İnsanın Anlamla Savaşı: Zeynep Eşin’in Varoluşçuluk: İnsan, Özgürlük ve Anlam Arayışı Üzerine Bir İnceleme | Lina Yalınçay

Kasım 13, 2025

İnsanın Anlamla Savaşı: Zeynep Eşin’in Varoluşçuluk: İnsan, Özgürlük ve Anlam Arayışı Üzerine Bir İnceleme | Lina Yalınçay

Zeynep Eşin’in Varoluşçuluk: İnsan, Özgürlük ve Anlam Arayışı kitabı, yalnızca felsefi bir kavramın çözümlemesi değil, aynı zamanda insanın kendi içindeki yankısını dinleme biçimidir. Bu kitapta felsefe, akademik bir soyutlama olmaktan çok, yaşamsal bir zorunluluk olarak belirir: varoluş, artık bir düşünme konusu değil, bir dayanma biçimidir. Eşin, 20. yüzyılın en karmaşık felsefi damarlarından biri olan varoluşçuluğu yeniden insanın kalp atışına taşır; soyut düşünceyi gündelik varoluşun çatlaklarında arar. Kierkegaard’ın Tanrı karşısında duyduğu korkudan Sartre’ın bireyin özgürlüğüne yüklediği ahlaki sorumluluğa, Camus’nün absürdüyle açılan boşluktan Clarice Lispector’un dilin sessizliğinde yankılanan içsel yalnızlığa kadar geniş bir evreni, çağdaş bir duyarlılıkla yeniden kurar.

Eşin’in metni, bir öğretinin didaktik açıklamasına değil, bir duygunun, bir sezginin ve bir krizin anlatısına dönüşür. Kitap boyunca varoluşçuluğun teorik altyapısı, insanın gündelik gerçekliğiyle birleşir; felsefe, insanın kendi kendini yeniden kurma çabasının dili haline gelir. Eşin, Kierkegaard’ın kaygısını “varoluşun tanrısal titreşimi” olarak görürken, Sartre’ın “varoluş özden önce gelir” ilkesini bireyin yalnızlıkta doğan özgürlüğü olarak yorumlar. Bu yorum, sadece bir felsefi aktarım değil, aynı zamanda çağın ruhuna yöneltilmiş bir eleştiridir: insan artık özgürlüğünü talep eden değil, ondan korkan bir varlığa dönüşmüştür.

Sartre’ın düşüncesi kitapta bir mihenk taşıdır. Eşin, onun özgürlük anlayışını yalnızca bireysel seçimlerin alanı olarak değil, aynı zamanda etik bir karşılaşma olarak ele alır. Sartre’ın ünlü ifadesi “insan özgür olmaya mahkûmdur” sözü, Eşin’in anlatısında bir cümle değil, bir yara gibi açılır. Özgürlük, insana verilmiş bir armağan değil, taşıması gereken bir yük, kaçamayacağı bir sorumluluktur. Bu noktada yazar, özgürlüğü romantize etmekten kaçınır; tam tersine, onu insanın taşıdığı en ağır zincir olarak tanımlar. Çünkü özgür olmak, seçmek demektir; seçmek, aynı anda diğer tüm olasılıkların ölümüne tanıklık etmektir. Bu yüzden özgürlük, aynı anda hem yaratıcı hem yıkıcı bir eylemdir. Sartre’ın felsefesi bu çelişkiyi, Eşin’in kaleminde insanın ontolojik dramına dönüşür: birey, hem varlığını kurar hem de o varlığı taşımaktan yorulur.

Eşin’in Sartre’a yaklaşımında dikkat çeken şey, felsefi metinleri özetlemesi değil, onları birer duygu alanı olarak yeniden canlandırmasıdır. Bulantı üzerine yaptığı çözümleme, romanın sadece bir varoluşsal kriz anlatısı olmadığını, aynı zamanda modern insanın kendi bedenine, kendi bilincine ve dünyaya karşı duyduğu tiksintinin anatomisi olduğunu gösterir. Roquentin’in “kestane ağacının kökü” sahnesi, Eşin’in okumasında insanın kendine dönük bakışında bulduğu dehşetin metaforuna dönüşür. O kök, yalnızca doğanın bir parçası değil, insanın kendi bilincine saplanmış bir aynadır. Eşin, Sartre’ın bu sahnesinde varoluşun çıplak halini görür: hiçbir ideolojiye, dine ya da estetik düzene sığınamayan insanın, var olmanın dayanılmaz ağırlığıyla yüzleşmesi.

Bu yüzleşmenin devamında Eşin, Camus’nün Yabancı romanına geçer. Bu geçiş, yalnızca felsefi bir ardıllık değil, aynı zamanda bir ruh halinin sürekliliğidir. Sartre’ın özgürlüğü insana yüklediği sorumlulukla tanımlanırken, Camus’nün evreninde anlamın yokluğu artık bir başkaldırı biçimine dönüşür. Eşin’in Camus yorumu, klasik bir absürdizm açıklamasından çok daha derin bir yere temas eder: Meursault’nun kayıtsızlığı bir umursamazlık değil, evrenin suskunluğuna karşı sessiz bir isyandır. Eşin, Yabancı’nın kahramanını nihilizmin sembolü olarak değil, varoluşun çıplak hakikatine tanık olan biri olarak yorumlar. “Annem bugün öldü. Ya da belki dün, bilmiyorum.” cümlesi, Eşin’in okumasında yalnızca bir soğukluk değil, anlamın çöküşüdür; insanın duygularının yerini alan bir boşluk, bir kopukluk.

Camus’nün felsefesinde anlamın yokluğu, insanı çaresizleştirmez; tam tersine, onu yeniden doğurur. Eşin’in altını çizdiği gibi, absürdü kabullenmek teslimiyet değil, bir tür farkındalıktır. Meursault’nun güneşle, ölümle, toplumla ve kendi varlığıyla yaşadığı çatışma, insanın anlam bulma çabasının beyhudeliğini ortaya çıkarırken, aynı zamanda o çabanın asıl değerini de gösterir. Çünkü insan, anlamı bulamadığı için değil, aramaktan vazgeçmediği için insandır. Bu, Eşin’in kitabının kalbinde yatan düşüncedir: varoluş, bir sonuç değil, bir süreçtir; anlam, keşfedilen değil, sürekli yeniden kurulan bir şeydir.

Camus’nün düşüncesinde olduğu gibi, Eşin de yaşamı bir isyan olarak görür. Ancak bu isyan öfke dolu değildir; sessiz, derin, bazen de melankoliktir. Absürdün içinde insanın yaşama devam etmesi, yazara göre en büyük direniştir. “Yaşamın anlamı yoktur ama bu onu değersiz kılmaz” cümlesi, kitabın ruhunu özetler. Çünkü anlamın yokluğuna rağmen yaşamak, bir tür etik tercihtir. Bu noktada Eşin, Camus’nün felsefesini sadece açıklamaz, aynı zamanda ondan geçer; onu kendi çağının yalnızlığıyla birleştirir.

Clarice Lispector üzerine yazdığı bölüm, kitabın en içe dönük, en şiirsel kısmıdır. Eşin burada varoluşu bir düşünce olarak değil, bir iç ses olarak dinler. Lispector’un sessizliğe yakın yazı dili, onun için yalnızlığın en saf halidir. “Dilin ucunda suskunluk” ifadesi, bu bölümü bir metin olmaktan çıkarır, bir meditasyona dönüştürür. Lispector’un kadın karakterlerinin iç dünyalarındaki fırtına, Eşin’in kaleminde insanın en derin yalnızlığına dönüşür. Bu yalnızlık, Sartre’ın kaygısından farklıdır; Tanrı’yla hesaplaşmaz, topluma baş kaldırmaz, sadece içe döner. Kadının sessizliğinde saklı olan varoluşçu enerji, erkek düşünürlerin felsefelerinden farklı bir güzergâhta ilerler. Eşin, bu farkı titizlikle yakalar: Lispector’un yazısında varoluşçuluk, aklın değil sezginin alanıdır; kelimenin değil, kelimeye ulaşamayan duygunun alanıdır.

Bu üç isim —Sartre, Camus ve Lispector— Eşin’in kitabında bir düşünce üçgeni oluşturur. Fakat bu üçgenin merkezinde Eşin’in kendisi vardır. O, varoluşçuluğu bir öğretinin sınırları içinde tutmaz; onu bugünün insanına, bugünün yalnızlığına, bugünün anlam krizine taşır. Günümüz insanının yalnızlığı, artık Tanrı’yı değil, kendini kaybetmekle ilgilidir. İnsan, özgürlüğün değil, kimliğin ağırlığını taşımaktadır. Eşin, bu çağın varoluşçuluğunu “ben kimim?” sorusundan değil, “ben hala var mıyım?” sorusundan başlatır. Bu yönüyle metin, felsefeyi bir çağın tanıklığına dönüştürür.

Kitabın dili, düşüncenin ağırlığını hafifletmeyen ama onu edebi bir incelikle taşıyan bir dildir. Cümlelerin ritmi, yer yer felsefi bir denemenin soğukluğunu, yer yer şiirin sıcaklığını taşır. Eşin’in metni, akademik bir mesafeyle değil, duygusal bir yakınlıkla yazılmıştır. Bu yakınlık, okuyucuyu düşünceye değil, deneyime davet eder. Çünkü varoluşçuluk, yalnızca anlaşılması gereken bir fikir değil, yaşanması gereken bir histir.

Yazarın metninde özellikle dikkat çeken bir başka yön, varoluşçuluğun toplumsal boyutuna yaptığı göndermelerdir. Eşin, bireyin yalnızlığını toplumsal yapıların gölgesinde ele alır. Modern toplumun, bireyi özgürleştirirken aynı anda nasıl tekdüzeleştirdiğini gösterir. Bu noktada varoluşçuluk, bir özgürlük felsefesi olmaktan çıkar, bir eleştiri aracına dönüşür. İnsan artık Tanrı’nın gölgesinden kurtulmuş ama sistemin gölgesine sığınmıştır. Dolayısıyla Eşin, Sartre’ın “başkalarının bakışı” kavramını günümüzün sosyal medya çağında yeniden okur: insan artık kendi gözünden değil, başkalarının ekranından var olur. Bu, çağdaş varoluşçuluğun en acı paradoksudur.

Eşin’in kitabı, bu paradoksun farkındadır ama umutsuz değildir. Çünkü o, insanın kendini yeniden kurma kapasitesine inanır. Kierkegaard’ın inanç sıçrayışı, Sartre’ın özgürlük alanı, Camus’nün başkaldırısı, Lispector’un sezgisel sessizliği — hepsi, Eşin’in metninde bir bütüne dönüşür. Bu bütünlük, felsefeyi bir yaşam biçimi haline getirir. Eşin’e göre insanın varoluşu, ne Tanrı’nın ne toplumun ne de bilimin belirlediği bir alandır; insan, kendi anlamını kendisi yaratır. Bu yaratım, bazen bir yazı, bazen bir seçim, bazen de bir sessizlikle olur.

Kitabın son bölümlerinde Eşin’in sesi daha kişisel, daha melankolik bir tona bürünür. Burada felsefi açıklamalar yerini varoluşsal sezgilere bırakır. İnsan, anlam arayışının sonuna geldiğinde, aslında başlangıca dönmüştür. Çünkü anlam arayışı, hiçbir zaman bitmez; yalnızca biçim değiştirir. Anlamı bulduğunu sanan insan, aslında yeni bir boşluğa adım atar. Eşin’in bu döngüsel yaklaşımı, varoluşçuluğun özünü hatırlatır: insanın görevi anlam bulmak değil, onu yaratmaya devam etmektir.

Bu nedenle Varoluşçuluk: İnsan, Özgürlük ve Anlam Arayışı, bir kapanış değil, bir başlangıç kitabıdır. Okuyucusunu hazır bir sonuca değil, bir sorgulamaya davet eder. Eşin’in kalemiyle varoluşçuluk, akademinin steril salonlarından çıkıp insanın iç sesine karışır. Her bölüm, bir düşünürün fikirlerinden yola çıkarken, sonunda yazarın kendi düşüncesine döner: özgürlük, bir varlık biçimi değil, bir sorumluluktur; anlam, bir hediye değil, bir çabadır; yalnızlık, bir eksiklik değil, insan olmanın kaçınılmaz sonucudur.

Bu kitabı felsefi kılan şey, kavramların doğruluğu değil, duyguların samimiyetidir. Eşin, her düşünürü bir insan olarak görür: kaygı duyan, anlam arayan, yalnız kalan bir insan. Bu yaklaşım, felsefeyi insana yaklaştırır. Kierkegaard, Sartre, Camus, Lispector ve Eşin aynı çizgide buluşurlar: insan, anlamı kaybettikçe insan olur. Çünkü anlam, hiçbir zaman tamamen sahip olunacak bir şey değildir; o, varoluşun içinde sürekli kaçan bir ışıktır.

Zeynep Eşin’in Varoluşçuluk: İnsan, Özgürlük ve Anlam Arayışı kitabı, çağdaş düşünce içinde bir köprü işlevi görür. Geçmişin büyük filozoflarının seslerini bugünün insanına taşırken, aynı zamanda bugünün ruhsal yorgunluğuna da bir ayna tutar. Bu kitap, yalnızca felsefi bir çalışma değil, bir ruh hali, bir içsel yolculuktur. Okuyucu, sayfaları çevirdikçe, bir düşünürden diğerine geçmez; kendi içine doğru iner. Her bölüm, insanın kendine yönelttiği bir soruya dönüşür. “Neden yaşıyorum?” değil, “nasıl var oluyorum?” sorusu yankılanır.

Sonunda Eşin’in metni, bir cevaba değil, bir farkındalığa ulaşır: İnsan, anlamın yokluğuna rağmen yaşamayı sürdürebilen tek varlıktır. Bu, trajik olduğu kadar mucizevidir. Çünkü varoluş, insanın hem laneti hem de özgürlüğüdür. Ve belki de Eşin’in kitabının en büyük başarısı, bu iki uç arasındaki gerilimi duygusal bir sadelikle gösterebilmesidir.

Bu metin, varoluşçuluğu bir felsefi okul olmaktan çıkarır; onu bir insan olma biçimine dönüştürür. Her düşünür, her sayfa, her cümle, aynı yere işaret eder: var olmak, kendi anlamını yaratmak demektir. Ve belki de en sonunda, Clarice Lispector’un sessizliğiyle birleşen o cümlede her şey özetlenir: “Anlam yoktur, ama ben yine de yazıyorum.”

Yorum yapın