Gerçek dostlara | Sonat Yurtçu

Nisan 9, 2025

Gerçek dostlara | Sonat Yurtçu

Döner dolaşır küçücük odasında bulurdu kendini. Bir romanın en güzel kahramanı her zaman kedilerdi, ama yan rollerde mırıldanmakla geçti ömürleri.

Sabah büyük bir açlıkla uyandım. Her kapıyı açmakta maharetli Sipsi hayalet gibi sessizce girdi odaya, içeriyi kokladı, bana bir bakış attı ve gerisingeri çıktı. Pencereyi açtım, sokaktan geçen satıcıların nidalarıyla evin içi müziklendi. Çişe gitmeden önce Sipsi’nin mamasını koydum. Buz gibi suyu tıraşlı yüzüme çarptım. Suyu kaynatıp çayın demlenmesini beklerken fırına gidip tırnak pide aldım. Haşlanmış bir yumurta, üstüne az karabiber ve tuz. Taneli, şerbeti kıvamında bir çilek reçeli, kırma zeytin ve hellim. Sipsi benden önce kahvaltısını bitirip balkondaki berjere yayıldı, mahallenin çocuklarını ve tehlikeli kargaları izlemeye başladı. Ben sofra keyfine geçtiğimde çayımı doldurup Sipsi efendiyle muhabbete yumuldum.
“Ne diyorsun, kurtulacak mıyız bu histen?”
“…”
“Hani uğraşıp beceremiyoruz ya. Ben beceremiyorum gerçi. Bence de biraz zor. Sıkılmıyor musun balkonda?”
“…”
“Ben sıkılıyorum. Her gün otur, bak. Aynı gökyüzü aynı yıldızlar. Özlemiyor musun eski günleri? Ben köpek gibi özlüyorum. Kusura bakma başka hayvandan örnek verdim. Gücüne gitmemiştir umarım.”
“…”

“Lan bir bıyığın oynasın bari şurada Yalova kaymakamı gibi hissetmeyeyim.”

“…”

Sipsi efendi kulağıyla dinlediğini belirten bir kıpırdanma gösterir gibi oldu. Gerçi kuş seslerini dinliyor olabilir, ama yüzüme bakmıyordu. Eskiden fırıldak gibi koltukların üzerinde aksiyon filmlerini aratmayacak akrobatik hareketlerle başımı döndürürdü. Şimdiyse sadece oturuyor. Az yiyor, az miyavlıyor, az hareket ediyordu. Ondan kalır yanım yoktu. Konuşmanın ve tartışmanın anlamsızlığını, kişinin o yaşına kadar öğrendiği, benimsediği doğruları dinlerken zamanımı boşa harcıyormuş gibi hissediyordum. Tercih etmediğim o yerde kişiyle/kişilerle herhangi bir konu üzerinde doğru çarpıştırmanın yeni fikirlerin doğması bir yana; köreldiğimi, varmak istediğim ya da bilmeden de olsa varmaya çalıştığım yere giderken ayağıma takılmış bir çelme olarak görüyordum.

“Şşş oturdun o koltuğa biz ayaktayız. Ya oğlum bir yüzümüze baksana. Sanki ananı babanı öldürdük. Püü yazıklar olsun sana, on iki yıldır yan yanayız, aç açıkta bırakmadım, gördüğümüz muameleye bak.”
“…”
“Oo paşam ya lütfedip de dönüp baktın. Akşama yemeğe gidiyorum. Sen evde yalnızsın. Açarım güzel bir Şener Şen filmi, yayıla yayıla izlersin. Gerçi hiç gidesim yok, ama çok zaman geçti aradan. Oturup da eski günleri yâd edelim, değil mi?”
“…”
“Aman ha incilerin dökülür bir miyavlasan, cevap versen. Otur öyle göt büyüt anca.”

Yaşlandıkça kaybolacak sandığımız; hayatta kalma, sevilme, unutulmama tedirginliği arttıkça sırtınız kamburlaşıyor. Bir çiçek bile sevilmeyince kuruyor. İnsan sevilmediğini hissettiğinde ıslak kuyunun duvarlarından tırmanmaya çalışıyor. Ama hayat devam ediyor.

Herkesin Türk Sanat müziğiyle başlayıp, alaturkayla devam eden, araya oynak bir şarkı sıkıştırıp beşinci kadehin sonunda “ben bilmem vallahi öyle şarkılar” deyip en damar parçaları bağırarak söyleyeceği o geceye hazırdım. Sipsi efendinin yemeğini, suyunu kontrol ettim, pencereleri sıkıca kapadım. Gölge Oyunu filmini açıp evden çıktım.

Beşiktaş’ın kaygan yokuşlarından aşağı doğru salındım. Barlar dolmaya başlamış, aradaki meyhanelerden müzik sesleri yükseliyordu. İstikamet Heybeliada, Heyamola’ydı.
Ada vapurunda akşam güneşi içimden geçerken, hava serinlemeye başlamıştı. Geminin kıçında güzel bir sigara yaktım. İstanbul’un çirkinliği uzaklaştıkça kayboluyordu. Sevgililer son fotoğraflarını çektirdiklerini bilmeden sarılıyorlardı. Vapur yanaştı, ayağım adaya değdi, içmeden güzelleştim.

“Hoş geldiniz Selim Bey, özledim be oğlum.” Ozan herkesten önce gelmiş ilk dublesini içiyordu.
“Bizi de bekleseydin keşke, duramamışsın.” Bana da rakı doldurdu, ilk yudumu gırtlağımdan kaydı.
“Aha geldiler işte.”

Firuzan, Neslihan ve İrfan aynı vapurla Karaköy’den gelmişlerdi. Kucaklaşmalar, öpüşmeler, şakalar derken masaya oturduk.
“Firuz, maşallah şişmişsin,” diye öküzce şaka yaptı Ozan.
“Yuh lan Ozan hiç mi değişmedin sen! Öyle denir mi kıza!” Neslihan bir yandan rakısına su dolduruyordu.
Karnım da acıkmaya başladığından, “Mezeleri alalım o zaman. Deniz börülcesi, humus ikişer tane olsun şefim. Bu İrfan bok boğazdır.”

“Lan bırak lisede eşek gibi göbeğinden şeyinin ucunu göremezdin. Bana laf söyleyene bak.”
“Şşş tamam tamam. Bırakın goygoyu. Ozan haklı azıcık şiştik. Ama nedeni farklı işte.”
“Hassiktir hamile misin kız!” dedi Neslihan.
“Ee nasıl içeceksin peki? Biz içeceğiz sen bakacak mısın?” dedim.
“İki kadeh şarap anca. Çocuğu şimdiden alkolik yapmayalım.”

Hepimiz lisede aynı sınıftaydık. Ayrı üniversitelerde okuduk. Öyle her yıl olmasa da iki yılda bir rakı sofrasını aksatmadık. Geçmişin hatırımızda bıraktığı nice güzellikler vardı. Kardeşin kardeşe düşman olduğu şu hayatta böyle bir arkadaşlığın sürmesi nereden baksanız iyiydi.
Firuzan şarabını ağır ağır yudumluyordu, biz de iki saat geçmeden rakının dibini görmüştük. Dayanamayıp bir tane daha söyledik.
“Ya çocuklar söylemeyin şimdi, evde kocam var benim sarhoş gidemem,” dedi Neslihan.

“Nesli, kocan genel müdürdü değil mi? Bizim bir arkadaş yazılım işi için başvurmayı düşünüyor, sana yönlendirsem…” diyerek giriş yaptı insan kaynakları İrfan.
“Yönlendir anam yönlendir. Sıçayım onun genelliğine de müdürlüğüne de.”
“Hobaaa, hayırdır durumlar sakat herhalde?” deyip kadehimi, Nesli’nin kadehine değdirdim.
“Öyle be Selimciğim. Üç aydır tık yok.”
“Ne oldu kocanın şeyi mi kalkmıyor?” dedi Ozan. Neslihan ters bir bakış attı.

“Kalkıyor da bana değil,” dedikten sonra gülmeye başladı, çok sürmeden ağlamaya döndü.

Hemen oynak bir parça açtırdık. Herkes yalandan da olsa şöyle güzelce kurtlarını döktü.
“Fazla sallama çocuk düşer bak,” deyip güldü Ozan.

Neslihan da rehaveti üstünden atmış kafasında rakı kadehiyle göbek dansı yapıyordu. Sonra sandalyelere oturunca o kaçınılmaz durgunluk göğsümüze çöktü.

“Biz boşandık bu arada,” dedi Ozan. Bütün gözler döndü, ama kimse bir şey demedi. “Başkasına âşık olmuş,” diye devam etti. Bu sefer de Ozan başladı ağlamaya.

“Ulan kırk yılda bir geldik, şu kız hamile bari ona sevinelim,” dememe kalmadan Firuzan da başladı içine içine hıçkırmaya.

“Boşanmamak için yapıyoruz bu çocuğu Allah belasını versin boşanmamak için!”

“Lan İrfan hiç derdin tasan yok mu?” dedim.

“Karım yok, çocuğum yok, kedim köpeğim yok. Anamın babamın sağlıkları yerinde.”

“Geber lan İrfan. Gerçi en güzeli de senin hayatın,” dedi Ozan.

“Sen geber kıskanç puşt! Bu var ya Neslihan’a âşıktı,” dedi İrfan.

“Lan kes sesini dingil, içmesini bilmiyorsan içme!” diye ayağa kalkıyordu, kolunu tutup sandalyesine oturttum.

“Âşık değildi İrfancığım, yattık biz bu hıyarla,” demesin mi Neslihan. Hepimiz far görmüş tavşan gibi kaldık.

“Nasıl yattınız lan!” dedim gayriihtiyari.

“Neslihan saçmalama şimdi, aradan geçmiş yirmi sene,” dedi Ozan.

“Hepinizin her bokunu biliyordum riyakâr köpekler! Selim Bey sen de anlat Firuzan’la olanları.”

“Oğlum menteşen mi gevşedi senin!” diye ayağa kalkıyordum, bu sefer de Ozan beni tuttu.

“İrfan sen neden her boku biliyordun, ben sana söyleyeyim. Çünkü ibneydin de ondan!” dedi Firuzan. Masada herhangi bir tepki yoktu. Ozan’la birbirimize baktık, “Biz biliyorduk,” dedik.

“Ne oldu Firuzan, kötü Türk dizisi mi zannettin burayı. Sen söyleyeceksin herkes şok olacak. Sonra saçma sapan yorumlar falan…” deyip sırtını sandalyesine dayayıp rakıyı fondip yaptı İrfan.

“Ya bırakın kim kime ne zaman ne yaptıysa. Kızım bu bir tek sana söylememiş. Herkes biliyordu İrfan’ın gay olduğunu.”

“Aynen, hatta Nesliciğim senin vermediğin zamanlarda da ben veriyordum Ozan’a” dedi ve kızılca kıyamet koptu.

Ozan yarım şişeyi İrfan’ın kafasına indirdi, Neslihan da Ozan’ın yüzüne tabağı çarptı, garsonlar araya girdi derken Firuzan geriye çekilip çığlık çığlığa ağlamaya başladı.

Ben ayırmaya çalışırken üstüm başım kan oldu. Ada polisi geldi, karakola gittik. Arkamızdan mekân sahibi de sinirli sinirli, “Hesabı ödeyin lan götoşlar,” diye bağırıyordu. Kimse kimseden şikâyetçi olmadı, İrfan’ın kafaya pansuman yaptılar. Hesabı da ödeyip kıyıda deniz taksiyi beklemeye başladık. Sanki dudaklarımızın arasında jilet saklıydı. Kimsenin konuşmaya yüzü yoktu.
“İrfan, neden öyle dedin oğlum ya,” diyerek sessizliği bozdum.

“Ne bileyim, eskiden de beni ezerdi, sinir oluyordum buna. Ağzımdan çıktı öyle.”
Tabii içimi kemiren soruyu hazırladım, “Peki gerçekten siz…”

“Yok be nerede bunda öyle göt. Öfkeden söyledim.” Ozan dışarıyı izler gibi yapsa da bir kulağı bizdeydi. Neslihan atladı, “Bizim olay gerçek ama. Bu hayvanla mezuniyet gecesi kafamız güzelken…” deyip eliyle pek de hoş olmayan bir hareket yaptı.

“Ya oğlum niye böyle yaptınız yakıştı mı size!”

“Ya bir sus Selim. Sen de herkese mavi boncuk dağıtıp milletle aranı iyi tutuyorsun, sana da ayar oluyorum,” deyip ağzının arasından ufak da bir küfür savurdu Firuzan.

“Senin de başlayacağım hamileliğine. Karnın olmuş ramazan davulu. Kocandan alamadığın hırsını benden çıkarma!” diye çıkıştım, ama anında pişman oldum, “ya öyle demek istemedim de…”

“Siktir git Selim! Orta yolcu yalaka seni! Lan sen herkes seni sevsin de düzgün çocuk görün diye müdür muavinine de yalakalık yapardın. Adamın arabasını yıkadın lan!”

“Kız haklı sen de az yavşak değildin,” dedi Ozan.

“Kusura bakma biz sana ‘Perinçek Selim’, derdik,” diyerek güldü İrfan.

“Siz bu akşam kendinize günah keçisi bulmaya gelmişsiniz. Kötü evliliklerinizi, başarısızlıklarınızı, cesaretsizliklerinizi kusmaya gelmişsiniz. Size bu akşam tek bir derdimden bile bahsetmedim, fırsat vermediniz de. Ama tek başıma yaşadığım bunca zamanda öğrenmiş oldum, size ihtiyacım yokmuş. Sizin için arkadaşlık birbirinize caka satmaktan geçiyormuş. Kusura bakmayın bu tirada ihtiyacınız var. Aptallığın dile gelmiş hallerisiniz ve ben de buna kandığım için… aslında doğru kelime tek bir sese ihtiyaç duyduğum için bu akşam geldim. Mis gibi güzel bir balığın boğaza yapışan kılçıklarıymışsınız. Her neyse arkadaşlar ben Beşiktaş’ta ineceğim. Siz ne bok yerseniz yiyin. Bundan sonra da siz sağ ben selamet,” deyip çevirdim kafamı karanlık denize.

“İyi tiradın bittiyse Nuri Bilgeciğim, biraz sus da kafamızı dinleyelim,” dedi Firuzan.

“Selim sana bir şey diyeyim mi, çok kafa açıyorsun bazen. Anladık kitap falan da o dengeyi bilmiyorsun,” derken Ozan daldı, “Siktir lan arkadaşlıkmış, o kadar arkadaşsan babamın cenazesine gelirdin.”

“Kusura bakma birader kafam kaldırmıyor cenazeleri,” dedim ve kıyıya yanaştık. Herkes iğrenir gibi son kez yüzüme baktı.

Bir yanda hayata aynı yerden bir türlü bakamadığınız bir eş, alışmakta güçlük çektiğiniz bir çocuk ve tüm bunlar yetmezmiş gibi arkadaşlarınız kendi dertlerini sırtınıza yüklerken mutsuz olduğunuz bir yalnızlığa ne kadar dayanabilirsiniz? Her yalnızlık kalabalık olmak zorunda değil. Kedinizle beraber berjerin üstünde gecelerce sohbet edip tek bir miyavlamaya hasret bekleyebilirsiniz. O zaman şöyle diyelim: İnsan tek başına olmasa da yalnız hisseder. Bu hissettiği his susmaya, bir köşeye çekilmeye, yürürken görünmez olabilmeye itebilir. Tek başına bir yerde yemek yemek evde mutsuz olup perdelerin uçuşmasını izlemek, güzel bir film açıp ağzınız yüzünüz patates cipsine bulanmışken gülebilmek de yalnızlığa dahil. Demek ki mutluluğun/mutsuzluğun yalnızlıkla ilgisi yok. Ama güzel bir hali var; konuşmamak. Gün boyu kitap okuyup, bir şeyler yiyip müzik dinlerken hiç kimseye cevap vermek zorunda değilsinizdir. Kimse ölmediyse telefonları açmak elzem değildir. Sistemin size dayattıkları ve kapitalizmin örnekleri sıralanabilir, ama bunları benden mutlaka daha iyi biliyorsunuzdur. Peki, hüzünlenmek, efkârlanmak, şöyle bir iki kadeh tek başına içmek bizi depresyona sokar mı? Belki de son on beş yıldır içindeyizdir. Bilmiyorum. Ama öğrendiğim bir şey oldu. Kişi ölmeye karar vermeden önce çok mutsuz hissederken, ölümü kabullendiğinde rahatlama yaşıyormuş, yani sorun ortadan kalkıyormuş. Bu gece Heybeli’den mehtaba değil de biten arkadaşlığımızın o çirkin İstanbul’a ne kadar yakıştığını gördük. En azından birileri rahatladı.

Eve geldim, Sipsi televizyonun karşısında uyumuştu. Yanına oturdum, göbeğini sevdim. Gözlerini açtı, karnından mırıldanarak kucağıma yerleşti. Sonra boynuma doğru sokuldu, incecik miyavladı. Şöyle bir geriye baktım; geçmişe, rüya mıydı, gerçek miydi anlayamadığım bu geceye; geri dönüşü yoktu.

Birkaç hafta sonra sosyal medyada İrfan’ın, Ozan’ın, Firuzan’ın ve Nesli’nin aynı karede olduğu fotoğrafı gördüm, şöyle yazmışlardı: “Gerçek dostlara…”


edebiyathaber.net (9 Nisan 2025)

Yorum yapın