Malum, yılın son günlerindeyiz. Yeni yıldan aşk dileyenler için 2024 yılında çokça konuşulmuş bir kitaptan, Jenny Erpenbeck’in Kairos romanından söz edelim.
Kairos, Berlin Duvar’ının yıkılmasından hemen önce, Doğu Almanya’da filizlenen imkansız bir aşk hikayesini anlatıyor. Roman, 2024 Uluslararası Booker Ödülü’nü kazandı ve Jenny Erpenbeck bu prestijli ödülü alan ilk Alman yazar oldu. Ancak bu romanın asıl dikkat çekici tarafı, yalnızca bir aşk hikayesi anlatması değil; arka tarafta günbegün yok olan bir ülkenin ip uçlarını vermesi.
Aşk deyince, tabii Lacan’ı referans almamak olmaz. Jacques Lacan (1901-1981), Fransız bir psikanalist ve filozof. Psikanalizi yeniden yorumlayarak 20. yüzyıl düşüncesine derin etkiler bırakmış bir figür.
Lacan, aşkı insanın eksik doğasının bir sonucu olarak tanımlıyor. Ona göre aşk, hem kendimizi tanıma hem de eksikliğimizle barışma çabası; ancak bu süreç asla tamamlanamaz ve aşk daima bir mücadele ve arayış olarak devam eder. Romanda anlatılan aşkın doğası da böyle, “mutlu aşk yoktur” dedirten cinsten.
Romana ismini veren Yunan Tanrısı Kairos ’un mitolojide önemli bir rolü yok, ona “yıldızın parladığı anların tanrısı” diyebiliriz. Kısacık bir an oradadır, nadiren yakalarsınız ve bir bakmışsınız yok olmuş. Katharina ve Hans da böyle bir an yaşıyor: Bir otobüste karşılaşıyorlar, birbirlerinin gözlerinin içine bakıyor ve büyüleniyorlar.
Tutkunun Gölgeleri: Katharina ve Hans
Katharina, sosyalist rejimin çok iyi eğitilmiş bir bireyi olarak karşımıza çıkıyor. Hans’la ilişkisini başlarda tutkulu bir aşkla sürdürüyor, ancak zamanla bu ilişki, Hans’ın manipülasyonları nedeniyle zehirleniyor. İlişkinin ilerleyen dönemlerinde, Katharina ‘nın kendi kimliğini bulma çabaları ve Hans’ın etkisinden kurtulma isteği belirginleşiyor.
Hans, ellili yaşlarının başlarında, evli ve çocuklu bir adam. Yazar. Müziğe, sosyolojiye, politikaya düşkün, entelektüel bir karakter.
Lacan, “Öteki olmadan özne eksiktir” der. Hans, Katharina’yı kendi narsistik yansımasını bulmak için kullanıyor; onun özgürlüğüne müdahale ederken, aslında kendi içsel kırılganlığını maskelemeye çalışıyor. Kelimeleri kullanarak Katharina’yı manipüle ediyor. Aşk artık bu noktada bir sahiplik ve güç gösterisine dönüşmüştür.
Katharina ise başlarda Hans’ın otoritesinde kendi eksikliğini tamamlamaya çalışırken onun tavırlarına sessiz kalıyor, onun şiddetinden korkarak duygularını ya da isyanını dillendiremiyor; bu sessizlik, hem bir direniş hem de bir boyun eğme biçimi. Zamanla bu baskın tavır Katharina ‘nın “özneleşme” çabalarını sınırlayan bir faktör haline geliyor. Katharina tatmin edilemeyen bir arzu içinde sıkışıp kalıyor çünkü Hans karısını terk etmiyor. Çiftin birlikte gittiği yerlere Katharina da gidiyor, onu uzaktan seyrediyor. Minicik bir buluşma için saatlerini harcıyor. Hans artık onun için jouissance (zevk ve acının iç içe geçtiği arzu alanı) nesnesi.
Tanıdık bir hikaye bu. Okurken tabii ki Hans’tan nefret ediyor, sinirleniyorsunuz. Katharina’ ya “bırak şu adamı artık “ diye sesleniyorsunuz.
Bir Aşk ve Bir Ülkenin Çöküşü
Kitapta Katharina ve Hans’ın iniş çıkışlarla dolu ilişkisi, Berlin Duvarı’nın yıkılışına kadar uzanan siyasi ve toplumsal değişimlerle paralel ilerliyor. Doğu Almanya’nın günlük yaşamı, rejimin baskısı, Stasi ve gizli polisin varlığı ile toplumun Batı’yı algılama biçimi arka planda ilginç bir panorama sunuyor. Çöküşe giden aşk, Doğu Almanya’nın hikayesi ile birleşiyor. Katharina, iş arkadaşlarından biriyle Hans’ı aldatınca ilişkileri baş aşağı gitmeye başlıyor. Suçlu yakalanmıştır! Hans bu noktadan itibaren Katharina’yı nefes aldırmaksızın sorgulamaya başlıyor. Sorgulama biçimleri ve suçlamaları, Stasi’nin kullandığı yöntemlerden farksız.
Berlin Duvarı’nın yıkılışı, Katharina ve Hans’ın ilişkisindeki çöküşü tamamlayan bir metafor olarak arka planda kusursuz işliyor. Erpenbeck’in, kendi deneyimlerinden beslenen keskin ve gerçekçi anlatımı, bu önemli tarihsel kesiti derinlemesine hissettiriyor.
1967 doğumlu Erpenbeck, ülkesinin kayboluşunu bizzat yaşamış bir yazar. Berlin Duvarı’nın yıkılması ile ilgili olarak şunları söylüyor:
Duvar yıkıldığında bir şey kesiliverdi. Şimdiki zaman, geçmiş zaman haline geldi. Çok net bir kesintiydi bu. Benim çocukluğum ve gençliğimle yetişkin hayatımı birbirinden bıçak gibi ayırdı. Bu, benim yetişkin olmaya başladığım bir dönemde meydana geldi aslında. Fakat DDR’de yaşadığım bütün tecrübelerin bir anda eskidiğini ve bir müzeye ait olduğunu düşünmeye başladım. Dolayısıyla beni bir anda çok yaşlandırdığını söyleyebilirim.
Sadece sevdiğiniz şeyleri yitirmekle ilgili bir şey değildi bu. Sevmediğiniz şeyleri de yitiriyordunuz. Fakat bunlar sevmeseniz bile tanıdığınız, bildiğiniz şeylerdi…Birdenbire herkes özgürlükten söz eder olmuştu, fakat ben her çeşit cümlede serbestçe salınan bu özgürlük kelimesinden pek bir şey anlamıyordum. Seyahat özgürlüğü mü? (Ama paramız buna yetecek miydi?) Fikir özgürlüğü mü? (Ya kimse benim fikrimin ne olduğuna aldırmıyorsa?) Alışveriş yapma özgürlüğü mü? (Peki ya alışverişimiz bitince ne olacak?) Özgürlük size bedava sunulan bir şey değildi, bir bedeli vardı. Ve bedel o âna kadarki bütün hayatımdı.
Regaip Minareci’nin çevirisiyle Can Yayınları’ndan çıkan Kairos, kolay okunan bir roman değil. Ancak diline alıştıkça saran, düşündüren, merak ettiren bir eser. Jenny Erpenbeck, bu kitabı yazabilmek için “yeterince olgunlaşmayı beklediğini” söylüyor.
Bu arada, yetişkin Katharina, Hans’ın ölümünden sonra eline geçen eski mektupları ve günlükleri karıştırırken, Hans’ın Stasi dosyalarını okuyacak ve ancak o zaman onun gerçekte kim olduğunu ve onun için ne ifade ettiğini tam olarak anlayacaktır.
İşte yerlere göklere koyamadığımız aşk ve yine feci bir yanılsama…
———
(Jacques Lacan’ın aşk üzerine düşüncelerini daha fazla merak edenler için: Lacan’da Aşk-Bruce Fink /Kolektif Kitap. Türkçesi Elif Okan Gezmiş, Zeynep Oğuz)
edebiyathaber.net (20 Aralık 2024)