“Hayat, Sende Aradığım şey” | Feridun Andaç

Nisan 9, 2024

“Hayat, Sende Aradığım şey” | Feridun Andaç

Şimdi ben, sonsuza kadar kapanmış

                                                                       gözlerinin maviliklerinde  yüzmekteyim.”      

                                                                       Ingeborg Bachmann

Sesi kırılgandı. Gizli öfkesini de ele veren kırgınlıktı bu.

Zihinle bilinç arasındaki gel-gitin göstergesi olan sözlerin serinliğindeydiniz. Aranızdaki “anlam algısı” dediğiniz şey de işte burada kendini gösteriyordu. Dahası birinizin “nedenselleştirdiği” şey, diğeri için sıradan bir durumdu.

Oysa hayat başka yerde akıyordu.

Savaşlar, kıyımlar kırımlar vardı ötede… Açlık, yoksulluk vardı… Yerinden yurdundan edilmişlik…

Bunca ezinci yaşatan hiçleştirme niyeydi.

Michael Haneke, “ândaki mutluluk”tan söz ediyordu. Neredeyse çektiği bütün filmlerde hayatın hep o kırılgan yanlarına, ânlarda yaşanan mutluluklara bakmıştı.

Hele “Aşk”ta, gönlü bir türlü el vermeyen Georges, Anne’nin geldiği durumu bir türlü kaldıramaz. Bir tür kendisiyle sınav halindedir. Eşiği geçebilecek dramı yaratarak dayanılmaz olanın önünü alır.

“Yaşanan bir ân…” hem mutluluğumuz olabiliyor hem de dramımız. Ölüme gitmek duygusu böyle bir şey olsa gerek!

Asıl gerçeklik de oradadır. Siz, bunun algısını yaratmak, biçimlendirmek için oradasınızdır.

Ve bilirdin ki hayat bir “takas” değildir.

Doğrusallıktan yanaydın. Tıpkı Bachmann’ın anlatılarındaki gibi. Ne ötelenen, ne de öteleyen.

Gerçekçiydin sende. Sanrısal tepkilerinle hareket etmezdin. Seni durduran yazmaktı; hem zihninde, hem de kâğıda yazdıklarındı…

“İçses”inle bakar, dinlerdin her bir şeyi.

O karşılaşma ânını bir filmin açılış sahnesi olarak belleğine kaydediyorsun.

Yanında biriyle dönen genç kadın… Güven, dayanak arıyor. Şaşkınlık, boşluk içinde. Bakınmalarından bunu anlıyorsun. Sicim gibi yağan yağmura aldırmıyor…

Sonra, ölüm sessizliğindeki mekânda geziniyor bakışları… Her şeye, yaşama veda bakışı bunlar, anlıyorsun! Kaybedileni görmeye çalışıyordu belki de! Bir silici gibi bakıyordu her şeye… Ondan bir parça olanları görmezden gelmek, özenle kurduğu her bir şeyi bir ânda gözden çıkarmak… Yabanlaşma arzusunu besleyenin ne olduğuna kafa yorman nafileydi artık. Tükenişi var eden sayrı ve sanrı biraradaydı. Bazen, buna, göz göz olan keder de dediğin olurdu. Adını koymak istemediğiniz bir durumdu.

Didier Anzieu, Samuel Beckett’ın bir insan-yaratıcı olarak varoluşunu anlamaya/anlamlandırmaya çalıştığı kitabındaki bir sözünü aklında tutmuştun hep onun sayrılarevindeki günlerinin karanlığında yaşarken:

“İnsana varlık niteliğini veren şey hakkında hiçbir şey söylenemez çünkü sözün olumlaması, önce varlığın ne olmadığı, olumsuz nitelikleri söylenebilir.” (*)

Ne olduğuna değil, neyin olamadığına bakıyordu oradan. Kımıltısız duranı bir ânda alevlendiren, hatta öylesine yıkıcı kılan neydi… Soru yerine ürküntünü müdahalesizleştirilen bir hayatın eşiğinde durmanın sanrısıyla açıklıyordun kendine.

Dönüş yolunda suskunsunuz üçünüzde.

“Refakatçi” her şeyiyle iğreti duruyor.

Konuşmaya başlayan sensin. Yağmur durmak bilmiyor. Yeşil görüntünün coştuğundan, dağların sisinden, çiçek açan ağaçlardan söz ediyorsun.

Kilitlenen dili açmak zor!

Susuyorsun.

Kucaklaşıyorsunuz ayrılırken.

“Beceremedik,” diyor sarılıp ağlıyor sana. Sende karşılık veriyorsun. İçindeki uğuntuyu bastırmaya çalışıyor, ama gözyaşlarını tutamıyorsun.

Çıktığında gar’dan yolu kaybetmek istiyorsun. Hatta yönünün değiştirip başka bir yere gitmekten yanasın.

“İçses”in durduruyor seni.

Hayatın dolu yanında durmak istiyorsun.

Bütün ışıklar kapansa, sesler kesilse de yolda olmanın hayatla bağının sürdüğünü göstermesine ait olduğunu hissediyorsun.

Şimdi, onun dönüştürdüğü yerdesin. Bahçenin sesinde, renginde, kokusunda… Toprağa dokunuyorsun ilkten… çiçek kokuları başdöndürücü… Beklediği zamandı bu da…

Oysa, şimdi, onun toprağına uğurluyorsun bir daha hiç görememek üzere.

Sende onu beklemeye başlıyorsun bu kokular arasında.

Bekleyişin umuduna bağlanmanın nişanesi kokularını hatırlıyorsun bir ânda. Yazı masanın çekmecesine yerleştirdiği amber kokusunu ruhunda hissediyorsun. Marakeş’ten taşıdığını söylemişti.

Tutup onun yitimini anlatacak kitabın ilk satırlarını yazmaya başlıyorsun: Sen gittikten sonra…

Juan Goytisolo’nun Monique Lange’ı kaybedişinin ardından yazdığı (**) “yas” anlatısı hafızanda canlanıyor bir ânda….

Yitirilenin acısını yaşamak…

Ardından “yas”a dönüşen zamanı “içses”inde hissetmek… Bu duygudan kopamamanın getirdiği ezinçle, sözcüklere dönmek…

Sağaltıcı gelebilen tek şey bu belki de!

Öyle yapıyorsun sende; acıyı inşa etmek yerine onu sağaltma yolunu seçiyorsun.

“Yaşamın dayanıklılığını” savunma yolu bu senin için üstelik.

Karşındaki diğer anlatıcı şunu diyordu:

“Şeyler, yaşamın istikrarı sağlayan huzur limanlarıdır.” (***)

Şimdi karşılaştığın “ölüm”ün böyle bir şey olabileceğini; hatta bir “şey”e dönüşebileceğini hiç düşünmemiştin.

İçinde kanatlanan sevinci sündüren bir zamandasın şimdi.

Yanı başından geçip durduğun okaliptüs ağaçlarının gölgesindeki taşlara döndürüyorsun şimdi bakışlarını. Onların nişane olduğu şeyi daha iyi anlıyorsun. İnsanları oraya götüren, dokunduran, çiçeklendiren hüzünlü duyguyu artık yaşıyorsun.

Fotoğrafındaki gülümseyişiyle sende kalsın istiyorsun. Karşında duruyor o çerçevelenmiş hali. Uzaklara bakıyor, buruk ama iyicil, mutlu bir gülümseyiş, masasında bir bardak çay… Ötede bir garson size doğru geliyor… Başka sesler, başka renklerin çağrısı her biri…

Dönüp Goytisolo’ya göz atıyorsun. Onun yazdığını sen de bir yere dönüştürerek yazıyorsun:

-Her gün onu düşünür oldun, nasıl olduğunu görmek için fotoğrafına bakıyorsun.

Her şey capcanlı… Kararıp soluklaşacağına, onu ölüme asla terk etmiyorsun.

Ve ona şunu fısıldıyorsun:

“Hayat, sende aradığım şey, son nefesime kadar sende kalmak.”

(*) Beckett, Didier Anzieu; Çev.: Nesrin Demiryontan, 2020, Metis Yay., 274 s.

(**) Ara Perde, Juan Goytisolo; Çev.: Neyire Gül Işık, 2006, YKY., 101 s.

(***) Ritüellerin Yok Oluşuna Dair: Günümüzün <Bir Topolojisi, Byung-Chul Han; Çev.: Çağlar Tanyeri, İnka Kitap, 112 s.

edebiyathaber.net (9 Nisan 2024)

Yorum yapın