Evi değil ataerkil kalıntıları süpürelim | Havanur Taflan

Aralık 18, 2023

Evi değil ataerkil kalıntıları süpürelim | Havanur Taflan

Yaşam düğümlenmiş bir çelişkiler yumağı… Bunu çözmenin bir yolunu bulmak… Arzularımızın kontrolünü elimize almak…  Ama… Hiç de kolay değil bu… O yüzden de… Kendi içsel yolculuğumuza çıkma cesaretini gösteremiyor ve bundan korktuğumuz için de olmadığımız, olamadığımız kişiliğimizle başka rüzgârların bizi sürüklemesine izin veriyoruz. Özgürlüğün bir emek gerektirdiğini fark etmeden sürüp giden bir kabullenişle… Colette Dowling’in dediği gibi kelepçe olarak kullandığımız bağımlılığımızla… Oysa özgürlük varoluşun bir parçası… O zaman niye evi süpürmek yerine ataerkil kalıntıları süpürmenin yollarını aramıyoruz? Bir masal kahramanı olmak yerine kendi hikâyemizi yazmaya çalışmıyoruz?

Genç kadın ben bir hiçim diye yazıyor günlüğüne…  “Kendi başıma var olmaktan çıktım.” Aslında neden bu durumda olduğunun farkında… Salt kültürel bir kadın sorunu değil çünkü bu. O da… Yalnızlığın kendisini güçlendireceğini umarak…  “…kafan küçük şeylerle dolu Beaver” diyen sevgilisinden uzaklaşıp bir yıl öğretmenlik yapacağı Marsilya’ya gidiyor. Bağımlı olma itkisinden yakasını kurtarmak için kendini doğanın kollarına bırakıyor. Kendine yaptığı bir keşif bu aslında. O yüzden sürekli yürüyor. Hem de hiç bıkmadan… Gücü ve dayanıklılığı arttıkça daha fazla… Eskiden başkalarına bağlı, ona kuralları ve hedefleri söyleyenlere güvenirken… Şimdi… Sadece kendine güvenmenin hazzını yaşıyor. ‘Sonunda’ diye yazıyor günlüğüne; “…kayadan bir duvar ilerlememi engelledi. Ve bir havzadan ötekine gerilemek zorunda kaldım.  Ama sonunda kayalıktan atlamaya cesaret edemediğim bir çatlağa geldim.” Ama… Cesaretini toplayıp o çatlaktan atlıyor aşağıya… Kendi varoluşunun sorumluluğunu almak ve kendi yaşamını yaratmak gibi geliyor bu ona… Başka hiç kimsenin değil, kendinin başrol oynadığı yaşamın…

Varoluşumuzu kendi çatışmalarımızdan kaçıp yüzleştiğimiz zaman tamamlayabiliriz ancak. Ve çözümlerimizi aradıkça da daha çok iç özgürlük ve güç kazanırız. Ama ataerkil dünyanın değerleriyle yaşamaya mecbur bırakıldığımız için bundan bir türlü sıyrılamıyoruz.  Tarihsel olarak maruz kaldığımız adaletsizliği daha fazla negatif muamele görmekten sakınmak için bir duvar olarak kullanıyoruz. Bebeklere bizden başkasının bakamayacağı yolundaki bilgiyle ayağımızdan bağlı olarak kendi evlerimizde boğulmak üzereyiz. Kendi yaşamlarını ellerine alamayan fedakârlar olarak… Kadınların onlarsız yapamayacaklarına inanan kocalar ise; kendilerini vazgeçilmez olarak bu hapishanelerin kralları olarak görmeye devam ediyor. Bu toplumsal kodlar o kadar yerleşmiş ki… New York Times’da Judith Krantz’ın romanının 3.2 milyon dolara satıldığına ilişkin bir haber var. Yanındaki manşette ise onunla yapılan röportajdan bir alıntı… ‘Kocamla birlikte Avrupa’dan dün döndük. Sabah yediden beri ütü yapıyorum.’  Ütü!  

Kafamızdaki toplumsal kalıpları kırmak gerçekten çok zor. Ressam Miriam Schapiro;  “…bugün her ne kadar sınırlarını aşma çabasından ötürü anneme hayran olsam da annemin dünya görüşü bir dünya görüşü değildi çünkü o evde yaşıyordu.” diyor. Ekonomik zorluklar nedeniyle annesi bir mağazada çalışmaya başladığında ancak ona babasına ayırdığı yeri verdiğini söylüyor. Ama… Yine de… “…hala dünyada olmak iz bırakmak için erkek olmak gerektiğine inanıyorum.” Yaşamımız boyunca erkeklerin desteğini alma, onlara ihtiyaç duyma gereksinimimiz… Belki de babamızla olan ilişkimizde o çözülmeyen çatışmanın bir sonucu…  Sartre ile ilişkisini anlatırken Simone de Beavoir bile; ‘…bana bir zamanlar ailemden ya da tanrıdan aldığım o mutlak şaşmaz güvenliği sağlamıştı’ diye yazıyor. Kızlarının kusursuz olmasını isteyen babaların şekillendirdiği bir dönemdeki kadınlardan biri o. Aldıkları bir parça sevgiyi kaybetmemek için babalarına başkaldırmaktan kaçınan… “Babamın arzularına harfiyen boyun eğiyordum, bu da onu kızdırıyor gibiydi. Bana okumayla tanımlanan bir hayat sunmuştu ama burnumu kitaptan kaldıramadığım için sitem ediyordu.” Ama kendisine Beaver diye seslenen sevgilisinden ayrı geçirdiği seneye kadar mutsuzluğunun nedenini anlamıyor.

Bu yaşamda yaptığımız şeyleri gerçekten seçme hakkımız var mı? O şekilde hareket etmeye itildiğimiz için mi yapıyoruz? Olmaya itildiğimiz şeyi olduğumuzda hayatımızın iplerini başkalarına vermiş olmuyor muyuz? Kendi ayaklarımız üzerine durmak istemeyişimiz… Bu durum hiç kimsenin dikkatini çekmiyor zaten… Çoğumuz bilinç düzeyinde değişmediğimiz için erkekleri suçluyoruz. Biz şikâyet etmeyi sürdürdükçe de örtünün altında kalıyor sorunlar. Diğer taraftan bilinçaltında erkeklerin de olduğu gibi kalmasını istiyoruz. Hayat kendi çelişkiler yumağına dolamış sanki bizi… Varoluşumuzun nedeni ocağın tütmesini sağlamak olan üvey kız kardeş Sindrella gibi… Dowling’de bir zamanlar bir prensi beklediğini itiraf ediyor bize… Sonra… O da tıpkı Beavoir gibi içindeki ‘ben’i dinliyor. Yürü diyen o sesi… Ama iradeyle ilgisinin olmadığının altını çizerek… “İradeye iş yapması için emir verilemez. Çünkü irade olsaydı bu kitabı yazmazdım. Kafanız net ve çatışmasız olduğunda iradeniz otomatik çalışır.” 

Bedenlerinizi, kendinizi yazın, hep utanç kaynağı olan bedenlerinizi yazın.

Ancak o zaman özgürleşeceksiniz. 

Ve yazmak, bedenlerinizi yazmak sizleri babanızın ve kocanızın topraklarından alıp kendi topraklarınıza götürecektir. (Helene Cixous)

Özgür olmanın korkularını yaşamak yerine inanılmaz olumsuzlukları göğüslediğimizin neden farkında değiliz hala? Başarmanın kaygısını yaşamak yerine başarmaktan kaçarken heba ettiğimiz o yeteneklerimiz… Gittikçe daha da fazla büyüyen bir çöp yığını… Tarihsel kadın hareketinin cesur kahramanları kadınlığın kültürel sınırlarını biraz gevşetti gevşetmesine de… O bağ hala o kadar sıkı ki. O yüzden… Burnumuzda balatanın acı kokusu… El freni çekik bir arabayla ilerlemeye çalışıyoruz.

Etrafımızda bizsiz ilerleyen o akışı görmemiz gerekmiyor mu artık? Bize söylenen ve her birimizin normalliği haline gelenleri sorgulamamız… Önümüzde duran devasa yetenek çöplüğünden kendi yeteneklerimizi çekip çıkarmamız… 

Keşke bu uyanışı gerçekleştirsek, gerçekleştirebilsek… Ve o devasa yığın etrafa saçılsa… Keşke…

Eskiden olduğum kadınları özlüyorum./Âşık olanı, maceracı olanı

Birlikte kutba gittiğim kadınları özlüyorum/ bana eşlik eden cesareti

Ursula K Le Guin

Kaynak

Sindrella Kompleksi, Colette Dowling, Çev. Selçuk Budak, Afrika Yayınları

https://people.com/archive/many-women-yearn-to-be-saved-just-like-cinderella-argues-colette-dow

edebiyathaber.net (18 Aralık 2023)

Yorum yapın