Hangi sonu tercih edersiniz? | Havanur Taflan

Kasım 9, 2020

Hangi sonu tercih edersiniz? | Havanur Taflan

Hayat gizemli kuralları olan gizemli seçimler nehridir. Bu tanım John Fowles’e ait. Fakat hiç düşündünüz mü bu kuralları koyan, seçimleri yapan irade kim diye? Yaşamın akışı boyunca sürekli planlar yaparız hepimiz. Belki de bu yüzden bugünü yaşamadan yarının içine dalarız. Fakat hesap etmediğimiz, öngöremediğimiz yaşamın bizim için tasarladığı planlardır. Onlara rağmen (bunu bazen acıyla tecrübe etsek de) hiç yılmadan kendi kurgumuzun peşine düşeriz hep. Sürekli olarak da hayal ağının içinde yarattığımız umuda tutunuruz tüm yaşamımız boyunca. (Bunu yapmazsak hayatın bize zaman zaman gösterdiği acı yüzüyle de baş edemeyiz zaten.) “Kurgusal gelecekler yazma huyumuz var. Kendimizi filmlerin yerine koymaya meyilliyiz. Kafamızda, neler yapacağımızı, başımıza nelerin geleceğini kurarız; bu romanlara ya da filmlere yaraşır varsayımlar davranışlarımızı genelde kabul ettiğimizden çok daha fazla etkiler, genellikle geleceği bugünde yaşarız istemesek de.” diyor Fowles, Amerikan Libraries dergisinin, 1969’un en önemli kitapları arasında seçtiği Fransız Teğmenin Kadını adlı romanında. (2005 yılında TIME dergisi tarafından da 1923’ten beri yazılmış en iyi yüz İngilizce romandan biri seçilmiştir.)

Kendi zamanına göre farklı ve gizemli bir mürebbiye olan (bir ilişkinin ardından biri tarafından terk edilmiş olduğu anlaşılan) Sarah ile zengin Charles’ın hikâyesini anlattığı ve 1867 İngiltere’sinin çeşitli yönlerini, geleneklerini, sınıf mücadelelerini de öyküsünün içerisine eklediği bir dönem romanıdır bu.  İlk taslağını yaklaşık dokuz ay içinde yazan Fowles, sonraki iki yılını Viktorya döneminin düzyazı ve diyaloglarını incelemekle geçirir. Anlatıcı Fowles, Viktorya dönemi İngiltere’sindeki yaşamı, gelenekleri ve karakterleri için çeşitli olası sonuçları hakkında doğrudan okuyucusuyla konuştuğu, karakterlerin seçimlerine müdahale ettiği ve okurunun onları yargılamaması için açıklamalar yaptığı bu yazım diliyle de edebiyat dünyasında kendini farklı bir düzleme oturtur. Yazar, Viktorya dönemiyle kendi zamanını harmanlayarak, okuyucunun farklı bakış açılarının çemberinde kendini ve yaşamını sorgulamasını sağlar. “Viktorya çağı pek öyle diyalektik bir çağ değildi; insanlar karşıtlıkların, olumluluklar ve olumsuzlukların aynı bütünün parçası olduğunu düşünemezlerdi. Paradokslar onları mutlu etmekten çok canlarını sıkardı. Varoluşçu anların değil, sebep sonuç ilişkilerinin insanlarıydılar; pozitif her şeyi açıklayan, dikkatle incelenmiş ve ciddiyetle uygulanmış teorileri severlerdi. Bazı şeyleri kurmakla meşguldüler tabii; biz kendimizi o kadar uzun zamandır yıkmaya verdik ki, bir şeyleri kurmak şimdi sabun köpüğünden balon yapmak türünden boş bir iş gibi geliyor. Bu yüzden Charles kendini anlamıyordu.” 

Bir tesadüfi karşılaşmanın ardından gerçekleşen yazarın olay örgüsü, bir aşk hikâyesi sarmalında ilerlerken; kadın-erkek ilişkisini ve ayrıca din-bilim ilişkisini de irdeler. Romandaki bilim ve din tartışmasında, hem Darwin’in yayınlarındaki karakter yorumlarını hem de bu eserlerden söz eden yazıtlarına yer veren yazar;  dinin yerini alan(alması gereken) bilime sık sık vurgu yapar. Erkeklik mitini ve kadın-erkek ilişkisini de Sarah ve Charles karakterleri üzerinden ele alarak Victorya dönemi toplumunu gözler önüne serer. Ayrıca kadın erkek özneleri üzerinden psikanalatik açıdan da tespitler yapar okuyucusuna. Fowles kadın karakteri Sarah diğer kadın karakterlerine kıyasla daha özgür ve bağımsız bir kadındır. Flaubert veya Thomas Hardy gibi büyük yazarların romanlarına baktığımızda evlilik dışı ilişki yaşayan kadınlar trajik sonlarla karşılaşırken; böyle bir son Fowles’e uygun gelmemiş olacak ki üç farklı son yaratır romanında. (Ona göre bu yazarların yaptığı son, kültürel normu pekiştirmektedir.)

Romanda sık sık varoluşçuluktan bahseden yazara göre eserdeki karakterlerin her birinin kendine ait bir hayatı vardır. Erkek karakteri Charles’ı sürekli merkeze koyan yazar, karakterini her yönüyle okurunun kabul etmesini ve yargılamamasını ister; “Kendisini tanıyan ve eğitilmiş herkes kendini kendi çölünde bulur; yaşamlarının bir yerinde de baştan çıkarlar. İnkârları aptalca olabilir ama asla kötü değildir. Bilimin ticari amaçlar için kullanılmasını gerektiren çok cazip bir teklifi sırf akademide öğretmenlik yapmak için geri mi çevirdiniz? Yeni sergide bir önceki kadar tablo alınmadı ama hala yeni stilinizde kararlı mısınız? Kişisel çıkarlarınız için bir şeylere sahip olma fırsatını umursamadan yeni bir karar mı verdiniz? O zaman Charles’ın düşüncelerine züppelik deyip geçmeyin. Onu olduğu gibi görün; tarihî yenmeye çalışan bir adam. Hem bunun farkında bile değil.” Charles’ı anlatırken onun günümüzde yaşayan Charles’tan da farklı olmadığının altını çizer. “1967’lerin Charles’ı ile kendi gereksizliklerinin farkına varmaya başlamış duyarlı hümanistlerin çığlıklarına kulak tıkayan bir bilgisayar mühendisi olan bugünün Charles’ı arasında bir bağ göremiyorsunuz belki de. Ama var. Hepsi bir yaşam amacı olarak sahip olmayı reddediyorlar.” Aslında kadın karakteri Sarah’ın amacı da budur. Ama yazar onun üzerinden çok fazla açıklama yapmayı tercih etmez nedense. Sarah’ın varoluşsal yolculuğu da Charles gibi kendini bulma ve tanıma içindir. Her iki karakter tesadüfi karşılaşmadan sonra toplumun kendilerini sıkıştırdığı kalıpları kırmaya başlarken bir taraftan da varoluş amaçlarını sorgulayacaklardır. Toplumsal normların bireyin üzerinde ne kadar etkili olduğunu ve onların yaşayacağı sonu nasıl belirlediğini gösterir hikâyesinde. Kendi bireysel varoluşunu tamamlayamadığında, toplumun ona dayattığı yaşamın içine sıkışan ve kendi iradesi yerine toplumsal iradeyle karar veren insanların hikâyesi olarak da bakılabilir romana.

Fowles, yazarların hikâyedeki rolünü; “Kurgu genellikle gerçeğe uygun olma iddiasındadır. Yazar birbiriyle çelişen istekleri ringe koyup dövüşü tarif eder; ama dövüşün nasıl biteceği bellidir, kendi tuttuğu kazanır. Biz de roman yazanları bu dövüşleri ayarlamaktaki ustalıkları(yani sonucun önceden belli olmadığına bizi ikna etmeleri) ve hangi dövüşçüyü tuttuklarına göre yargılarız: iyi olanı mı, kötü olanı mı, komik olanı mı artık kimi tutuyorsa.” diye açıklar. Romanda farklı sonlar yaratmasıyla da okurun onu yargılamasına engel olur. (Çünkü hikâyenin sonunda okuru üç farklı son beklemektedir.)

“İşte hikâye burada bitiyor. Sarah’ya ne olduğunu bilmiyorum. Her ne kadar uzun zaman belleğinde kalsa da bir daha Charles’ı hiç rahatsız etmedi. Genellikle böyle olur. İnsanlar yitip gider, daha yakınımızdaki şeylerin gölgeleri arasında gözden kaybolurlar. Charles ve Ernestina sonsuza kadar mutlu yaşamadılar ama birlikte yaşadılar. Sam Ve Mary; ama hizmetkârların hayat hikâyelerinden kime ne? Kendi türlerine özgü tekdüze sıkıcılıkla evlendiler, çocuk yaptılar ve öldüler. Şimdi bu romanı tümüyle geleneksel bir sona bağladığıma göre son iki bölümde anlatılan her şeyin aslında sizi inandırmaya çalıştığım şekilde gerçekleşmediğini açıklamak zorundayım.” Yazdıklarıyla bazen Tanrının rolüne bürünür yazar. (Bunu kim söyledi hatırlamıyorum ama Fowles’ın bu romanda yaptığı tam da bu.) Olayların sonucu, karakterlerinin kaderi sadece yazarın elindedir. Bu öyküde hayal kuramaz okur; çünkü tüm alternatif sonlar yazar tarafından yazılmıştır. Kaderimiz bizim elimizde mi, hepimizin kader diye kabul ettiği geleneksel sonların dışında da hayat şekillenemez mi, bizim varoluş amacımız ne, sorularını bırakır okuyucusunun belleğine sadece.

Sık sık açıklamalar yaparak, kafamız karıştığında bizi yönlendiren okumamızı kesen, yazardan bağımsız olarak hareket eden anlatıcı da okumaya bizimle dâhil olur. Okur, yazar ve bir anlatıcı üçgeninde yapılan bir okumadır bu. Okuma eylemi tek başına yapılan bir eylemdir oysa. Fowles bu kuralıda bozar romanında. “Yazarın nefessiz kaldığı ve hala önde giderken yarışı bir an önce bırakmak istediği hissine kapılıyorsanız beni suçlamayın; çünkü bütün bu duygular ya da en azından bunların yansımaları Charles’ın zihninde mevcuttu.” Sürekli açıklamalarıyla okuyucunun hayal dünyasını sınırlandırsa da; kadın sorununa farklı bir bakış açısı getirmesi ve dinin yerini bilimin almamasının yarattığı sorunsalı üzerinden okunmayı hak ediyor bence.

Hiçbir şeyin değişmediği, tekdüzelikle ve aynı yanlışlıklarla akıp giden yaşamımızda; bazı şeylerin değişebileceği ve değişmesi gerektiği inancına çok fazla ihtiyacımız var bugünlerde. Fowles, farklı sonların olması gerektiğini belki de bu yüzden göstermek istemiştir, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa; hayat hep bilindik bir akışı olan nehir olmamalı. (Gerçi bu akışı değiştiren bizim dışımızda çok fazla etken var.)  “Görülenden öte müdahaleci bir Tanrı yoktur; sadece bahtın verdiği yetenekler ölçüsünde sahip olduğumuz hayat, hayatı bizim kılıyor.” Marx’ın tanımladığı anlamda hayat; (insanların amaçlarına ulaşmak için yaptıkları eylemler). Birey olarak varoluş amacımızı bulamadığımız sürece toplumsal yanlışlar devam edecektir. Bunun için de bugüne kadar süregelen geleneğin kalıplarını kırarak, hayattaki amacımızı sorgulamaya, hayatı bizim kılmaya çalışmak zorundayız hepimiz. Tıpkı hikâyenin başında Fransız teğmenin kadını olan Sarah’ın, hikâyedeki ikinci sonda varoluşunu başarmış bir Sarah olarak karşımıza çıkması gibi.Yazara göre Sarah’nın tüm eylemlerini idare etmiş olan din değil sadece insanca davranış içgüdüsüdür.

Hepimizin tüm hayali ve isteği; her şeye rağmen akışın yönünü değiştirecek iradenin insancıl yönlerimizin elinde olması olmalı. Kaderlerin insancıl değerlerle çizildiği bir dünyayı hepimiz hak etmiyor muyuz? O zaman yaşadığımız sonlardan daha az hasarla çıkmaz mıyız sizce?

Ayrıca Fowles’ın kitabın sonunda dediği gibi; hayatın bir simge olmadığını, tek bir bilmece ve onu bilmemekten ibaret olmadığını kavramak, zarlar bir kere kötü gelmişse de hemen bırakılmayacağını anlamak, her ne kadar yetersiz, boş, ümitsiz olsak da katlanmak zorundayız bu hayata. Unutmamalıyız ki farklı sonları yaratacak irade bizim elimizde.

Kaynaklar

John Fowles, Fransız Teğmenin Kadını, Ayrıntı Yayınları

https://en.m.wikipedia.org/wiki/The_French_Lieutenant’s_Woman

Havanur Taflan – edebiyathaber.net (9 Kasım 2020)

Yorum yapın