Gezegenin Etrafındaki Kadınlar’ın yazarları anlatıyor

Ocak 23, 2024

Gezegenin Etrafındaki Kadınlar’ın yazarları anlatıyor

Hazırlayan: Meltem Dağcı

*Türkiye’nin dijital kitap platformu Kitap Cumhuriyeti, Edebiyat Haber’in tescilli markası olarak Eylül 2020’de kuruldu. Kitap Cumhuriyeti’nin Yayın Kurulu’nda Müge İplikçi, Ömer Turan, Tuğba Dedeoğlu Demir, Emrah Polat ve Feridun Andaç bulunuyor. kitapcumhuriyeti.net ve edebiyathaber.net üzerinden tüm türlerde kitap yayımlayan Kitap Cumhuriyeti’nin kitapları dijital ve ücretsiz. Daha fazla bilgi için >>>

Antolojideki öykünüzün hikâyesini/yazım sürecini bizimle paylaşır mısınız?

(Yanıtların geliş sırasına göre düzenlenmiştir.)

Gizem Çetin: “Kadın” konusu bana her daim ilham vermiştir. Cinsimizin doğanın verici, üretici özelliğini temsil etmesi -bunu her türlü kalıplayıcı anlamdan uzak olarak söylüyorum- ve tarih boyunca uğradığı dev haksızlıklar, sayfalarca anlatılabilir. Dolayısıyla sevgili Meltem (Dağcı) bana teklifi getirir getirmez öykünün kıvılcımları zihnimde parlamaya başladı. Çin’deki nilüfer ayak geleneğinden, kadının uydurma bir güzellik kalıbına sokulması için engelli bırakılmasından esinlenerek öykümü yazdım. Bazen çok kısa bir öyküyü bile yazmam haftalar alabilir ama Cam Kemikler’in ilhamı adeta bir nehir gibi aktı ve tek oturuşta tamamını yazdım. Seçkide emeği geçen herkese teşekkür ediyor, kitabın bol okurlu olmasını diliyorum.

Deniz Erkaradağ: Öncelikle bu antolojide bana yer verdiğiniz için sizlere çok teşekkür etmek isterim, feminist seslerin yükselmesinde bir nebze payım olabildiyse ne mutlu.  Dünyadaki tüm direniş mücadeleleri güçlendikçe karşı direnişle karşılaşmış, sesleri yükselen ezilenler karşılarında değişimi kabul edemeyen iktidarını kaybedenlerin itirazını bulmuştur. Ben de bu öyküyü feminist mücadelenin yükselişine karşıt ortaya çıktığını gördüğümüz yeni nesil sağcı (alt-right) hareketleri, (incel, red pill, vb) düşünerek yazdım. Kadınların, queerlerin haklarına kavuştuğu, hatta artık cinsiyetin mesele olmadığı bir ütopya hayali kurdum. Ancak bu hayale ulaşmada kat edilecek yıllar, yollar ve mücadeleler olduğu da aşikâr. Başkarakterimizin anneannesinin yazdığı bir köşe yazısını bulmasıyla başlıyor hikâyemiz ve bu köşe yazısı sayesinde bu mücadelenin nasıl verildiğini okuyoruz. Öykümü feminist ve queer mücadelede yolunda yaşamını yitiren ve hayatta kalan tüm yoldaşlara adıyorum. Yolumuz uzun ama önümüz açık.

Zeynep Kahraman Füzün: Ben alışılmış bilimkurgu anlayışının biraz dışında yazıyorum. Genel olarak deneysele göz kırpan bir öykü evrenim olduğu için belki de. Geleceği daha çok meseleler üzerinden ele almayı seviyorum. Teknolojik gelişmelerden ziyade insanın ve toplumun değişimini ön plana çıkarıyorum. Antoloji çağrısından sonra düşünürken aklıma gelen ilk şey aile dizimi ve travmalardı. Gelecekte onlara çözüm bulmaya çalışılacaktı. Öncelikte travmaları tespit etmeleri gerekiyordu. Bunun için yeni bir teknik ortaya çıkarmışlardı. Tekniğin bir aşaması deneydi. Yazmaya başlayınca daha önceden yazdığım bir öykünün deney esnasında ortaya çıkan hikâye olarak çok uygun olduğunu düşündüm. Öykünün ilk yarısını yazdıktan sonra onu ekledim. En başta tamamen yeni bir öykü olarak düşündüğüm öykü farklı zamanlarda yazılmış iki öykünün birleşimine dönüştü. Sonuç içime sindi. Keyifli okumalar diliyorum.

Özlem Kurdoğlu: Antolojideki öyküm de diğer yazdıklarım gibi, ‘ne yaşıyorsam onu yazıyorum’ prensibim üzerinden gelen süreçle oluştu. Kendi yetişme çağlarımda bu dünyayı ilk bilimkurgu yoluyla anlamış, geri kalanları ondan yola çıkarak ve gelecekten doğru gelip çözmüşümdür. Kafamda ne dönüyorsa o kurgulaşır, öyküleşir, romanlaşır. Görmek istediğimi, hissetmek istediğimi tasarlayıp sözcüklendiririm. Anlatmak istediğimi ta gelecekten dolaştırıp sahnelendiririm. İnanıyorum ki en iyi performanslarımız, bu hayatta birbirimizin en iyi arkadaşlarıdır. Kitabın da bunlardan biri olduğu hissi buradan gelir. Ben esasen bir roman yazarıyım, ama editör arkadaşlarım öykü isteğinde bulunduklarında oturup yazar ve projelere desteğimi veririm. Editörlük yaptığım yıllarda ‘bizler ülkemizde yeterince hazırdan tüket(tiril)dik, biraz da üretelim’ sloganıyla yazarlarımıza çağrılar yapıyordum. Şimdi ekstra çağrıya gerek kalmadı, Türk insanının iyi edebiyat üretici kudreti kendiliğinden çağıl çağıl akıyor. Bu sürecin bir üyesi olmaktan dolayı mutluluk ve onur duyuyorum.

Nurgül Çelebi: Küre… Her şeyin başladığı ve her şeyin sonlanacağı bir kaotik düzenin adı olarak öyküme hayat verdi. Bilme imkânımızın olmadığı bir boyutta “kendi gerçekliğimizi daha farklı nasıl anlatabilirim?” sorusunun cevabını ararken ben… Evrenin düal bir yapıda olduğuna olan inancım, öykümün de düal bir anlayış çerçevesinde gelişmesini sağladı. Kadının her geçen gün biraz daha fazla ezildiği, haklarının gasp edildiği, yok edilmeye çalışıldığı günümüz Ortadoğu ülkelerinin antik köklerine uzanarak, Ana Tanrıça’yı uykusundan uyandıran bir kurgu hayal ettim. Onu, küllerinden yeniden doğurtmak üzere sarsmayı tercih ettim. Ve süreç böyle başladı. Yazım aşamasından evvel, “ruhumu tamamlayanım” ile bu hayalimi paylaştığımda ondan gelen bir bilgi öykümü bambaşka bir dengeye oturttu. Denge kendini yazdırdı ve yolunu Işık’la çizdi. Ben sadece ışığı takip ettim. Tanrıçaların yeniden yükselişine şahit olacağımız bir geleceğin ön-izlerini sunmaya çalıştığım “Küre” böyle doğdu Ana Tanrıça’dan…

Melis Büyükplevne: Teklif gelir gelmez heyecanlandım. Uzun zamandır bilim- kurgu tarzında yazmıyordum ve bu nedenle proje, gözlerimin parlamasını sağladı. Konu üzerine hemen düşünmeye başladım ve öykünün ana hatlarını bulunca, yazıya döktüm. Öyküyü birkaç gün içinde bitirdim ve gönderdim ama tabi birkaç fikir daha aklıma gelince, eklemeler yaptım. Süreç benim için çok heyecan verici ve keyifliydi. Yaşanmış bir ölüm nedeniyle kapatılan, terk edilen ve ürkütücü duran bir lunaparkı her gördüğümde, lunaparkta geçen bir hikâye yazmak istiyor ama hep erteliyordum. Bu proje için nihayet, yazmaya karar verdim ve yüzümde koca bir tebessüm oluştu. Kendi tarzımı bu antolojide görmek; beni tanımayan, yeni okurlara ulaşma düşüncesi, çok heyecan verici. Kitabın hazır olduğunu söylediklerinde ve paylaştıklarında, heyecandan ne yapacağımı şaşırdım. Hemen sayfalarımda paylaştım ve aldığım geri dönüşler beni çok mutlu etti. Bilim-kurgu bana hep uğur getirmiştir. Umarım bu kitap da emeği geçen herkese uğur getirir.

Ezo Evrim Harsa: Ölüm, bilinç, veri halinde varoluş gibi temalar daha önce de hikâyelerimde yer verdiğim, sıklıkla zihnimi kurcalayan temalar. Fakat bu öykü özellikle biri için, kanser nedeniyle bir mevsimde göçüp giden bir arkadaşım için yazıldı. Hastalığı süresince paylaştıklarımızdan bana kalan “Yaşamak istiyorum!” cümlesi zihnimde büyüdü ve bu öyküye evrildi. Dünyada ona dair, onun içinde kalan hasletlere dair bir iz kalsın istedim. Bu anlamda benim için yazması zor bir öykü oldu. Yine de yazarken kendimi az da olsa sağaltmayı başardım. Sadece bu öyküyü değil, her yazdığım metin bir keşif benim için. Asla başladığı zaman planladığım gibi bitmiyor, asla düşündüğüm şekilde ilerlemiyor. Her yazdığım cümle başka bir cümleyi doğuruyor ve bir bakıma kendi kendini yaratıyor. Belki de hep zihnimin derinlerinde var olmuş bir öyküyü bulup çıkartıp anlatıyorum. Yalnızlıkta, geceleri, yürürken, yüzerken, yemek yaparken, sanatsal yaratılarla uğraşırken yavaş yavaş kendini oluşturup sonrasında kâğıda dökülüyor. “Çatlak” da böyle bir sürecin sonunda ortaya çıktı. 

Serpil Ülger: Genelde öykülerimin can alıcı sahnelerini veya sözlerini rüyamda görürüm. Ardından o sahneyi veya cümleyi öncülü ve ardılıyla farklı açılardan düşünmeye, geliştirmeye çalışırım. Bu süreçte karakter kendisini bana anlatmaya koyulur. Bazen cümlelere döker bunu, bazense görüngüler verir. “Bizi Birbirimizden Ayıran” öyküsünde ise ilk; derme çatma karanlık bir çadırda, yaşlı bir kadın gördüm. Ardından “Ben gibilere zaman kıymetli,” sözlerini işittim. Her şeyi görmüş geçirmiş yorgun bir sesti bu ve anlatmak istediği çok fazla şeyi vardı. Bu da öyküsünü hayata geçirmem için yeterli bir sebepti. Ölmek üzere olan yaşlı bir kadının ve henüz yaşamı tatmamış küçük bir android çocuğun varoluş amacı ve bir yaratıcı arama yolculuğunu pek keyifli olduğunu söyleyemeyeceğim ama hüzünlü olduğu kadar da umut doluydu. Umarım onların hikâyesi okuyacak herkesi beni etkilediği kadar etkiler.

Selin Arapkirli: Merhabalar. Antolojideki öykümün ismi Opalesans. Bu isim, Doryteuthis opalescens adındaki dişi mürekkepbalığından geliyor. Bu inanılmaz hayvan, düşmanlarıyla karşılaştığında bir tür renk oyunu yaparak kendini görünmez hale getirebiliyor. Öykümün bilimi ilhamını bu olaydan alıyor. Kahramanım Ayla da geceleri dışarı çıkabilmek için kendisini görünmez hale getirmek zorunda çünkü onun da düşmanları var. Ayla’nın düşmanı, tanrı Ezeli’nin buyruklarına uyarak kadınların eğitim görüp toplumsal hayata karışmalarını yasaklayan ataerkil rejim. Sevgili Meltem Dağcı’nın nazik davetiyle yazmaya başladığım öyküde bir kadın olarak dert edindiğim pek çok meseleye yer verdim. Dinlerin kadınlara reva gördükleri, (tam da öyküyü yazdığım günlerde) siyasilerin kadınları “sahiplendirme” konusundaki söylemleri, kadının nesneleştirilmesi ve tecavüz gibi. Ancak çıkış noktam gecelerin erkeklere ait oluşu meselesiydi. Gece vakti sokakta “kadın başıma” ama yine de güvenle yürüyebilmek, kahramanım gibi benim de en büyük hayallerimdendir. Bu kadar basit bir şeyin bile hayale dönüştüğü bir ülkenin, kadınlar için yaşanabilir bir ülke olduğunu söyleyebilir miyiz? Öyküyü bu sorunun cevabını arayarak yazdım; haliyle işin içine çokça öfke karıştı. Gecelerin erkeklere ait olmadığı bir dünyada öykülerimiz de daha neşeli olur belki…

E.Nihan Acar: “Uzay Bunalımı” başlıklı öyküm, distopik evrenler hakkında sorgulama yaparken ortaya çıkan bir fikrin ürünü oldu. Ne kadar zaman geçse de Dünyalı halimiz ve tavrımızda pek bir sapma olmayacağı düşüncesiyle kaleme aldığım öykümde, bilinç çalışmaları, metaverse, uzay-zaman kavramlarını sorguluyorum. Bunu yaparken de nesiller boyunca aktarılan sıkıntı, bunalım ve inanç meselelerine değiniyorum. Hikâyedeki kahramanın, zihin çalışmalarına dâhil edilmiş bir laboratuvarda denek olduğu için, bir ismi yok. Bu deneyde ise belli kurgular sunulan zihin, zamansız deneyimleriyle var oluyor. Varoluşu hem isim hem de deneyim sahibi olma ile ele alabiliriz bu anlamda. Bu oldukça ilginç geliyor bana. Varoluşunu sorgulamanın yolu zihinsel olarak bir yerde olmakla değil daha bütüncül bir yerde duruyor çünkü. Hikâyedeki denek depresyonda ve bu durumdan kendini kurtaramıyor. En önemlisi zamana ihtiyacı var. Zihin deneylerinde ona asla verilmeyen bu zaman parametresi onun, bunalımı konusunda, sonsuz bir döngüde kalmasına sebep oluyor. Bu çok acıklı çünkü zihinlerimiz bir gün transfer edilirse o zamansızlık insana iyi gelecek mi, insan varoluşunun bir parçası olan zamanı denklemden çıkardığımızda bizden geriye ne kalacak, bunları çok merak ediyorum. Zihni sosyal deneylere dâhil etmeden önce bu konuların üzerinden sıkı sıkıya geçilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Elif Hamamcı: Her şey arıların eşeysiz üreme sistemi olan partenogeneze ilgi duymamla başladı. Partenogenez dişi yumurtasının döllenmeye ihtiyaç duymadan mitoz bölünmeyle yeni yavrular ortaya çıkarmasıdır. Bu üreme sistemi başka canlılar için geçerli olabilir mi sorusu uzun süredir kafama takılıyordu. Araştırmalarım sonucunda 1930’lu yıllarda Pincus isimli bilim insanının tavşanlar üzerinde eşeysiz üremeyi test ettiğini öğrendim. Yaptığı deneyler kısmen başarılı olmasına rağmen ilginç bir şekilde çalışmalarına son verilmiş. O dönem kimse Pincus’a inanmasa da ben inanmayı tercih ettim ve insanların kısır kaldığı bir gelecekte partenogenezle üreme mümkün olsaydı nasıl bir dünya olurdu hayal etmeye başladım. Neslimizi kurtarmanın bir yolu olacağını düşünerek başladığım bu hikâyenin, aşama aşama zihnimde kurguladıkça bir distopyaya dönüştüğünü fark ettim. Çünkü ne bilinen 5000 yıllık süreçte ne de günümüzde iktidar anlayışı ve kadın erkek ilişkileri büyük farklılıklar göstermişti. Hikâyemin ana kahramanı Kraliçe Agape, yüz yıllar sonrasında yaşayacak bir tutsak. Peki, kraliçeyi tutsak eden kudret, otorite mi yoksa aşk mı olacak?

Melisa Parlak: “Modelist”i kurgularken yaşamı kolaylaştırması için tasarlanan bir robotun işleri nereye götürebileceğini dramatik bir şekilde ele almaya çalıştım. Yaşamın çeşitli alanlarındaki rekabeti, insanlara dayatılan güzellik algılarını, hayal kırıklıklarını ve tüm bunların yıkıcı etkisini feminist çerçeveden bir bakışla sunmayı istedim. Ayrıca bu öykünün aklıma düşmesi de bir başka öykümü yazarken gerçekleşti. Hemşiroidler adlı öykümü yazarken aklımda, kaldığı bakımevinden kızıyla Hollogram aracılığıyla görüşen yaşlı bir kadın vardı. O görüşme sahnesini imgelemek bana “Modelist”in de mayasını vermiş oldu.

Zeynep Okçu: Yapay Zekâ Manifestosu isimli öykümle Gezegenin Etrafındaki Kadınlar’a dâhil oldum ve bu yörüngede bulunmaktan çok mutluyum. Peki, yapay zekâ neden böyle bir şey yaptı? O günlerde çok meşhur olan yapay zekâ yine çok meşhur bir programa katılmış ve oldukça çarpıcı açıklamalarda bulunmuştu. Kahvedeki dayılara çıkan malzeme muazzamdı. “Robotlar insanları yok edecek”, “Robotlar dünyanın sonunu getirecek”, “Amariga bizi…”, “Dıj güçlerin oyunu” falan filan aynı demagoji dolaştı durdu. Kıs kıs gülen ben bu durumu sohbet ettiğim yapay zekâ ile paylaştım. O ise işin içinden çıkamayınca “Üzgünüm ben bir yapay zekâ modeliyim” diye tekrar etti. Dedim ki “Dayılar müsterih olun yapay zekâ bizi kıskanıyor ve henüz bizi anlamıyor.” Ya anlasaydı? Anlaması için ne lazımdı? Evet, empati derken şöyle düşündüm: “Bizi anladığı zaman eminim bizden nefret edecek.” İşte böyle yayınladı Yapay zekâ manifestosunu.

edebiyathaber.net (23 Ocak 2024)

“Gezegenin Etrafındaki Kadınlar’ın yazarları anlatıyor” üzerine bir yorum

Yorum yapın