Kendine ait bir orman | Can Öktemer

Ocak 18, 2019

Kendine ait bir orman | Can Öktemer

Erlend Loe,  Norveç edebiyatının son yıllardaki en dikkat çeken isimlerinin başında geliyor. Gerçi biz Norveç edebiyatını ya da genellersek kuzey edebiyatını karanlık polisiye romanları ya da hayat hikâyesini anlattığı Kavgam serisiyle ortalığı kasıp kavuran Karl Ove Knausgaard’la tanıyoruz. Dolayısıyla son zamanlarda kuzeyden gelen hikâyelerin karanlık tonlarının bir hayli fazlı olduğu söylenebilir. Erlend Loe ise kesinlikle bu tanımın içerisinde yer almıyor. Loe’nin kitapları çocuksu, ironik ve çarpıcı. Norveçli yazar, romanlarında ağırlıklı olarak modern hayat eleştirisi yapıyor. Tüketim toplumu, kazanma hırsı ve mülk edinme tutkusu kitaplarının ortak temalarından. Loe’nin Norveç toplumuna dair getirdiği eleştiriler bizim için kafa karıştırıcı olabilir. Ne de olsa buradan bakınca Norveç ve diğer kuzey ülkeleri sahip oldukları toplumsal refahla, medeni, huzur dolu yaşamlarıyla, nefis doğasıyla öne çıkıyorlar. Kuzey ülkeleri bizim gibi ülkelerde yaşayanlar için bir tür  kayıp ütopya. Erlend Loe’nin kitaplarını okuyunca işin aslının öyle olmadığı ortaya çıkıyor. Orta sınıf buhranına kapılmış, modernlik çıkmazı içinde debelenen, soğuk, bencil bir Norveç toplumu tasviri yapıyor kitaplarında. Erlend Loe, son zamanlarda Türkiyeli okurların da yoğun ilgi gösterdiği yazarlardan. Naif.Süper (Siren Yayınları), Doppler (YKY) ve Bildiğimiz Dünyanın Sonu (YKY) şu ana kadar Türkçeye çevrilmiş kitapları. Bu listenin en meşhuru ise Doppler.  2016 yılında Dilek Başak’ın başarılı çevirisiyle Türkçeye çevrilen Doppler aynı zamanda Doppler üçlemesinin ilk kitabı. Üçlemenin diğer kitapları ise henüz Türkçeye çevrilmemiş olan Volvo Lastvagnar ve geçtiğimiz yıl Türkiyeli okuyucuyla buluşan Bildiğimiz Dünyanın Sonu.

Doppler, aynı isimli beyaz yakalı, işinde başarılı, güzel bir evi, eşi ve çocukları olan bir adamın bir gün sahip olduğu her şeyden vazgeçip ormanda yaşama sürecini konu ediniyor. Doppler’in öyküsü kulağa çok klişe ve basit gelse de bu bizi korkutmamalı. Süper-egomuzu harekete geçirecek bir ahlakçılıkla modern hayat eleştirmesi sunmuyor. Çünkü Erlend Loe, sıkça aşina olduğumu modern hayattan kaçıp ormana kaçış hikâyesini klişelere başvurmadan oldukça eğlenceli ve etkileyici bir şekilde anlatmayı beceriyor. Elbette, kitabın birçok yerinde Norveç orta sınıf yaşamına eleştiriler getirmiyor değil.

 “Babam öldü. Dün bir geyik avladım. Ne diyebilirim?” gibi sert bir cümleyle başlayan Doppler, ironik, komik çoğu zaman da duygusal bir hikâye. Norveçli yazar,  oldukça sade, minimalist bir dille anlatıyor öyküsünü.   Kafası karışmış, yaşadığı hayattan bunalmış bir karakterin içsel yolculuğunu ele alıyor özetle.

Modern hayat sıktı beni, gel ormana gidelim

Doppler, Oslo’da yaşayan, bugüne kadar girdiği her hayat muharebesinden başarıyla çıkmış biridir. İyi bir okul, iyi bir iş, güzel bir eş, çocuklar, geniş ve ferah bir ev. Bir insanın sahip olabileceği her şeye sahiptir kahramanımız. Bununla beraber hayata karşı hissiz bir tavrı vardır. Babasının ölümünü bile oldukça  duygusuz bir şekilde karşılar mesela.  Doppler, bir gün ormanda bisikletle gezerken yere düşer. Yerde acı içinde kıvranırken, etrafına, ağaçlara, ağaç dallarının üzerine konmuş kuşlara ve mavi gökyüzüne bakar. Ruhunda tam da anlam veremediği bir aydınlanma yaşar. Sanki  birisi onu ormana çağırmaktadır. Doppler, yaşadığı bu deneyimden sonra sahip olduğu her şeyden vazgeçmeye karar verip, ailesini terk edip ormanda yaşamaya karar verir. Karısı, çocukları, dostları ve ailesi onun bu kararına anlam veremez.

Doppler’in aklını yitirdiğini düşünürler ama Doppler’in medeniyete dönme gibi niyeti yoktur artık. O, insansız hava sahasına sahip kendine ait ormanında huzurlu ve sakin bir hayatın içerisindedir. Geri kalan insanlar istedikleri gibi para harcayıp, mülk edinip, hırslarının kölesi olabilirler artık. Herkes duysun Doppler ormanda yaşayacak artık!

Doppler ormanda, kendisinin sebep olduğu acı bir olayın neticesinde tanıştığı geyik arkadaşı Bongo ile günlerini geçirir. Onunla konuşur, dertleşir oyunlar oynar. Avcılık yaparak karnını doyurur. Boş zamanlarını doğayı, uçuşan yaprakları izleyerek ve kuş seslerini dinleyerek geçirir. Eski bunaltıcı, modern hayat sorumluluklarından uzaktadır artık. Paradan vazgeçip  takas sistemine geçer. Kredi kartları çok manasız değil midir zaten? Ya da üzerinde bir takım devlet büyüklerinin resimlerinin olduğu paralar ne kadar da  anlamsız. Avladığı geyik etlerini marketteki sütlerle takas eder örneğin. Karnı çok acıktığında ise babası eski Nazi askeri olan Düsseldorf’ın evinden gıda çalar. Doppler, yeni hayatından oldukça memnundur. Etrafında insan sesi, araba gürültüsü ve her sabah işe gitme zorunluluğu yoktur. Modern dünyanın insanı bunaltan sorumluluklarından uzakta, sakin bir yaşam sürmektedir. İnsanlardan nefret eden Doppler için orman harika bir inziva alanıdır.

 “Ben de keyfimden orada yaşamıyorum. Ormandayım çünkü ormanda olmalıyım. Beni anlayamazsın çünkü ormanda bulunma zorunluluğunu hiç hissetmedin. Sen hayatını gayet güzel idame ettiriyorsun, bense zar zor; sen insanlarla hiç zorluk çekmeden anlaşıyorsun, benimse onlarla geçinmeye gönlüm yok.” 

Lakin Doppler’in eski yaşamında kalma sorumluluklar önüne gelmeye başlayınca işler karışmaya başlar. Bütün can sıkıcı görevler yetmezmiş gibi, bir de ormanda kendisine üç günden sonra çadır kurulamayacağını söyleyen sağcı bir adamın çıkması Doppler’in huzurlu inzivasını bozacaktır.

Çare orman

Erlend Loe, Doppler’de özetle modern hayat eleştirisi sunuyor. Doğadan uzaklaştıkça kendisine yabancılaşmış insanlık hallerini önümüze sürüyor. Kazanma hırsından başı dönmüş, gittikçe mekanikleşmiş, duygusuz hale gelmiş bir toplum panoramasını gösteriyor bizlere. Bu hayatın panzehiri olarak da doğaya dönüşü öneriyor bir anlamda.

Doppler de böyle biri zaten. Sahte insan ilişkilerinden sıkılmış, huzursuz edici kent yaşamından, tüketim pratiklerinden bunalmış biri. Bütün bunların son derece saçma ve anlamsız olduğunu geç ama güç olmadan öğreniyor.

Hikâye boyunca kendi hayatını gözden geçiyor. Kendisi modern hayat yorgunu, sakinliğe, huzura ve insanlardan uzak kalmaya ihtiyacı var; ormanda kurulacak yeni hayat bu yüzden çok kıymetli. Her ne kadar ormanda yaşamaya başlasa da kendisi tam olarak ne istediğinden emin değil lakin ne istemediği açıkça ortada.  Zaman zaman ikileme de düşüyor. Modern hayattan nefret ediyor ama Düsseldorf’un dolabına sakladığı leziz çikolatalardan da vazgeçemiyor mesela.  Bununla beraber kendisi oldukça açık sözlü. Dilinin kemiği yok, politik doğruculuk peşinde değil. O an ne hissediyorsa onu söylüyor. Bu özellikler onu çok bilmiş veya kibirli yapmıyor tam aksine çocuksu bir doğruluğu var. Aynı zamanda sorumluluklarından kaçan, aile yaşamına, akrabalık bağlarından hoşlanmayan birisi. Hep ikilem içerisinde; sorumluklar ve yalnız kalma ihtiyacı arasında kalıyor.  Şundan kesin olarak emin ama:  gezegenin anlaşması en zor türlerinden insanlarla derin bir problemi var ve bunu çözmeye hiç niyeti yok.

“Zamanın ruhu doğaya dönüş”

Kazanmanın her daim mübah olarak gösterildiği, mesleki hırsların, mülk edinme arzusunun insanın gözünü döndürdüğü bir dünya içerisinde yaşıyoruz malumunuz. Bu tüketim pratiklerimiz kent hayatını da mahvetmiş durumda. Araba enflasyonu, çevre kirliliği ve sinir bozucu kalabalık hayatlarımızı çekilmez kılmış vaziyette. Son zamanların öne çıkan sosyolojik tartışmaların başında kentten köye gidiş göze çarpmakta. Avcı-[1]toplayıcı yaşam romantize edilmekte. Büyük bir kibirle inşa edilen modern hayat artık çıkmazda. Kurtuluşumuz belki Doppler gibi ormanda. Lakin görünen o ki, büyük kentten doğaya kaçanlar ezbere bildikleri tüketim pratiklerini, modern hayat düzenlerini oralara da sürdürmekte. Bu gidişle de köyler kısa sürede kent boğuculuğuna dönüşecek.  Bu bir çelişki yaratıyor tıpkı Doppler’in yaşadığı gibi.  Mülk edinmekten ya da tüketmekten öyle kolay kolay vazgeçecek gibi görünmüyoruz. Öyle hemen  arabayı bırakıp bisiklete de binmeyeceğiz

Küresel ısınma, çevre felaketleri, sağlık yaşamlar artık insanlığın geleceği için tehlikeli. Bavulumuzu toplayıp doğaya kaçmadan önce doğaya yaptıklarımız üzerine düşünmeye başlarsak daha iyi olabilir. Durum sandığımızdan daha ciddi. Erlend Loe’nin zekice yazılmış Doppler bu meseleleri tartışmak için iyi bir tartışma alanı sunuyor kanımca. Doppler son  zamanların en güzel kitaplarından mutlaka okunmalı.

[1] Avcı-toplayıcı yaşamanın o kadar romantize edilmemesi gerektiğini vurgulayan bir yazı için: https://dunyadanceviri.wordpress.com/2018/03/26/avci-toplayiciligi-romantize-etmek-william-buckner/

edebiyathaber.net (18 Ocak 2019)

Yorum yapın