Kızların hikâyesi | Berrin Yelkenbiçer

Şubat 2, 2024

Kızların hikâyesi | Berrin Yelkenbiçer

Bu kitapta üç kişiyiz.

Hikâye ilerledikçe bazen iki kişiye düşüyoruz.

Bazı satırlarda hakkında yazmaya neredeyse elli yıl sonra cesaret edebildiği 1958 yazındaki kıza yukarıdan bakmak yerine, içine girerek O olup “ben” diyebildiği anlarda yazar kimliğiyle Annie Ernaux ve okur kimliğimle ben olarak ilerliyoruz.

Bu fazla uzun sürmüyor. Annie tekrar O kız olduğunda müthiş benzerlikler taşıyan bir hikâyeyi üç kişi olarak paylaşmaya devam ediyoruz.

Önümüzdeki zaman giderek kısalıyor. Nasıl ki son bir sevgili, son bir bahar varsa son bir kitap da mutlaka olacaktır fakat bunun hangisi olduğunu anlayacak hiçbir işaret yok. Başından beri 58’deki Kız adını koyduğum o kız hakkında bir şey yazamadan ölebileceğim düşüncesi zihnimi kemiriyor. Bir gün onu hatırlayacak hiç kimse kalmayacak. Bir başkasının değil, o kızın yaşadığı şey açıklanmadan kalacak, bir hiç uğruna yaşanmış olacak.”

Kızı anlatırken “o” ve “ben” kiplerinden hangisini kullanacağına dair tereddütler yaşayan yazar, ilkini ikincisinden ayırarak mümkün olan en acımasız şekilde olabildiğince ileri gitmeye çalışıyor.

Bir kapının ardında birilerinin hakkımızda ‘o’ diyerek bahsettiğini işittiğimiz ve oracıkta öldüğümüzü hissettiğimiz anlardaki gibi.”

Aramızda benzer bir ölümü yaşamayan var mı?

Bir bakkalın rahibe okulunda okuyan kızı Annie Duchesne, 1958 yılı ağustos ayı ortalarında, Rouen’deki bir yaz kampına eğitmen olarak katılıyor. Tek çocuk olarak üzerine titrenilen ailesinden ilk kez ayrıldığı için tedirgin.

Yazar Annie, o kızın babası için endişe, annesi için kuşku nesnesi olduğunu söylüyor. Bir partiye gitmesine bugüne kadar asla izin verilmemiş. Uzun bir sosyal cehalet listesi var. Telefon etmeyi bile bilmiyor.

Dünyayı, tutkunu olduğu kitaplar ve kadın dergileri vasıtasıyla tanıyor.

“Belirli bir ben’i yok, bir kitaptan diğerine geçen ben’leri var.”

Annesi onu şeytandan kaçırır gibi daima erkeklerden uzak tutmuş ama o on üç yaşından beri sürekli onların hayalini kuruyor.

Rouen’deki kampta yaşayacakları, yıllar sonra yazmaya niyetlendiğinde henüz yirmisine varmamış o kızı “ben” diyerek sahiplenmekte zorlanmasına yol açıyor.

O yıllarında karşısına çıkan kişileri yazmadan önce bazılarını telefon rehberlerinde hatta Google’da araştırıyor. Kitabında hepsini adlarının baş harfleriyle anıyor ve bunu neden böyle yaptığını sorguluyor.

Yazmaya devam etmek için onların hayatta olmalarına ihtiyacım vardı sanki. İnsanların ölümünün onları kurgusal varlıklarının gayrimaddiliğine dönüştürmesinin verdiği rahatlık içinde değil, yaşayanların zorlayıcı tehdidi altında, hayattakiler hakkında yazma ihtiyacı. Yazmanın kudretini sonuçlarının yol açabileceği dehşet hissiyle telafi etmek.”

Yazar Annie, o yıllarının insanlarının varlığından emin olmak için duyduğu sapkınca arzunun ardında, onları ifşa etmek, onların Kıyamet Günü olmak gibi bir maksat yatıp yatmadığından da emin değil.

Kampın erkek eğitmenleriyle yaşadığı ilk cinsel deneyimleri hazla değil ama arzuyla hatırlıyor. Kamptakiler, uzun boylu, geniş kalçalı, gözlüklü o kızı görmedikçe, kız cinselliğin sınırlarını genişleterek görünür, duyulur olmaya çabalıyor. Yaptıklarından, yaşadıklarından hiç utanç duymuyor.

Yazar Annie işte en çok bunun peşine düşüyor. Fark edilmek için umutsuzca çabalayan 1958 yazındaki edilgen kızın neden hiç utanç duymadığını sorguluyor ve yıllar sonra yazarken sorularına cevap bulamasa da o kıza duyduğu şefkatle belki de kendini iyileştiriyor.

Kampta yaptıklarından dolayı içine düştüğü durumu yıllar sonra şöyle tanımlıyor:

“Dünyanın her yerinde, her gün, bir kadının etrafını sarmış, onu taşlamaya hazır erkekler var.”

Yazdıkça hikâyesinin hafızasında yer eden eski sadeliği kayboluyor. Yıllar boyunca biriktirdiği tüm yorumların tuzla buz olmasını kabul etmeye çalışıyor.

“Kurgusal bir karakter inşa etmiyorum. Bir zamanlar olduğum kızı söküp parçalara ayırıyorum.”

Bir zamanlar olduğumuz kişiyi, gençliğimizi söküp parçalara ayırmaya cesaret edenlerimiz bu eylemin ne kadar zor ve sancılı olduğunu bilecektir.

Ben de biliyorum.

Yaz kampından sonra gittiği öğretmen okulu ve tam o dönemde okuduğu Simon de Beauvoir kitapları kızın hayata dair ne yapmak istediği, nerede nasıl durmak istediğine dair fikirlerini değiştirip şekillendiriyor.

“Hayata atılırken bizler, hepimiz, bu durumla, yani hayatını kazanmak için bir şey yapma zorunluluğuyla, seçim ânıyla be nihayetinde, olmamız gereken yerde olma ya da olmama hissiyle nasıl başa çıkıyoruz?”

Bu hisle başa çıkma mücadelesini hangimiz yaşamıyoruz ki? Kendi yöntemlerimizi bulmaya çalışırken bazen yanlış yollara sapıp zaman kaybediyoruz ya da kayboluyoruz. Şanlıysak fark edip başladığımız yere geri dönüyor ve çay demleyip yeniden başlıyoruz.

Tüm kayboluşlar hayata dahil.

“Sonuçta bu benim seçimim ama gerçekten seçtiğimi söylemek bambaşka bir konu, sence de aslında olaylar tarafından yönlendirilmiyor muyuz?”

Okur ben hemen cevap veriyor: “Hem de nasıl!”

Bu anlatı, yazma limanına doğru tehlikeli bir yolculuk olacaktı. Ve nihayetinde, önemli olanın neler yaşadığımız değil, yaşananlarla ne yaptığımız olduğunu ortaya koyan öğretici bir kanıtlama. Tüm bunlar, yaş ilerledikçe içimizde daha da derinlere kök salmaya meyilli, fakat doğruluğunu ortaya koymanın aslında imkânsız olduğu güven verici inanç alanına ait.”

O kız uzun süre yeme bozukluğu yaşıyor ve yıllar sonra eline geçen bir kitaptan aylardır hayatının arka planında olan şeyin blumia- bir müstehcenlik, boşaltılması gereken yağ ve dışkı, akmayan kan üreten o itiraf edilmez zevk olduğunu öğreniyor.

 Benzer bir yemek bozukluğunu blumia değil de anoreksiya tarafında yaşayıp aynı kendinden nefret etme ve suçluluk duygusu da dahili ne pahasına olursa olsun yaşamayı istemenin bu canavarca, umutsuz biçimiyle ve fizyolojik değişimleriyle mücadele etmiş okur Ben, o kızla yaşadığı bir tuhaf benzerliğe daha şaşıp kalıyor.

“Şu yaşım o yaşım” demeyip tam da bu yaşımda gönül verdiğim ve akademik ortamda öğrenmeye giriştiğim felsefe biliminin, “Felsefenin bizi ne kadar mantıklı kıldığını görmek inanılmaz!” tümcesiyle yine o kızda karşıma çıkması, beni çok şaşırtan bir başka benzerlik olarak önümde duruyor.

Peki benim, Annie Ernaux’nun ve o kızın, üçümüzün babalarının kazandığımız okul haberinin yer aldığı gazete küpürlerini kesip saklamış olmalarına ne demeli?

Kızın Hikâyesi 2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Fransız yazar Annie Eranux’un dilimize çevrilen son kitabı olup çoğu eserinde olageldiği üzere otobiyografik bir içeriğe sahip.

Kişiler ve zamanın çok katmanlı kullanılarak hikâyenin, duyguların, olayların derin bir perspektifle verildiği eserde General De Gaulle’den Cezayir’in bağımsızlığına, yeni franktan futbolcu Pele’ye, Perry Como’dan Dalida’ya, dönemin önemli isim ve olayları da kızın yaşamının içinde yerlerini alıyorlar.

“Hayat ile yazı arasında türdeş bir ilişki var” diyor Annie Ernaux, “yaşadıklarımızın yaşadığımız anda anlamdan yoksun oluşudur yazma olasılıklarını arttıran.”

Tutkuyla bağlı olduğum yazma eylemi üzerine çok yakın düşüncelere sahip olmamız da beni çok etkileyen ve hayranlık uyandıran bir başka benzerlik olarak karşıma çıkıyor.

Yazmanının büyüsüyle ilgili olarak Nobel ödüllü bir yazarla özdeş düşüncelere sahip olduğumu ifade etmem büyük düşünme olarak değerlendirilebilir belki ama tutkulu bir okur olarak o kızla ne çok benzerlik yakaladığım gerçeği, büyük düşünmeyi aşan bir okur hakkı tanımlamasını hak etmektedir.  

edebiyathaber.net (2 Şubat 2024)

Yorum yapın