Kayıp zamanın peşinde bir hayat | Can Öktemer

Temmuz 11, 2019

Kayıp zamanın peşinde bir hayat | Can Öktemer

Kentler büyük bir bellek mekânlarıdır. Kişisel tarihimizde ki biriktirdiğimiz hatıralar, savaşlar, felaketler kentin sokaklarında, duvarlarında hep izlerini bırakmıştır. Bir kenti geride bırakıp, yıllar sonra yeniden oraya dönüldüğünde, o kentin sokaklarında kendi geçmişimizle, hatıralarımızla karşılaşılırız. Bir zamanlar yaşanılan ama şimdi metruk bir binaya dönüşmüş ev bile, pencerelerinde, kapılarında size ait bir imgeyi korur. “Katı olan her şeyin buharlaştığı” bir çağda, geçmiş kıyıda köşede saklanmış bir halde hatırlanmayı bekler. Bu anlamda en çok edebiyat yakalar bu kayıp zamanı; geçmişi satırlara düşürür yeniden hatırlatır bir nevi. Çocukluğu, ilk gençliği, yaşamın ilklerini, yani hayatımız boyunca bir bavul gibi yanımızda taşıyacağımız nice anın dökümünü yapar. Dolayısıyla kentler ve yazarlar da bu anlamda ayrılmaz bir bütündür. Edebiyat tarihinde, kentiyle hatta kentleriyle özdeşlemiş nice yazar vardır. Türkiye edebiyatının en kıymetli öykücülerinden Demir Özlü de bu tarife uyar gibime geliyor. Özlü, gerek memleket şartlarları sebebiyle gerekse başka sebeplerle , her daim başka şehirlerde, kasabalarda yeni bir yaşam kurmak durumunda kalmış. Bu zorunlu seyyahlık durumu da doğal olarak onun metinlerine yansımıştır. Kendisi, bir bavul, bir hayat vaziyetini, öykülerinden, denemelerine farklı türlerde, farklı kentlerde biriktirdiği hatıraları, yaşanmışlıkları anlatmayı ve bu anıları diri tutmaya çalıştı.

2015 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan yayımlanan İşte Senin Hayatın, Demir Özlü’nün hayatının bir dönemini geçirdiği İstanbul, İzmir Paris ve Stockholm’deki hatıralarından oluşuyor. Bu asla geri döndürülemeyecek zamandan geriye de en çok melankoli kalıyor.

 Geçmiş izinde geleceğin belirsizliğinde

Nostaljinin bir yanılsama olduğunu, zamanın geri dönülmezliğini kabul etmekte zorlananlar için bir nevi teselli işlevi gördüğü söylenir. Nostalji, insanı hayatının bir dönemine tutsak eder bir anlamda, kişiyi edilgenleştirir. Geleceği belirsiz kılar. Özellikle şimdinin kaosu, geleceğin belirsizleştiği bir dönemde, geçmişin güzel günleri sığınılacak güvenli bir limandır. Bununla beraber zaman, her şeye rağmen vaatkarlığını korur. Geleceğin asla ne getireceğini tam olarak kestiremezsiniz ne de olsa. En nihayetinde: ‘gelecek uzun sürer’. Bu anlamda İşte Senin Hayatın’da da kayıp zamanın izinde bir yolculuk halindeyiz. Demir Özlü, kitap boyunca en çok geçmişe, çocukluğuna dönüyor; İstanbul’da ki çocukluk ve aile hayatını hatırlıyor. Şimdi yerinde başka bir apartman olan Fatih’te doğduğu evi, gittiği okulu, ailesiyle yenen yemekleri ve yalnızlığın insanı rahatsız etmeyen bir şekilde, flönör misali İstanbul’un çevresinde özgürce dolaşılan sokaklarını yeniden anımsıyor. Sonra İstanbul’la arasına uzak mesafeler giriyor; uzun süre ayrı düşüyor sevdiği kentten. Memleket şartları müsaade edince, yeniden dönüyor İstanbul’a; lakin kent bıraktığı gibi değildir artık. Sokaklar, caddeler değişmiştir. Dostlar dört bir yana dağılmış, bazıları da aramızdan ayrılmıştır. Demir Özlü’nün bir zamanlar arkadaşlarıyla oturup, lafladığı kahvelerde, mekanlarda başka yüzler, başka insanlar vardır artık. Ne yazar tanır onları ne de onlar yazarı. Geçmiş bir yerlere kaybolmuştur, insanın hafızasına da güvenilmez uçucudur çünkü ama kent yine silinip gitmemiş bazı imgeleriyle ona kendini hatırlatır. İstanbul’un kendi hatırlattığı yerde de memleket tarihi başlar, darbeler, ölümler, kıyımlar, sürgünler, savaşlar, işgaller ve sürgündeki hayatlar: “İşte gene ülkene rahatlıkla gidemiyorsun. Orada insan kıyımları devam ediyor. Bu kaçıncı kuşak ki kıyıma uğrayan?”.

Sonra, hatırlama sırası İzmir’e gelir. İzmir, ilk gençliktir, yatılı okuldur. Ergenliğin buhranlı günleridir, ilk yalnızlıktır. Bir tren garında, yavaş yavaş kaybolan bir anne imgesidir. Hayat, artık bir başına göğüslenmesi gereken bir muharebedir. İzmir ilklerin şehirdir, buna aşk da dahildir şüphesiz.  İlk aşk unutulmazdır, bilenler bilir. Bir göl kenarında, utangaç bakışlara denk gelen ve karşılaşan göz bebekleridir, ilk duygu dalgalanması. Kalbin ritminin, başka attığı her an bu bakışmayı anımsatacaktır. İzmir, sonra denizden gelen hoş bir rüzgar dalgasıdır, ufka bakılan. Sonra, derin konuların konuşulduğu dost sohbetleridir. Mesela,  Kordon’da bir apartmanın terasında Leyla Erbil’le edilen derin muhabbetlerdir.

Bir süre sonra İzmir ya da daha doğrusu memleket yine yaşanmaz hale gelir. Herkes herkesten şüphelenmeye başlar. Sonrası İzmir’de de bavullar, eşyalar toplanır. Paris’e geçilir. Paris ise gönüllü sürgünlük başkentidir. Demir Özlü’nün yıllar sonra bile güzellikle hatırlayacak bir kent kültürüdür. Sokaklarından, caddelerinde Hemingway’ın, Fitzgerald’ın bir zamanlar geçtiği sokaklardır,  hayatın cidden tadına varılarak geçirildiği bir yerdir. Demir Özlü’nün kentin göbeğinde bir kafede oturup, kahvesini yudumlayıp, etrafı izleyip, hayatı yeniden yaşanır kıldığı şehirdir, Paris. Tembelliğe övgü zamanlarında, saatlerce okunan romanlar, yazılan öykülerdir onun için. Hep güzellikle hatırlanacak, yaşamanın tadına varılacak nadir yerlerden birisidir.

Demir Özlü, kurulu düzeni ise Stockholm’de sağlar. İstanbul, dönülemez hale geldiğinde, yolun istikameti Stockholm’e kırılır. Zamanın yavaş aktığı, sakinliğin ve huzurun coğrafyasıdır burası. Özlü, elbette bu huzurun arka planında nasıl bir siyasi ve ekonomik geçmiş olduğunu sıklıkla anımsar. Eşitsizliğin bu dünyadaki belki tek gerçek olduğunu aktarır, kitap boyunca. Stockholm, Demir Özlü’nün eşi ve çocuklarıyla bir düzen kurmaya başladığı şehirdir aynı zamanda. Kendisi burada “mahallenin mutlu sakini” olmaya başlamıştır, gönüllü içe çekilmesi ve yalnızlığından memnundur. Kendi tabiriyle ‘hiç’liğe olan asla bitmeyecek yolculuğu burada da devam eder. Uzun yürüyüşlere çıkar, zaten yürümek hep iyi gelmiştir insana; akılda birikmiş sorulardan arındırır bir nevi. Demir Özlü, burada tam ortasındayken hayatının, geçmişi, ailesini ve hayat denen muamma üzerine düşünür. Geçmişin muhasebesine bakar bir anlamda. Gerisi de geçmişin izinde, geleceğin belirsizliğinedir artık.

Hayat hikaye olmaya başlayınca

İşte Senin Hayatın, Demir Özlü’nün hayatındaki kesitleri içtenlikle anlattığı bir novella. Bir elinde bavulla, hayatı boyunca gerek siyasi zorunluluklar gerekse de gönüllü sürgünlükler sebebiyle, farklı kentlerde yaşamak durumunda kalan bir yazarın kendisini kahraman yaptığı hikâyesi özetle.  Bir  tarafta gitmenin ve bilinmeyen sularda yüzmenin cezbediciliği, diğer taraftan hep eve dönmenin zorunluluğu. Bu hissiyat yazarın kitap boyunca hissettirdiği çelişki oluyor. Demir Özlü, kitapta bizi ‘geçmişin güzel günleri’ övgüsüne sıkıştırmıyor; elbette geçen giden zaman karşısında geçmişi özlüyor ama hayatı, gittiği yerleri merakla keşfetmeye çalışıyor.  Yaşamaya dair arzusunu da inatla koruyor. Tüm bu kaotik dünyada, ev tanımının alt üst olduğu bir çağda her şeye rağmen hayata devam edebilmek için  de hayatı sevmeye devam etmemiz gerektiğini vurguluyor bir anlamda.

İşte Senin Hayatın, Fatih’in, Beyoğlu’nun, arka sokaklarında, yağmur damlacıklarının düştüğü pencerelerde aranan geçmişi, , ilk aşkı, deniz kokulu İzmir’de sabahlara kadar süren dost sohbetlerini, Paris sokaklarında tutulan günceleri, tren garlarında bırakılan geçmişi, yalnızlığı, kentlerin değişimini, geçmişin hayaletlerini, nostaljinin geleceğini, geçmişle gelecek arasındaki arafta sıkışma halini, kayıtsız bir ruh haliyle dolaşılan kentin sokaklarını, flanörün melankolisini, yarım kalan hikayeleri ve hayatın muammasını anlatıyor özetle. En çok da yaşasın hayat diyor. “Düşler için de oraya döneceksin. O iyi niyetle dolu, dünyadan da gelecekten de habersiz, göl kıyısında ayakta duran çocuğa. Varlığının bütün serüveni buydu. Seni bu şiddet dünyasında düşünülmesi dahi mutluluk verebilecek bir hiçbir şey-olmayanlardan almıştı; hiçliğe doğru düşler içinde götürecekti. Daha ne bekleyebilirsin ki?”.

edebiyathaber.net (11 Temmuz 2019)

Yorum yapın