İsmail Gezgin: “Mitoslar içinde yaşanılan dünyaya dışından bakmaya çalışan insani söylemlerdir”

Mart 3, 2021

İsmail Gezgin: “Mitoslar içinde yaşanılan dünyaya dışından bakmaya çalışan insani söylemlerdir”

Söyleşi: Can Öktemer

Duvar resimleri, mitler ve destanlar, geçmişi, gündelik hayatı ve insanın doğasını anlamamızı sağlayacak anlatılardır. Tarih yazımının bugünkü anlamıyla şekillenmediği bir dönemde, mitoslar hikaye anlatıcılığıyla vakanüvisliği harmanlamıştır bir anlamda. Bununla beraber, bu anlatılar aynı zamanda modern dünyaya da sızmış ve tarihsel olarak bir devamlılığı söz konusudur. Dolayısıyla, tarihi kendinden başlatan modern hikayenin tamamlayamadığı boşluğu da kapatırlar. Geçtiğimiz günlerde İsmail Gezgin’in Redingot Yayınları’ndan yayımlanan Sanatın Mitolojisi kitabı, mitosları, destanları, duvar resimlerini ve arkeolojik kazıları tarih, sanat ve psikanaliz projeksiyonuyla okumaya çalışan oldukça kıymetli bir çalışma. İsmail Gezgin‘le Sanatın Mitolojisi üzerine konuştuk.

Biraz klasik bir soruyla başlayalım dilerseniz. Sanatın Mitolojisi kitabınız geçtiğimiz günlerde Redingot Yayınları’ndan yayımlandı. Bize kitabınızın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?

Öğrencilik yıllarımda sanatla ilgilenen herkes gibi ben de ulaşabildiğim, dolaşımda olan kitaplardan bilgi edinmeye çalıştım. Sanat Tarihi başlığı taşıyan bu kitapların hemen tümünün ortak özelliği, başlangıç-çıkış noktası olarak tanımlayabileceğimiz dönemleri birkaç sayfada geçiştirmeleriydi. Hepsi, Rönesans’ın görkemli eserlerine ulaşmak için acele ediyor gibiydi. Bu belki de 19.yy ve sonrasındaki sanat tartışmalarından kaynaklanıyordu, prehistorik çağların mağara duvarlarını süsleyen resimlerine veya antikçağın eserlerine “sanat” kavramı içinde pek itibar edilmiyordu. Antikçağın onca “eseri” ya görmezden geliniyor ya da hızla özetlenip geçiliyordu. Sanatın Mitolojisi bu ihtiyaçtan yola çıkılarak yazılmış bir kitap oldu. Başlangıcını anlamadığımız bir sanatın zihinlerde bir yere oturması, en azından benim için büyük problemdi ve uzunca bir geçmiş zaman dilimine bakabilen bir arkeolog olarak sanatın bütünlüğünü anlamaya çalışırken, Sanatın Mitolojisi doğdu.   

Türümüz, sözcüklerden önce dünyayı ilk olarak bakışımızla ya da deneyimler üzerinden algılayıp, yorumlamaya çalışıyorduk. Sözcüklerle ise işin seyri hiç kuşkusuz değişmiş deneyim artık aktarılabilir hale gelmiş. Siz de kitabınızda mitosların hikâyelerden çok türümüzün hikâyesi hakkında bilgi verdiğini belirtiyorsunuz. Sizce, insanlık neden mitoslara ihtiyaç duydu?

Mitoslar içinde yaşanılan dünyaya dışından bakmaya çalışan insani söylemlerdir, bütünlüğü kavrayamayan bilincin dil yoluyla her şeyi içine alma çabası, anlam taşıyıcısıdır. Tüm dünya dil ve kültürlerinde var olan mitler, binlerce yıllık arkaik zihinlerden günümüze, insanın ve dolayısıyla yaşamın ne olduğu bilgisini taşırlar. Bütün mitlerin ortak noktası dil yoluyla bir evren inşa etmek ve merkeze insanı yerleştirmektir. Belki de dile getiren, anlatan insan olduğu içindir ama istisnasız her dilin ürettiği simgesel yapıya sahip mitler, insanın tanımını yapar. Zaman ve mekân sınırlarını aşan bu içerik benzerliği, insanın kimliğini sorgular hale geldiğinin kanıtları olarak okunmalıdır. M. Blanchot, Felaket Yazısı kitabında, “dil ancak eksiklikle/boşlukla başlar, hiçbir tamlık konuşmaz, konuşan şey eksikliktir.” diyor. Duymadığımız ne olduğunu yanıtından anlayabileceğimiz bir soru var ve bu mitlerin hepsi bu soruya yanıt veriyor. Mitlerin içeriğinden, bir kimlik ve anlam eksikliğini, yitimini anlamak mümkün. İçinde bulunduğu fiziksel gerçeklikten hoşnut olmayan bir canlının, öteyi düşlemesi, başka bir gerçeklik kurgulaması bu mitler yoluyla gerçekleşmiş. İnsan, düşlediği bir dünyayı yaratmak üzere etrafını kelimeler, cümlelerle örmüştü ve arzuladığı evren ancak fantastik, her şeye olanak sağlayan mitik dünyayla mümkünleşmişti. Sorunun yanıtı tam bu nedenle insanın kimlik yitiminin sonucunda mitlere ihtiyaç duyduğudur. Bir kayboluşun, yitimin verdiği eksilmenin tamamlanma arayışı mitleri ortaya çıkarmıştı.

Mitoslar tarihsel akış içerisinde antikitenin bir parçası olarak kabul edilse de kültür tarihi içerisinde modern dünyaya da sızmış gibi görünüyor. Tarihi akışını ve kültürü kendinden başlatmaya meyilli modern bireyin yaşamında mitoslar nerede duruyor?

Mitlerin antik dünyanın bir parçası olması modern insanın hüsnü kuruntusudur. Elbette mitler binlerce yıl öncesinde, dille birlikte doğmuştu ama günümüz dahil olmak üzere tüm zamanları, kültürleri ve coğrafyaları kapsadığını söyleyebiliriz. Modern insan da kendini, yaşamı ve evreni mitik pencereden algılamaya devam ediyor. Binlerce yıl önce hatta tarihöncesinde dahi anlatılan mitlerin, günümüz insanın zihnindeki evren algısından çok farklı olmadığını görebiliyorum. Başlangıcından itibaren, aynı mitik dünyanın içerisinde deviniyoruz, zihinsel aktarım varlık ve yaşam sorunlarını benzer paradigmalar üzerinden iletmeye devam ediyor. İnsanı kimlik buhranına iten koşullar halen devam ediyor, insanın doğa ve diğer canlılarla bir ve aynı şey olmadığına dair itirazından kaynaklanan arayışı sürüyor ve modern insan da dahil olmak üzere mitosların her türlü kurguyu mümkün kılan simgesel dünyası dışında alternatif bir anlam inşa edilebilmiş değil. Arkaik zihinsel yapının yaşam için ürettiği senaryo, zaman ve mekân ayrımı gözetmeksizin, binlerce yıldır değişmeden gelip modern bireyin yaşamını da yönetmeye ve parsellemeye devam ediyor. Zamanı da yaşamı da başlatan günümüz insanı değil, o sadece öncekileri reddederek kendini iyi hissetmeye çalışan ama onların kurguladığı yaşamın içinde üzerine düşen rolü eksiksiz oynayarak kendini farklı ve iyi hissetmeye çalışan bir canlı formu.

John Berger, Görme Biçimleri’nde görmenin konuşmadan önce geldiğini ve dünyayı bakarak anlamlandırdığımızı söylüyordu. Bununla beraber, deneyimler ve inançların da bu bakışı şekillendirdiğini aktarıyordu. Mitosların başlangıcı olarak görülebilecek mağara resimleri de Berger’in tarifiyle birlikte okunabilir mi sizce? Bugün mağara resimlerine baktığımızda nasıl bir dünyanın dışavurumunu görebiliriz?

Arkeolojik bulguları Berger’in bu bakışıyla da görmek mümkün. Ben de birkaç yerde vurgulamıştım, görmek dile getirmekten çok daha eski bir insani deneyim alanı. Bu yüzden insan dili orijinalde görseldir, resim dilidir. Çok daha köklü bir deneyim alanıdır, gözüne ve gördüğüne inanmanın altında bu yatar. Dile getirdiğini görünür kılmak arzusunun merkezinde göze duyulan güven vardır, insan gözüyle gördüğüne inanmak ister. Görünür olmayanın bedenlendirilip renklendirilerek görünür kılınmak istenmesinin ve sanatın ortaya çıkmasının sebebi de budur. Her resmin ardında bir mitik öykü yatar, insanın dile getirdiğini gözüyle görme arzusuyla çizdiği her resmin, bir arkaik öyküyü ete kemiğe büründürme eylemi olduğunu kabul etmek gerekir. Buradaki temel sorun insanın gördüğü şeyin baktığı şey olup olmadığıdır. İnsan baktığını mı görür yoksa bildiğini mi görür ya da görme eylemi dışarıdan içeri doğru mu yoksa içeriden dışarı doğru bir aktarım mıdır problemi çok uzun bir tartışmanın içine sürükler bizi. Ancak bu resimleri üreten inanç, motivasyon ve kültürel ortamla, binlerce yıl sonra o resmi anlamaya çalışan modern insanın arasındaki uçurum tam burada yatar. Modern insan, kendi bilgi ve görgüsünün eşliğinde mağaranın duvarlarına baktığında boğa, at, pars gibi hayvan formları görürken onu çizen arkaik insanın o hayvanda ne gördüğü veya neye bakıp o hayvanı gördüğü bir muamma. Biz Saussure’dan bu yana biliyoruz ki gösteren gösterilene benzemek zorunda değil, onun zihinlerde nasıl kodlandığını anlamak gerekir. Sanatın Mitolojisi’ni farklı kılan unsurlardan birisi budur. Örneğin bir metafor olarak boğa neyin gösterenidir? Mithras’ın kurban ederek yaşamı var ettiği kozmik boğa, Mısırlıların adına tapınak yaptıkları Apis-boğa, Musa’nın tanrıyla görüşmeye gittiğinde takipçilerinin korku ve kaygıyla hemencecik inşa ediverdikleri ve tapınmaya başladıkları tanrı heykeli boğa gibi örnekler prehistorik dönem mağaralarındaki boğa betimleriyle ilişkili okunabilir mi ya da boğanın altında tanrı mı arıyoruz gibi sorulara yanıt aradım. Bu yüzden içi hayvan resimleriyle süslenmiş prehistorik mağaraları tarihin en eski katedralleri olarak ele aldım. İçlerinde resmedilenleri tarihöncesi insanın evren algısını inşa eden mitler olarak değerlendirdim; kutsal metni, yazılı bir kitabı olmayan arkaik bir inancın resmedilmesi, taşlara yansıması, varlık dünyasına taşınması olarak değerlendirdim. Erken Hıristiyanlık dönemlerinde ve İkonoklazm (put kırıcılık) döneminde İncil’in kiliselere balık, aslan, horoz gibi göstergeler yoluyla tasvir edilmesini de örnek olarak verdim. Kiliselerdeki şansımız elimizde bu resimlerin ardında yatan mitlerin ne olduğunu gösteren bir kılavuz metin olmasıydı. Prehistorik mağaralarda ise sadece resimlenmiş, metni olmayan bir inanç günümüze kadar gelmiş, anlaşılma, bilinme ihtiyacını açığa çıkarmıştı. Biz modernler, üretenin zihninde kodlanmış anlamını yitirmiş bu gösterenlerin yeniden anlamlanmasına çabalıyoruz.

Türümüzün, doğa içinde hayatta kalmaya çalışması alet yapımı uygarlık sürecinin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Ölüm ve kayıp deneyimi de aynı şekilde onun için büyük bir travma ve üstesinden gelememe hali olarak görülüyor. Mitoslar ve ölüm arasında nasıl bir ilişki var sizce?

G. Agamben, Nesir Fikri kitabında “Ölüm meleği dildir, dil ölümü duyurur” der. Yukarıda mitlerin insan yaşamındaki varlığına ilişkin konuşurken de belirtmiştim, mitler insanların ve içinde bulunduğu evrenin ne olduğunu tanımlama eğilimindedir, yaşamın ve dolayısıyla ölümün anlamlarını içerirler. Agamben’in dediği gibi, dil dışında bir ölüm yoktur, ölüm ancak dilde ifade ve anlam bulur ve dil mitlere duyulan ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır. Yaşamın sonlandığı noktada kör bir karanlık iken mitlerin olanaklı dünyasında “ölüm” bir başka yaşama ve coğrafyaya yolculuk olarak anlam kuşanır. Dille gelen ölüm meleği fani/dünyevi yaşamın sonuna işaret ederken, bir başka başlangıcın ve ölümsüz bir tanrısal yaşamın müjdesini de verir. İnsanın yolunu/kimliğini kaybetmesine, cennetten kovulmasına sebep olan bilgi ölümlülük gerçeğinin bilince kaydedilmesidir. Homo Narrans’ta da anlattığım gibi, Dede Korkut’a ölüm dille gelir. Ölüm kelimesini telaffuz etmediği sürece yaşayacağı müjdelenen Korkut bu kelimeyi ağzından kaçırdığı andan itibaren ölümlü bedenine ölümsüzlük çareleri aramaya çalışır. Kendini bilmek bireyin kendilik inşasının birincil motivasyonudur ve ölümlü olmak gerçeğiyle yüzleşmekten geçer. Ölümle dilde karşılaşmak birey olma imkanlarını da beraberinde getirir. Mitler bu noktada devreye girerler ve dünya ötesi varlıklara atıfla hem insanı inşa ederler hem de ölüme açıklık getirirler. Ölümün insan bilinci üzerindeki ağırlığını, mitler, içerdikleri cennet kurgusuyla insanın omuzlarından alıp ölümü daha katlanır kılarken karşılığında insanın yaşamını rehin alırlar. Beraberinde getirdiği birçok yasayla ve metafizik bir referansla yaşama ipotek koyarak sınırlandırırlar.   

Mitoslar tarih içerisinde farklı coğrafyalarda benzer arketip, korkular ve temalar üzerinden şekillenmiş gibi gözüküyor. Bu doğrultuda, mitosları yazanların aynı zamanda ilk kitle kültürü üreticisi olduğu söylenebilir mi?

Kültürü bütün enstrümanlarıyla üretenlerin zaten rasyonel örgütlü topluluklar olduğunu vurgulayarak başlayalım. Mitoslar toplumsal bilinçdışından bilince yansıyan anlatılar olarak kabul görür, bu anlamıyla tümüyle kitleseldir ve içerisinden çıktığı toplumun özellikle inanç merkezli tüm normatif değerlerini taşır. Bireylere sorumluluklar ve sınırlamalar getirerek bu değerlerin yeniden üretilmesini ve geleceğe taşınmasını sağlar. Burada çözülmesi gereken ilginç sorunlardan birisi, dünyanın hiçbir kültürünün ve dilinin mitoslardan muaf olmamasıdır. Tümüyle Homo sapiensin oluşturduğu farklı kültür ve dillerden ibaret tüm dünya halklarının mitoslar dile getirmesi ve çoğunun birbirleriyle benzer olması gerçekten önemli bir veridir. Mitlerin inanç ağırlıklı öğeler taşıması bu problemi daha da ilginç hale getirecektir. Bunun anlamı dünya üzerinde inançsız bir toplumun olmadığıdır. Sapiens kültürünü, dilini ve dolayısıyla yaşamını tümüyle bir inanç ekseninde kurmuştu. En azından arkaik toplumsal yapılar ve normatif değerler inanç temelinde kurulmuştu ve günümüzde de hala büyük ölçüde devam etmektedir. Toplumlar mitleri, mitler toplumları üretmiş, yaşamı insanın elinden almıştı. Öte yandan insanlarla birlikte mitoslar da iktidar savaşının önemli mücadele alanları olmuştu. Akdeniz Uygarlığı’nın, ürettiği tarımsal kültürle birlikte, tarihöncesinden itibaren tüm dünyaya yayıldığı, arkeolojik ve genetik çalışmalarla biliniyor. Bu yayılma kendini mitoslarda da göstermiş, bu kültürün temel öğelerini ve inancını taşıyan mitoslar, insanlarla ve kültürle birlikte gittikleri her coğrafyanın mitoslarını yutmuş, yok etmişlerdi. Bu haliyle mitlerin tarım kültürüyle birlikte ortaya çıkan iktidar kavramının en önemli enstrümanlarından olduğu söylenebilir. Latin Amerika’nın Avrupalı denizciler tarafından istila edilmesi sadece coğrafi bir anlam taşımıyordu. Orada yaşayan yerli Amerikan kültürlerin, dilleriyle birlikte inançlarını taşıyan mitoslarının da soykırıma uğradığı gerçeğini görmek gerekir. Bu haliyle egemen toplulukların, kendi mitik evren algılarını ve inançlarını başka insanların zihinlerine dayatma yoluyla kendi toplumsal yaşam biçimlerini yaymak, çoğaltmak arzusuna düştüklerini görmek mümkün. Egemen mitler üreten toplumlar, toplumsal kültürleri üretmenin yanı sıra onu dünyaya da yaymış, kitlelerini genişletmenin derdine de düşmüşlerdi.

Mitler ve hikayeler bir toplum üzerinde normatif bir yasa kurmak için önemli bir işlev görmekte. Özellikle, arzunun bastırılması, cinselliğin denetimi, hiyerarşisi gibi mevzularda mitler evrensel bir yasa ve yasak konulabilmek için rasyonalize edilmiş görülüyor. Bu doğrultuda, Çatalhöyük, Göbeklitepe gibi ilk toplumların, cemaatlerin oluştuğu bölgelerde, bu hikâyeler nasıl bir norm ve ahlak üzerine inşa edildi?

Yerleşik yaşam öncesinde nispeten eşitlikçi bir toplumsal yapı olduğu konusunda arkeolojik veriler var. Bedenlerin cinsiyetlendirilmediği, akışkan ve değişken, az nüfuslu, sınırların ve mekânın doğa tarafından belirlendiği, çalışmanın olmadığı, iktidar kavramından uzak bir yaşam sürülüyordu. Besin elde etmek için sistematik bir zaman dilimi içinde emek vermek, çalışmak gibi bir zorunluluk da yoktu. İnanç etrafında örgütlenen tarımsal yerleşik yaşam biçiminin ortaya çıkardığı iktidar mefhumunun ihtiyaç duyduğu insan modeli bu değildi. Uygarlık, herkesi ve her şeyi kategorize etmek istiyor, akışkan/değişken çoklu kimlikleri kontrol etmekte güçlük çekiyordu. Kimi hangi kimlikle, nereye bırakmışsa aradığında orada bulmak arzusundaydı. Şiddet içeren bu iktidar arzusu, akış halindeki bedenlerin ikili cinsel kimliklerin içerisine tıkılarak dondurulmasını hedeflemişti. Bu da yetmemiş olsa gerek ki arzu akışını kesmek için kadın kimliğiyle mahkûm ettiği nüfusun yarısını, evlerin duvarlarıyla da çevreleyerek kontrol altına almıştı. Uygarlığın sabitlediği tek şey cinsiyet değildi, sınıflı toplum yapısıyla herkesin bu yaşamdaki yerini de sabitleyerek, emek sömürüsünü legalleştirmişti. Çatalhöyük kazıları bu yerleşimin bir istisna olduğunu ortaya koydu, daha egaliter bir toplum yapısıyla dönemini temsil eden tipik bir yerleşim olmadığını gösterdi. Burada farklı bir aile yapısıyla örgütlenmiş, daha kolektif bir toplumsal yapı söz konusuydu ama çağdaşı diğer yerleşimler için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Göbeklitepe ise uygarlığın inanç merkezinde gerçekleştiğini gösterdi. Cennetten kovulma miti gibi, tarımsal yerleşik düzene geçmenin göksel bir vahiyle mümkün hale geldiğini açığa çıkardı. İkili cinsiyete mahkûm edilen bedenler, çalışma ve üretme zorunluluğu, sınıflı toplumsal yaşam, hukuk gibi uygarlığın temel nosyonlarının tanrısal kaynağına işaret etmekte. Böylece dünyevi yaşam, tüm yönleriyle inanç kriterlerine uygun dizayn edilmişti. Gücünü tanrıdan alan yönetici sınıfı, ayrıcalıklı azınlıkla birlikte uygarlığı bedeninden ve emeğinden başka sermayesi olmayan insanların sırtına yüklemişti. Böylelikle, tüm normlar göksel bir yasayla anlam bulmuş, ataerki çok güçlü bir biçimde tesis edilmişti.

Mitler, semavi dinler öncesi dünyevi dünyayı algılayabilmek için kıymetli bir görev görüyorlarmış. Semavi dinlerin ortaya çıkmasıyla birlikte mitler nasıl şekil değiştirdi? Bu anlatıların birbirleriyle nasıl bir ilişkisi var sizce?

Başından itibaren dünya, doğa ve yaşam bir algının, kurgunun ürünüdür, toplumsal bir rüyanın dile getirilmesidir. Bütünüyle insani yapılardır, kendi varlığını içinde kurgulayacağı bir bilme ihtiyacının neticesidir. Bizatihi insanın özelliğini yansıtan ve içinden geçilen zaman dilimlerinin düşünsel ihtiyaçlarına göre de sürekli yenilenen metinlerdir. Semavi inançların diğer mitik dünyadan en büyük farkı, yaşanılan dünyanın bir ceza ve sınav yeri olduğu iddiasıyla bedenler üzerindeki inanç kontrolünün artmasıdır. Özde Platon’un “idealar” dünyasından çok da farklı olmayan semavi inançlar, bu iddiayla yaşama daha fazla müdahale etme imkanını yaratmış, iktidar inanç zırhına bürünüp tanrının yeryüzündeki temsilcisi olmuştu. Öteden beri dünya algısı büyük oranda inanç penceresinden gerçekleşiyordu, yaşamın her anı inançla, kutsallarla ilişkilendiriliyordu ancak iktidarı tek bir merkezde toplayan semavi inançlar apokaliptik bir kurguyla yaşamı tümüyle sahiplenmiş, insanı daha doğarken günahkâr ilan ederek bedeni üzerinde hak iddia etmişti. Giderek artan biçimde tüm insani eylemleri tanrısal yasayla çevrelemişlerdi, zaman artık tanrının zamanıydı ve nasıl geçirileceği onun buyruklarıyla belirleniyordu, bundan böyle çalışmak dahi ibadet halini almıştı.

Kitabınızda, Gılgamış Destan’ında, Antik Yunan hikâyelerine, mitolojisine varana kadar çeşitli anlatıları farklı disiplinler üzerinden okuyorsunuz. Bu anlatılar, masallar veya destanlara farklı alanlar üzerinden projeksiyon tuttuğumuzda nasıl bir dünya görüyorsunuz?

Mitler disiplinlerarası bir alandır, sadece arkeolojik bir birikim, metodoloji ve yaklaşımla anlaşılmaları mümkün değildir. Bu nedenle ister eski eser, resim ya da heykel olsun isterse de dil/metin olsun anlaşılması istenen, açıklama beklenen arkeolojik buluntular söz konusu olduğunda, olabildiğince çok disiplinli ve bütüncül bir yaklaşım sergilememiz gerekiyor. Bu çoklu bakışın neticesi olarak gördüğüm şey, bireylerin kendi yaşamlarını deneyimleyemedikleri, tüm değerleri ve normları geçmişten gelen bir dünya oluyor. Hayallerle başlanan ve büyük oranda hayal kırıklıkları içinde, arzulanandan çok uzağa düşülen bir yaşam görüyorum. İnsani arzuların kurban edildiği, yaşamın kimliklere yüklendiği bir şiddet ve inanç uygarlığı ve bu uygarlığa mecbur bırakılmış insanlar. Rekabet, mücadele, savaş, insanın-doğanın-hayvanların sömürüsü ile sürdürülemez bir uygarlığın mitler, masallar ve sanat yoluyla daha en başından, minicik bedenlere sahip bebekken, bireylerin zihnine nasıl kodlandığını okuyorum. Bir insanın tüm insanların yaşamları üzerinde hak iddia etmesinin saraylarda yaşayan zengin krallar, kraliçeler, güzel prensesler ve yakışıklı prenslerin öykülerini içeren masallarla nasıl normalleştirildiğini ve kabul edilebilir hale getirildiklerini görüyorum. Mitlerin, masalların, hikayelerin insanı nasıl terbiye ettiği, normatif yasalara uygun yaşamlar dikte ettiği yine gördüklerim arasında.  

Modernizm ve pozitif bilimlerle birlikte, dünya “büyüsünü” yitirip, seküler inanç ortaya çıktığında, ilk modernler devlerin üzerinde yükselip, durmadan geleceğe bakıyorlardı ama zihin dünyalarında esas ulaşmak istedikleri yer Antik Yunan haşmetiydi. Bu anlamda, modernlerle, mitoslar arasından bir nasıl bir ilişki veya süreklilik var?

Geçmişin kültürel iktidarını arzulayan modernlerin durumu şimdiden bakıldığında bir hayli trajik. Onlar, dünyanın geleceğinde güçlü bir konuma sahip olabilmek için ihtiyaç duydukları sağlam bir geçmişin arayışındaydılar. Uygarlığın kurucusu olmak, ari olmak ve dolayısıyla uygar dünyanın iktidarına talip olmak arzusundaydılar. Ellerindeki en güçlü “bilimsel” koz ise rakamlarla belirlenen ırksal tanımlardı. Bu yüzden o günlerde herkes ellerine kumpas alıp kafatası ölçmeye çıkmıştı. Ölçülere uymayanlar için uygun gördükleri “soykırımlar” bu düşüncenin de sonunu getirmiş, bir kırılma noktası olmuştu. Aslında yukarıda da söylediğim gibi antiklerle modern paradigmalar arasında çok büyük bir fark yok. Söz konusu süreklilik, kendi küçük mitleriyle evren kurucu mitlerin en can alıcı noktasından bağlanmayı başaran egemen toplulukların, gücünü (ari ırk gibi) tanrısal bir kaynaktan aldıkları iddiasıyla dünyevi konumlarını üste taşımalarıdır. Kendilerini Zeus’un çocukları olarak kimliklendiren Helenler ile kendilerini seküler göstermelerine karşın Nuh’un dejenere olmamış, “orijinal genetiğini korumuş” oğlu Yafet’in soyundan gelenler (ariler) ve uygarlığın kurucusu olarak tanımlayanlar arasında doğrusu ben bir fark göremiyorum; bu kutsal ve kurgusal kimlikten alınan güçle iktidara talip olan etnik topluluklar ve onların ideolojileri.

Dünyayı, gündelik hayatı sadece neden-sonuç odaklı bir hikâye üzerinden okumak bir noktadan sonra insana yine yetmemeye başlamıştı. Özellikle geçtiğimiz son 30 yılda, “her şeyin sonu” teorisi doğrultusunda, “new age” gibi akımların da sayesinde dünyayı mitoslar, mistik olanın üzerinden yorumlama, modern insanın yeniden parçası olmuş gibi. Türümüzün milyonlarca yıllık serüveninde, dünyayı anlamlandırma çabasında hikâyenin bir şekilde mitoslara bağlanmasını nasıl yorumlarsınız?

Bu soru karşısında aklıma ilk gelen kavramlar, bilme ve inanç. Sapiens’in adıyla da bağlantılı olan bilme arzusu merkezi bir problem teşkil ediyor. Mitlere de yansıyan bilme arzusu, insanı bildiği bir dünyada konumlama şansı sunuyordu ve bu arzu onu arayışa sürüklemiş, zihnini kurcalayan ontolojik sorularla bir anlam dünyasının inşasına girişerek, yaşamını bu kendi ürünü semiosfer içinde sürdürmüştü, bu inançtı. Bugün sapiens’in geride bıraktığı izlerden biliyoruz ki, bu tür, ortaya çıktığı zaman diliminden bu yana inançlı bir canlıydı. Sapiens’in doğası gereği inançlı olduğunu söylemek istemiyorum ama sınırlı arkeolojik verilerden anlayabildiğim kadarıyla, bu türün yaşamında en eski atalarından itibaren inancın önemli bir rol oynadığı, özellikle ölü gömme ritüellerinden anlaşılıyor. Bu bilme, anlam ve onların sonucu ortaya çıkan inanç modern bireylere kadar da devam etmiş. Öyle anlaşılıyor ki inanç sapiens’in yaşamında adaptif katkı sağlayan bir unsur olmuştu. Aydınlanmayla birlikte bir kırılma yaşanmış ve “karanlık” olarak tanımlananların listesinde inanç da yerini almış ve dünya en azından bazı coğrafyalarda daha seküler dönmeye başlamıştı. Yeni bir umut biçimi olarak bilim-teknoloji bu boşluğu önemli ölçüde dolduruyordu. Oysa yaşanan iki dünya savaşından sonra ve özellikle de son elli yılda modernizmi tahtından eden postmodernizm insanın elinden bu ışığı da almıştı. Bunda insanlar üzerindeki baskıyı artıran ve herkesi tüketici konumuna sokan ve ekolojik felaketlere sebep olan kapitalizmin de payı büyük elbette. Sonrasında seküler inançların ve mistisizmin bu boşluğa talip olduklarını görmek doğrusu çok da şaşırtıcı olmamalı. Yüzbinlerce yıllık bir davranışın zihinde bıraktığı boşluğun, tutunacak dal eksikliğinin yerine ikame edildiklerini düşünüyorum.

edebiyathaber.net (3 Mart 2021)

Yorum yapın