İlk Kitabı Anlatmak: Esra Kahya | Adnan Gerger

Mart 10, 2023

İlk Kitabı Anlatmak: Esra Kahya | Adnan Gerger

İlk kitabı Anlatmak söyleşilerimizin bu haftaki konuğu Osmangazi Belediyesi Yayınları’ndan çıkan “Kambur-Bir İntihar Çok Ölüm” adlı romanıyla Esra Kahya.

“Okumak kurtaracak bu evreni. İnsanı sürüye dâhil olmaktan, insanı kandırılmaktan, insanı cehaletten okumak kurtaracak. Ve okursak, toplumca okursak her şey çok daha güzel, çok daha aydınlık, çok daha adil olacak. Özellikle de kadınlarımız okumalı. Kadın evi, ev toplumu, toplum ülkeyi değiştirmeli. Güzel günlere ancak ve ancak okuyarak, sorgulayarak ulaşabiliriz. Umudum bâki…”

Esra Kahya kimdir?

Kastamonu’nun ilçesi Taşköprü’de doğdum. Öğretmen bir anne ve inşaat işiyle uğraşan bir babanın üç çocuğunun ortancasıyım. Gazi Üniversitesi Türkçe öğretmenliğinden mezun oldum ve on sekiz yıldır da Türkçe öğretmeni olarak görev yapıyorum. Bunun yanında Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde edebiyat okuyorum.  Bartın Üniversitesinde yabancılara Türkçe öğretimi alanında yüksek lisans yapıyorum. Evliyim, güzel bir çocuğa anneyim. 

Özgeçmişin takvimsel seyri dışında omzunda yükleriyle yazmaya gönül vermiş yüzlerce kadından biriyim. 

Kambur, ilk kitabınız… İlk kitabınız bir roman ve 2021 Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Ödülü kazanan bir dosyadan oluşturuldu. Bu ödül, size kattı?

Kambur için hayatımın sürprizi diyebilirim. 2020 yılırda Milli Eğitim Bakanlığı tarafından düzenlenen Hasan Ali Yücel öykü yarışmasında Koku adlı öykümün ikinci olması kabuğumun çatladığı ilk andır. Bu ödüle layık görüldükten sonra “yazabiliyorum galiba” hissiyle kendimi kendime ispat etmek için kaleme alındı Kambur ama inanın bu kadarını ben de beklemiyordum. Yarışmanın ilanını gördükten sonra, kısıtlı bir zamanda, tatlı bir telaşla yazıldı. Birinci olduğunun ilanından sonrasını ise hayal bile etmemiştim. 

Ahmet Hamdi Tanpınar 20. Edebiyat Ödülü’nün sahibi olmak gurur verici bir kere. Hayranlık duyduğum, Türk edebiyatının büyük ustasının adıyla anılmak benim için en büyük ödül. Onun adının gücünü bütün benliğimle hissettim. Çatlayan kabuk kırıldı, “yazabiliyorum galiba” hissindeki “galiba” düştü. Bu, yazmaktan ziyade anlaşılmanın, görülmenin verdiği bir güçtü. Yoksa yazmak kendimi bildim bileli benimle. Kambur okurla buluştuktan sonraysa bambaşka tecrübeler yaşadım. Tanımadığım insanlardan aldığım geri dönüşler inanın betimsiz. Kelimelerin sihrine de inandım. Anlaşılmak, ruhumun akrabalarını bulmak ne büyük nimet. Kambur’a çok şey borçluyum. Hayatıma çok güzel insanlar kattı. Yolumu güzelleştirdi. 

İlk kitaplar çok zordur. Kambur’u yazarken, içeriğini belirlerken ismini koyarken nelerden etkilendiniz? Kitabınızın yazma sürecinden yayınlama sürecine kadar duygularınızı, düşlerinizi ve düşüncelerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?

İlk kitapların çok zor olduğunu inanın şimdi fark ediyorum. Kambur kesinlikle bu amaçla, “Basılır da kitap olur mu ki?” diye yazılmadı. Yarışmanın sonrasıyla ilgili ufacık bir hayalim, bilgim, donanımım yoktu. İkimizin de toyluğuna denk geldi. Şimdilerde bunu bir şans olarak görüyorum. Bilmemek bazen gerçekten özgürlükmüş. 

İlk cümle kutsiyetine inananlardanım ben de. Kambur’un sadece ilk cümlesi vardı. Gerisi yazarken geldi. Kurgusuz yazmak, sınırları aşmam için itekleyici bir güç oluyor. Metne girip kahramanlara istedikleri şeyleri yaptırmak; onları benim boyunduruğumdan tamamen kurtarmak kahramanlarımın da işine geliyor. Kambur’da da öyle oldu. Etkilendiğim somut bir olay ya da durum yok ama kambur figürü olarak karşı komşumuz Şerife Anne’den esinlendiğimi söyleyebilirim. Hayatımda gördüğüm ilk kambur oydu ve ondan çok korkardım. Uyumadan önce onunla ilgili türlü entrikalar dönerdi zihnimde, sanırım çocukluğum bu anları ileride Kambur’u yazmam için saklamış. Oradan çekip aldım ve romanın merkezine taşıdım. 

Kitabın tam adı “Kambur-Bir İntihar Üç Ölüm” aslında. Çünkü Acibe’nin intiharı üç ölümle sonuçlanıyor. Buradaki ölüm de muamma. Yeniden doğuşlara gebe bir ölüm olarak da değerlendirmek mümkün. Okur nasıl adlamak isterse. Kitabın yazma ve yayımlanması sürecinde inanın hayal kuracak vaktim bile olmadı. Şöyle ki şubat sonunda ilanı gördüm. Yaklaşık kırk günüm vardı. “Olurdu, olmazdı,” derken ilk cümlenin gelmesiyle yazmaya başladım ve on gün boyunca yazdıklarım bilgisayar virüsüyle kozmik evrende kayboldu. Ağlamam bitince “Tekrar yazabilirim,” diyerek aklımda kalan cümlelerle yeniden yazmaya başladım. Martın ortasıydı ve yaklaşık yirmi günüm kalmıştı. Yetişti ancak “son değil,” diyerek. Zaten birkaç hafta sonra da açıklandı. Açıklanana kadar geçen günlerde ise sadece kitap kişilerimi özledim. Daha uzun bir birlikteliği hak ediyordu onlar.

“Bu dil benim. Kırk yıldır biriktirdiklerim. Yolumun kesiştiği herkesten aldığım şeyler var içinde.”

Kambur’u ben okudum. Hem de ilgiyle… Bunca yıllık yazma deneyimimle ve bir roman yazarı olarak söyleyebilirim ki nitelikli bir yapıt. Kitabınızın içeriğinden ve  nasıl kurguladığınızdan bahseder misiniz?

Kambur, anlatıcının sürekli değiştiği beş bölümden oluşuyor. Acibe’yi merkeze almış olsa da aslında üç kadının hikayesi aslında. Acibe’nin fiziksel kusur olarak yüklendiği çıkıntı, tüm ailenin ortak yükü oluyor. Kitaptaki herkesin kamburlarına değinip asıl kamburun sırtımızda değil de yüreğimizde olduğunun altını çizmek istedim. Okur alt metinde bu mesaja ulaşana kadar da türlü olayların, gizlerin içinde buluyor kendini. Zamansız ve mekânsız bir kurgunun içinde şiir, günlük, mektup gibi türlere de rastlıyor. Nesnel zamanda iki günde gerçekleşen olayların öncesine kahramanların zihinleriyle ve üçüncü bölümde okura sunulan mektuplarla gidebiliyor. 

Kurgularken daha önce de dediğim gibi, sadece ilk cümlem vardı. Kitapta olan biten ne varsa kahramanlar öyle istediği için oldu. Özellikle zamansız ve mekânsız olmasını istediğim de söylenemez. Ama her şey olup bittiğinde bu zamandan/mekândan münezzeh hali sevdim. Okur istediği yere ve ana çekebilir kitap insanlarımı. Böylece birkaç yaşamak daha çıkar onların payına. Kelimeler sınır tanımadığı için güzel, her zihinde farklı şekil aldıkları için vücutsuz ve insanları ortak paydada buluşturduğu için sihirli.  

Kambur’da dil, metne çok uygun ve çok titizlikle kullanılmış… Bu dili nasıl oluşturdunuz? 

Bu dil benim. Kırk yıldır biriktirdiklerim. Yolumun kesiştiği herkesten aldığım şeyler var içinde. Yolumun düştüğü bütün yerler, bu yerlerde gördüğüm her şey var. Okuduklarımdan arta kalanlar, yaşadıklarımdan süzdüklerim, beğenip sakladıklarım ve farkına varmadan sızanlarla zihnimden yüreğime ve oradan da kalemime gelenler. Dilimde ben varım. Olduğum kadarımlayım. Kambur’da dili farklı şekilde kullandım. Nesnel zamanda ve geçmişte olmak üzere iki farklı dil aktarımı tercih ettim. Bu da ben öyle istediği için olmadı aslında karakterlerin ait olduğu dönemlerde konuştukları dilin olağan getirisiydi. Geçmiş, her şeyin eskisiyle çıkıyor bugün karşımıza. Dil de geçmişin anlatıldığı bölümlerde eski haliyle yer buldu işte romanda. 

Bu coğrafyada roman az yazılıyor? Bu tespitime katılır mısınız? Sizce nedeni ne? 

Roman, sürekli kendini yenileyen, dinamiği olan hacimli bir tür. Her şeyin mümkün olduğu bir evren, öykülerden örülü muazzam bir yol. Romanın okura ve yazara sunduğu bu özgürlük bana hep çekici gelmiştir. Bireysel ya da toplumsal bilinçaltına sızmak için önünüzde geniş bir alan var. Fakat bu özgürlük beraberinde daha kontrollü olmayı, kurgunun akışında matematiksel hesapları getiriyor. Olay, yer, zaman, kahramanlar genişledikçe bağlantıların da kopmaması, çatlakların oluşmaması gerek. Yazarın daha fazla zamana, sabırlı olmaya ve araştırmaya ihtiyacı var. Bu tür bir sorumluluktan kaçış, hazır bulunuşluğun olmaması belki de. Ya da tamamen tercih. Veya bir nadas hali. Tüm öykücüler nadasta ve günü geldiğinde hepsi roman yazacak. Mümkünlerin dünyasındayız…

Sizi daha çok öykülerle görüyorum. Çok başarılı öyküleriniz var ve çoğu da ödüllü… Peki, sizce roman mı, öykü mü?

Roman, öyküye çok şey borçlu. Eğer öykü olmasaydı roman da böyle büyüyüp serpilemezdi. “Roman mı, öykü mü?” tercihi çok zor ama öykü yazarken yaşadığım hissi çok seviyorum. Bu anlamda bakarsak öykü küçük bir farkla önde.  Öykünün çizdiği sınırlar, beni en iyisini yapmaya zorluyor. Kelime sınırı, sayfa sınırı, tema sınırı vb… Kelimelerimin etrafı sarılıyor, el mahkûm teslim oluyorum. Bu teslimiyette kelimelerin sorumluluğu artıyor. Hepsi amaca hizmet etmek zorunda. Aksi takdirde öykünün çıtası düşüyor. İnce hesapların, büyük sancıların işi öykü. Romanın sunduğu özgürlük çok çekici olsa da öyküyü daha heyecanlı buluyorum. Bir öykü zihnime ilk cümle ile düşüyor. O cümlenin word sayfasına inişi ve peşinden gelenlerle zihnimde yaşadığım haz müthiş… İçimde bir yerlerde sırasını bekleyen öykü insanları var. Onlara harflerden vücut çizmek, kelimelerle ses olmak, beni götürdükleri yere onlarla gitmek reel dünyada karşılığı olmayan bir haz. Finale vardığımda yaşadığım şaşkınlığı da çok seviyorum. Öyküye şöyle bir bakıp “Bu iş buraya nasıl geldi?” diye kendi kendime şaşırmak çok eğlenceli. 

Ödüllerin edebiyata değer katıyor mu?

Ödüllerimin edebiyata değer katıp katmadığını objektif bir şekilde benim değerlendirmem mümkün değil. Bunu okura sormak gerekir. Yolun çok başındayım, öğrenecek çok şeyim var. Her yeni öyküyle bir önceki öyküden daha iyisini yazdığımı ancak yine de “olmadığımı” hissetmeyi seviyorum. Ödüllerden ziyade ben yolda olmaya sevdalıyım. Yolda oldukça da birbirimize çok şey katacağımıza inanıyorum.

Etkilendiğiniz yazarlar var mı? Bu yazarların sizde bıraktığı etkiye neden olan yapıtlar hangileri? Bu yapıtlardan birkaç örnekleme yaparak bu etkiyi açıklayabilir misiniz?

Okuyan ve yazan bir annenin kızı olarak ilk öğretmenim, ilk feyz aldığım annemdir. Küçük yaştan itibaren kütüphane yollarındayım. Lise yıllarımdan beri de Ahmet Hamdi Tanpınar hayranıyım. Kambur bu nedenle mucizeye inanışımdır benim. Ahmet Hamdi’nin birey-toplum psikolojisine ustalıkla ayna tutuşunu; arada olmayı, çatışmaları, ironik bir dille ve enfes kurgularla alttan alta işleyişini seviyorum. Sanatı üzerine kitaplar yazılmış, ders kitaplarına konu olmuş ustadan bahsediyoruz. Çok şey söylemek mümkün ama ben galiba en çok, onun cümlelerinde duyduğum müziğin peşindeyim. Okurken baş döndüren, okuru içine alan sesli bir dil. İnsan ve madde arasında kuvvetli bir bağ, ruha sinen bir ses. Huzur’un Mümtaz’ı ve Nuran’ı mesela. Yıllarca benimle gezen iki karakter. Yaşadıklarından, kurgudan çok anlatılışlarındaki derinlik ve hissiyatla zihnime kazındılar. Onun dilindeki mana zenginliği bir çiçekse, sözü söyleyişi de tüm manaları süsleyen bir taçtır. Benim için.

Bir de Nazan Bekiroğlu var. Duruşu, karakteri ve kelimeleriyle etkilendiğim Türk kadın yazarlardan biridir. Uzun yıllar ve yollar boyunca onun kelimelerinin peşinden gittim. Yine Ahmet Hamdi’ye benzer bir nedenle severim Nazan Bekiroğlu’nu. Kelimeleri avaz avaz bağırır ve ben bu sesi duymayı çok severim. Kelimelerle oynamayı, birçok anlama gelmeyi, saklanmayı, sobelenmeyi de. O da bunları çok güzel yapıyor.

Ve her yerde ismini gururla andığım iki hocam, ustam. Ethem Baran ile Bayram Baş. Biri öykülerimin diğeri de kelimelerimin öykündüğüdür, eksik olmasınlar. 

Günde kaç saat ve ne tür kitaplar okuyorsunuz? Okumaya inancınız nasıl?

Her gün mutlaka okuyorum. İki sayfa bile olsa mutlaka okumak zorunda hissediyorum kendimi. Yemek içmek gibi zaruri bir ihtiyaç bu… Okumadan uyumak beni çok rahatsız ediyor. Başucumda kitaplarla, dergilerle uyumayı; okurken uyuyakalmayı seviyorum. Sağ yanımda kitaplar oldukça uykularımı bile güvende hissediyorum. Bu hususta totemler yapmakta pek hünerliyimdir.

Günlük okuma saatim değişiyor. Okuduğum kitap, günün yoğunluğu, okuma amacı gibi faktörler bu süreyi etkiliyor. Son zamanlarda günceli takip etmeye çalışıyorum. Çağdaşlarımı okumayı seviyorum. Tanık olduğum bu dönemde kimler, neleri, nasıl yazmış merak ediyorum.  Okumaya inancım Sait Faik’in sevgiye inancı kadar. Okumak kurtaracak bu evreni. İnsanı sürüye dâhil olmaktan, insanı kandırılmaktan, insanı cehaletten okumak kurtaracak. Ve okursak, toplumca okursak her şey çok daha güzel, çok daha aydınlık, çok daha adil olacak. Özellikle de kadınlarımız okumalı. Kadın evi, ev toplumu, toplum ülkeyi değiştirmeli. Güzel günlere ancak ve ancak okuyarak, sorgulayarak ulaşabiliriz. Umudum bâki…

Yeni dosyalarınız var mı? 

Aslına bakarsanız kısa bir süre öncesine kadar yoktu. Kambur kendi yolunu kendi çizen sürpriz bir dosyaydı. Onu hazırlarken yukarıda da bahsettiğim gibi uzun uzun düşünme fırsatım olmadı. Ucu ucuna yetişti yerine ve sonrası da organizasyon tarafından yayımlandı, okurunu buldu. Şimdi her şeyin bu kadar içindeyken bir dosya hazırlamak için kendimi hazır hissetmem çok zor oldu. Birkaç hafta önce öykülerim yan yana dizilip dosyaya girdiler. Akıbeti ne olur bilmem. Tek bildiğim, yazmayı çok sevdiğim. 

edebiyathaber.net (10 Mart 2023)

“İlk Kitabı Anlatmak: Esra Kahya | Adnan Gerger” üzerine bir yorum

Yorum yapın