Herkesten farklıyım, herkesle aynıyım | Hatice Balcı

Eylül 12, 2022

Herkesten farklıyım, herkesle aynıyım | Hatice Balcı

Figen Batak’ın ilk kitabı Kadın Asker’in* ana karakteri Duygu, kendi tabiriyle, “mesleğini erkek egemen bir kuruluşta icra etmiş emekli bir kadın subay”dır. Dünya kadınlar gününde, farklı iş kollarından kadınların katılacağı bir TV programının davetini kabul edip etmeme konusunda tereddüte düşer.  Çekimlere az bir zaman kaldığından kararını bir an önce vermesi, programa gidecekse de konuşmasını hazırlaması gerekmektedir. Tam da o günlerde, Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hemşirelik Yüksek Okulu’nda yatılı okuduğu devre arkadaşlarıyla buluşur. Davetin üzerindeki etkisi ve ardından gelen buluşmayla birlikte geçmişin acı-tatlı hatıraları birer ikişer ortaya dökülmeye başlayacaktır.  

Neden askerlik?

Kahramanımız kitabın başlarında uzun uzun çocukluğundan, ailesinden, büyüme sancılarından, 1970’lerin sonlarında doruk noktasına ulaşan politik kargaşadan bahseder. Duygu ortaokul sıralarındayken Askeri Darbe gerçekleşir ve sokak çatışmaları sona erer. Diğer yandan, ergenlik dönemiyle kesişen bu süreçte toplumdaki kadın erkek eşitsizliği onu günden güne daha çok rahatsız edecektir. Ailesinin cinsiyetinden dolayı üzerinden baskı kurduğu yoktur fakat benliğini oluşturmaya çabalarken ebeveynlerinin kendisine erkek kardeşinden farklı davrandıklarını sezer. Mesela abisine hiçbir kısıtlama getirilmezken ondan akşamları belli bir saatte evde olması isteniyor; kızların ehliyet kursuna gitmek, arkadaşlarıyla seyahate çıkmak gibi genel geçer beklentilerin ötesindeki ilgi ve merakları bastırılıyorken erkek çocuklarınki yüreklendiriliyordur. Üstüne üstlük ev içinde kadınlar hizmet edenler, erkekler hizmet edilenlerdir. 

Duygu’nun yardımsever bir kişiliğe sahip olan babası subaydır. Yakınlık duyduğu babasının çalıştığı askerlik kurumunun, toplumun çoğunluğunda yarattığı olumlu moral etki; ordu mensuplarını, afet bölgelerindeki yardım çalışmaları sırasında gösteren TV yayınları;  Ankara sokaklarında tek tük de olsa karşılaştığı kadın subaylar dikkatini çeker. Verilerini toplumdaki güvenlik ihtiyacıyla birleştirir ve lisede okurken asker olmayı kafasına koyar. Fakat 1950’lerden bu yana Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) -yetiştirilmek üzere- rütbeli kadın subay alınmamıştır. Tam da bu sıralarda Ankara GATA’da Hemşirelik Yüksek Okulu açılır. Bu okul, Türkiye’de kadınlar için faaliyete geçirilen ilk askeri eğitim kurumudur aynı zamanda. Duygu askeri hemşirelik okursa insanlara daha çok yardım edebileceğini düşünür. Laf arasında bir itirafta bulunmaktan da çekinmez: Küçükken kardeşi bir rahatsızlığından ötürü askeri hastaneden sivil hastaneye sevk edildiğinde buradaki imkansızlıkları gözlemiş, çok etkilenmiştir. Daha o zamanlarda, ordunun kendi çalışanları ile eş ve çocuklarına sunduğu sağlık güvencesinden mahrum kalma ihtimali onu endişelendirir. 

İşler, ilişkiler, kimlikler

Otobiyografik metinlerin cazibesi, -büyük ölçüde- algılarımızı ve duyarlılıklarımızı yeni baştan ele alacak malzemeyi bize sunmasından geliyor olabilir mi? Figen Batak’ın anı-kitap diyebileceğimiz “Kadın Asker”i, yazarın kendi yaşamından yola çıktığı bir anlatı. Batak, hakkında az şey bildiğimiz bir kurumun, ordunun iç işleyişine dair çok şey söylerken hikâyelerini gerek kendisinin (Duygu aracılığıyla kendisinin) gerekse devre arkadaşlarının başlarına gelen olaylar üzerinden oluşturup şekillendiriyor. Hikâyeleri dinlerken kulak kesilmekten, hayrete düşmekten, tasalanmaktan, bazen de gülmekten kendimizi alamıyor; acı duymaktan, kanayan yaralara bakmaktan ise sakınamıyoruz. 

  Sıkı dostlukların kökeninde karşılıklı hayranlık yatar. Duygu’nun devre arkadaşlarının birbirlerine yaklaşımlarında bu hayranlığı hemen seziyoruz. Patlattıkları demirbaş esprilerden biri yaşlarına göre epey genç görünmeleri üzerine. Söz dönüyor dolaşıyor ve sonunda bu dikkat çekici avantajı meslek yaşamları boyunca kontrollü strese maruz kalmalarına bağlıyorlar. Biz de ister istemez merak ediyoruz: Bütün o uzun, yorucu iş yaşamlarına rağmen stres nasıl oluyor da kontrol edilebilir seviyelerde kalabiliyor?  Onları dinlerken edindiğimiz bilgiler, bu soruya dair yanıtları oluşturmamıza yardım ediyor aslında. Okuldaki hiyerarşik kodlara daha en baştan, birbirlerinden güç alarak uyum sağlıyor ve zamanla da bu kodları benimsiyorlar. Böylece gerek öğrenciliklerinde gerekse mesleki yaşamlarında bize epey tuhaf gelen katı tutumlarla baş edebiliyorlar. Öte yandan, kadın olarak var olabilmenin o çok iyi görebildikleri zorluklarına rağmen, askerlik ve hemşirelik gibi toplumda kabul gören iki beceriyi birden edinmenin, kendilerine sıra dışı bir nitelik kazandırdığının farkındalar. Ayrıca askerliğin gelir garantisi vaadi; meslekte ilerlemenin, büyük ölçüde hizmet süresiyle bağlantılı gerçekleşmesi, “umutvar” beklentilerden uzaklaştırmıyor onları. İş tecrübeleri arttıkça ve yükseldikçe karar verici olmanın, saygı duyulmanın ve becerilerini sergilemenin hazzını yaşıyorlar. İnsanlara, hastalara yardım edebilmenin heyecanı ile doyumunu da. Görev yerleri sürekli değişse de iletişimlerini sürdürmeyi ihmal etmiyor, aralarındaki bağları koruyorlar. 

Kadın Asker’in sayfaları arasında ulaştığımız bilgiler, Duygu ve arkadaşlarının (ailevi sorunları bir yana) iş yaşamları hakkında epey çıkarımlarda bulunmamızı sağladıkça ister istemez bu temaları toplumdaki statü anlayışı ve beklentilerle karşılaştırıyoruz. Ve o zaman da kitapta anlatılan insanlık hallerinin, Giray Kemer’in geçtiğimiz aylarda yayımlanan “Türkçe Dublajlı İtalyan Filmleri Gibiyiz” adlı eserindekiyle karşıtlığını düşünmeden edemiyoruz. Kemer’in anlatısında, ana karakterimiz Ahmet’in avukatlık mesleğiyle elde ettiği statü, ona belli bir gelir garantisi ve mesleki tatmin sağlamıyordu. Hayatta kalmak adına, işini araçsallaştırarak saptığı yollar yaşamını alt üst ediyordu. Yozlaşma Ahmet’in benliğini zedeliyor, yakınlarıyla ilişkilerinin bozulmasını hızlandırıyordu. Nihayetinde ise müthiş bir içsel başkalaşım geçiriyordu. Duygu’nun asker kimliği ise daha en baştan kişiliğinde derin izler bırakıyor ve o, bu izlerde yatıştırıcılık ararken büyük ölçüde de huzur buluyor. Meslektaşlarıyla yakınlığı onu canlı, bütünlüklü kılıyor, geçmişiyle yüzleşmesine ön ayak olabiliyor.  Ancak kapalı uçluluğa savrulmasa da kimliği sorgulamalarına sızıyor.  Bunca sözün üzerine, soyları sopları apayrı bu iki anlatının, üzerinde düşünmemizi elzem kılan soruları ortaklaşıveriyor: Varoluşumuzu olumsuz manada etkileyerek bizi hasta eden şeyleri nasıl görebiliriz? Edindiğimiz mesleğin yaşamımız üzerindeki belirleyiciliği, nasıl olur da ürkütücü noktalara varabilir? Ve eğer iş oraya gelirse bu ürkütücülük eşiğini nasıl tanıyacağız? 

***

Anlatının sonlarına doğru askeriyenin kayak merkezinde Duygu devre arkadaşlarından Esra’yla karşılaşır. Esra sohbet sırasında, ender görülen kalp hastalığı nedeniyle oğlunu tedavi ettirmeye ABD’ye gittiklerini; bu olanağı yakalamalarını  TSK’nın ilgi ve desteğine borçlu olduklarını belirtip çalıştığı kurumdan minnetle bahsederken biz de sevinir, şükran duygularına ortak olabiliriz. Ama geri kalanlarımızın çocukları, bizler devlet hastanelerinde kendimizi güvende ve değerli hissedebilmemizi sağlayacak nitelikli sağlık hizmeti alabilme hakkına nasıl olup da hala daha kavuşamadığımızı; bu amaçla hükümetlerin kamusal politikalar üreterek kaynak oluşturması ve bütçeleme yapması gerekirken tüm yükün neden hala daha sağlık çalışanlarına bırakıldığını anlayamayız.

*Kadın Asker, Batak, Figen, Karakarga, 1.baskı, Eylül 2022, syf.82.

edebiyathaber.net (12 Eylül 2022)

Yorum yapın