse imkansızdır. Bu yüzden anlam katmanını farklı yerlerde önümüze getirdiklerinde zorluk çekeriz. Bu her zaman verili bir mantık üzerine kurulu olmayabilir. Geçmişte anlamsız bulduğumuz şeyi bugün anlamlı bulabiliriz. Ama her şeyi anlam üzerine oturtmaya çalıştığımızda ortalamanın üstüne çıkamayan bir durumla karşılaşırız. Bu da vasattır. İmgesel yaratım burada devreye girer. Aklın üstüne çıkan bir durumla bir adım öne geçer. Tam da burada yazar bizi yeni anlamlarla karşılar. Yazar artık anlaşılabilirliği başka bir katmandan alır. Okuru da buraya sürükler. Bu başka bir duyumsamanın, bir başka varoluşun ifadesidir. Buradan bakıldığında sanatçı/yazar bize şaşırma yetimizi yeniden yeniden kazandırandır. Bu da yenilenmenin diğer adıdır. Carvantes, Don Kişot (Don Quichot)’u yazdığında döneminin sanat kriterleri içinde zerre kadar yeri olmamıştır. Yayınevleri geri çevirmişlerdir. Ama günümüzde ebedi ve ezeli yapıtların başına Don Kişot’u koyarız. Gustave Flaubert’in Madame Bovary romanı da bunlardan biridir. 

1857 yılında Revue de Paris dergisinde tefrika halinde yayımlanan Flaubert’in ilk eseri  Madame Bovary, toplum ahlâk ve dini duygularına hakaret ettiği gerekçesiyle yasaklanmıştır. Çünkü evli bir kadının bedeninin ona ait olduğunu bize söyler. Tahmin ettiğimiz gibi bunları o dönemde söylemek hiç de kolay değildir. 19. yüzyılda feminizmin adının  Bovarizm olması bundandır. Döneminin en başarılı örneklerinden biri olan roman, hem ele aldığı konu hem de anlatımı ile başyapıtlar arasında yerini alır böylece.

Yazma serüveni elimizdeki yetidir. Yazarken yapılandırılmış bellek içindeyizdir. Ne kadar mutlaklardan sıyrılırsak o kadar o yeti öne çıkar. Bu yüzden iyi yapıtların tümünde aklın uç noktalarıyla hatta akıldışı öğelerle de karşılaşırız. Diğer yandan toplumsal yaşam hızla değişir. Zihinsel hafızayı geliştiren olaylar, yenilikler, buluşlar vb. vardır. İşte Flaubert toplumu oluşturan toplumsal söylemleri/kaideleri yerle bir ederek cesaretin/döneminin çıkışını yapmıştır. Döneminin gerçekçiliğinin birçok yönünü içerir bu yanıyla roman. İnsanın varoluşunu işgal eden boşluk üzerine hem karamsar hem de sinir bozucu mecburi iş yaşamı içinde Fransız kırsalında münzevi olan karakterlerin en hafif tâbirle sıkıcı olan sıradanlığını bize en doğal hâliyle anlatır. Böylece yazar döneminin romantizm akımının süslemeli anlatımına keskin kalemiyle cevap da vermiş olur. Çünkü baş karakter Emma, özgürlük adına içinde doğduğu rasyonalizmi reddetse de kendisini acımasız ve gerçekçi bir dünyanın içinde bulur. Bir kadının (Emma’nın) iç sıkıntıları, hırsı, cinsel istekleri ve trajik sonu şeklinde özetleyenler var kitabı. Yukarıda belirttiğim gibi Emma karakterini böyle değerlendirmek onu koşullarının dışına çıkarmak demektir. O, Fransız kadınının kıstırılmış hayatını, evliliğin insan doğasına aykırılığını ta o dönemde dile getirebilmiştir. Toplumsal değer yargılarını ve ahlâk ölçülerinin riyakârlığını ele alır aslında. Her detayı gerçeklerle yoğurarak hem de. 

Madame Bovary çaresiz, mutsuz, evli ve depresif bir kadının özgürlük arzusunun; eğitimsiz, sıradan (sıkıcı) ve gülünç küçük burjuvazinin toplumsal gelenekleriyle çatıştığı tüyler ürpertici bir çelişkiyi ortaya koyar. Bu anlamıyla koşullarına/dönemine isyanı olarak okumak gerekiyor diye düşünüyorum. Ana karakter ve onun eylemleri etrafında yoğunlaşan ve tek olmayan olay örgüsünün ötesinde, bu romanda yazarın edebi malzemesi taşra yaşamının ayrıntılarıdır. Satırlardaki imgelerin arasında yaptığımız yolculukta devasa bir resmin içinde buluruz kendimizi. Bu yanıyla sinematik bir anlatım mevcuttur. Detay zenginliği (en iyi Balzac yapar) doruğa çıkar. Bunu o kadar iyi başarmıştır ki hayatın uyumunda her şey gözümüzün önündedir. Sayfaları çevirirken sanki karakterler karşımızda duruyor, onların ruhunu avucumuzun içine bırakır gibi deşifre ediyor. Okuyucu onların hikâyesinde kayboluyor. Manzaralar hüznüyle, neşesiyle, kokusuyla, çekiciliğiyle bize bakıyor. Nesnelerde görünmez bir güç var da biz o gücün çağrıştırdığı şekilde akıyoruz içine. Döneminin yaşam ayrıntılarında modaya dair de resim kareleri çizilmiş. Resmin içinde resim. Marquis d’Andervilliers’in evinde verilen abartılı balo ile birlikte çeyiz hazırlıkları, düğün, giyilen kıyafetlerden takılara, Emma’nın gelinliğine kadar en küçük detayın verilmesi sosyal gerçekçilik anlatımını gözler önüne seriyor.

İlk dikkatimi çeken Flaubert, kadın dünyasını, kadın ruhunu, kadın düşünce biçimini onu yargılamadan harika bir şekilde anlatması. Okurken doğru ve yanlışlığını sorgulamadan Emma’nın ihtiraslarına yandaş olarak buldum kendimi. Onunla birlikte tutkularına, hayâllerine öylesine deli sarılan bu kadına hayran olmamak elimde değildi. Anlatılan ne doyumsuzluk ne cinsellik ne aşk ne de ahlâk normaları. Her şeyin az gelmesi, hiçbir şeyin yetmemesi. Koşullarına boyun eğmemesi. Diğer önemli bulduğum yanı vicdan muhasebesi yaptırıyor oluşu. Emma’nın iç çelişkilerinin/çaresizliklerinin ince işçilikle anlatımı, okudukları/hayâlleriyle evlendiği yaşamı/beklentilerinin çelişmesi, mutlak iyi ve kötülere karşı eleştiriler, çocuğuna karşı tavırları ile kendi olmasının savaşının ortasındaki kadının hikâyesini okudum. Hikâyenin erkek kahramanı yani Emma’nın kocası Charles Bovary ise ihtirassız, yetenekleri ve zekâsıyla en iyi deyimle vasat, saf ve iyi niyetli bir doktordur. Roman da gidişatını tam da anlatırcasına Charles Bovary’nin hâlâ ergenlik çağında olduğu, yeni okuluna uyum sağlayamadığı ve yeni sınıf arkadaşları tarafından alay konusu edildiği dönemde başlar. Vasat ve donukluğu son sayfaya kadar da kalır. Zorlu tıp eğitiminden sonra ikinci sınıf bir taşra doktoru olur. Annesi onu kendisinden çok daha yaşlı bir dul kadınla evlendirir ve kadın kısa bir süre sonra ölür. Servetiyle birlikte ortadan kaybolan noteri yüzünden neredeyse mahvolan yaşamı her ikisinin yaşamıdır artık. Çünkü Charles çok geçmeden manastırda büyüyen bir hastasının kızı Emma Rouault’a aşık olur ve evlenirler. Ancak evlilik Emma’nın romantik beklentilerini karşılamaz. Charles, Emma’nın ideal erkeği olamaz hiçbir zaman. Evlenmelerinden kısa bir zaman sonra Emma’nın mutsuzlukları da başlar. Bu zamanla hayatının sevmediği bütün sıradanlıklarını kocasıyla özdeşleştirmeye kadar götürür Emma’yı. Tabii o dönem kadınlar için evlendikten sonra özgürlüklerini ifade edecek bir yol yoktur. Emma bunu aşmak için elindeki tek yol olan ihanete (aldatmaya) başvurur, böylece hayatının değişeceğine inanır. Doğacak çocuğunun bu sebepten erkek olmasını, kendisi gibi olmamasını ister. Ne yazık ki kızı Berthe’yi doğurur ve ona hiçbir yakınlık duymaz. Okuyanı rahatsız eden Emma’nın bu tutumu, bilinen anlamıyla ‘kötü annelik’tir ancak bunu toplumun kadınlara biçtiği role isyan olarak okursak parçalar birleşir. Sevgilileri onu asla onun istediği gibi sevmez. İlişkilerindeki dominantlığı, cesur adımları sadece içinde bulunduğu koşullara değil erkeğin çıkmazlarına da eleştiridir. Ancak acımasız ve gerçekçi bir dünyanın içinde yapılacak tek şey kalır ona. Mümkün olan tek nihai sonuç, ardı ardına gelen ilişkiler, aldatmalar, ekonomik zorluklarla birleşince asıl celladının kendisi olduğu, ölümdür. Ve tutkulu bir kadın için ızdırap dolu ve zorlu bir sona yenik düşerek bir kahraman olarak ölmek her zaman yeğdir. 

Emma’nın intiharı, haketmediğini düşündüğü bir hayatı yaşamak zorunda kalmasına isyan olarak okunabilir ancak. Ve üstelik bu sona onu sevgilileri itmiştir. Yani toplumun baştacı ettiği erkekler. Buradaki ironi yuttuğu arsenik gibi bir güç’le tanımlanması. Başta belirttiğim feminist harekete ışık olan Madame Bovary’nin diğer yandan suçlu olarak yine bir kadının seçilmesi ve ölümle (aynısını Aşk-ı Memnu’da da görüyoruz) sonuçlanması en çok eleştirilen yanlarından biri. Ama Madame (Emma) Rouault olarak değil kocasının adıyla Madame Bovary olarak ölmeyi seçtiğini de unutmayalım. Ne olursa olsun Madame Bovary, gerçekçilik ile romantizm arasında incelikli bir şekilde gidip gelen bahsettiğim kendi zamanında pek anlaşılamasa da günümüzde bizi büyülemeye devam ediyor. Klasik Fransız edebiyatının şüphesiz en rahatsız edici başyapıtı olarak hâlâ yerini koruyor.

edebiyathaber.net (12 Ocak 2024)

Yorum yapın