Engin Barış Kalkan: “Anlatacak hikâyelerim var…”

Mart 4, 2019

Engin Barış Kalkan: “Anlatacak hikâyelerim var…”

Söyleşi: Ferit Demir

İletişim Yayınlarından çıkan Anonslu Kaset Doldurulur, Engin Barış Kalkan’ın Maveraünnehir Nereye Dökülür?’den sonraki ikinci öykü kitabı. Yazarla, öykücülükten asıl mesleği olan kimyagerliğe dek uzanan keyifli bir sohbet gerçekleştirdik…

Öncelikle, kitabınızın isminin beni gülümsettiğini söylemeliyim. Yeni kuşak pek bilmez ama kasetlerle büyüyen bizim kuşak zamanında anonslu doldurulan kaset furyasını hemen hatırlayacaktır. Nereden çıktı böyle bir hikâye yazma düşüncesi ve kitaba isim olarak bunu tercih etme fikri?

Kitaba adını veren öyküyü yazmaya başladığımda ismini belirlememiştim. Bu cümleyi öykünün içinde kullanmak üzere alınmış bir notum bile yoktu. Ben metinlerini olay akışından uğranacak mekânlara girip çıkacak karakterlerden yayılacağı zamana kadar olan tüm unsurlarını belirledikten sonra yazmaya başlayan yazarlardan değilim. İşin doğrusu imreniyorum o şekilde yazanlara. Ben cümlelerle boğuşmanın yanı sıra bir de bunları belirlemenin sancısını çekiyorum yazım sürecinde. Bu ayrı bir konu. Neticede bir “müzik market” girdi öyküye ve camında benim gibi pek çok insanı geçmişlerinin özledikleri bir mecrasına götüreceğini düşündüğüm bu cümlenin yazılı olmasının şık olacağını düşündüm. Cümle öykünün içinde öyle bir parlıyordu ki başka bir isim vermek mümkün değildi zaten.

Kitabın adının da Anonslu Kaset Doldurulur oluşu ayrı bir hikâye. Dosyayı Levent Cantek’le çalıştık. Çalışmanın ortasında yayınevindeki görevinden ayrılmış olmasına rağmen benimle çalışmayı sürdürdü ve öyküler okuduğunuz halini aldı. İşimiz bittiğinde dosyayı yayına hazırlanmak üzere yayınevine gönderdi. Bilenler bilir, Duygu Çayırcıoğlu adında sıkı bir editör var İletişim Yayınları’nda. Dosyayı o aldı ve seçtiğim ilk ismi görünce “Bu ne biçim kitap ismi!” dedi bana. Yekten, yüzüme karşı. Haklıydı, daha iyi pek çok olasılık içinden edebi bir metin için pek de uygun olmayan bir tanesini seçmiştim. Hiç acımadan yüzüme vurdu Duygu. Ben kitabın son öyküsünün de adı olan “Morisko”yu önerdim bu defa. Onu beğendi ama ne anlama geldiğini sadece bilmek zorunda olanların bildiği bir ismin kapakta yer almasından kaçınıyordu. Katılımcı bir çalışma sonucunda seçenekler içinde en çok sempatiyi toplayanı tercih ettik beraber. Bir sonraki dosyayı Duygu’ya isimsiz göndermeyi düşünüyorum.

Siz aslında İstanbul Üniversitesi Kimya Bölümü mezunu bir kimyagersiniz. Mesleğinizi devam ettirirken edebiyata daha doğrusu yazmaya nasıl vakit ayırıyorsunuz? Kimya ve edebiyat çok ayrı dallar…

Çoğu insan gibi ben de hayatımı edebiyat dışı bir işten kazanıyorum. Kimyagerim ve mesleğimi yapıyorum. Bütün günüm üzerimde beyaz bir önlükle, laboratuvarda ve ofis alanında geçiyor. Gitmesi, gelmesi, dinlenmesi, ailevi sorumluluklar derken okumak ve yazmak için iyimser bir bakışla bile geriye cüzi bir zaman kalıyor. O zaman dilimine geldiğimde hâlâ biraz takatim varsa bir şeyler karalamaya veya okumaya gayret ediyorum. Ama yetmiyor, bunu okumak için hevesle aldığım kitapların masamda birikmesinden, üzerinde çalıştığım metnin emekleyerek ilerlemesinden anlıyorum.

Kimya ve edebiyat bambaşka iki saha. Biri sanatın diğeri pozitif bilimin birer dalı. Bu kadar ayrı uçlarda disiplinler olmalarına rağmen ben kimya bilgimin yazdıklarım üzerinde, üslubumun belirmesi ve gelişmesinde etkileri olduğunu düşünüyorum. İşimi yaparken maddenin en küçük parçalarına odaklanıyor, çalışmamı onlar üzerinden kuruyorum. Bu alışkanlık hikâyeye, hikâyenin içinde geçtiği zaman ve atmosfere daha detaylı bakmama yardım ediyor olabilir. Pozitif biliminin zihnime kazıdığı disiplin hiçbir olasılığı gözden kaçırmama gayretini yazarken de göstermemi sağlıyor olabilir. Tabii ben şu anda sadece akıl yürütüyorum.

Toplumun farklı kesimlerinden insanları ve onların hikâyelerini anlatıyorsunuz. Bunların ortaya çıkışında gözlemler mi yoksa yaşanmışlıklar mı daha etkili oldu?

Yazdıklarımın hiçbiri benim ya da çevremden birilerinin başından geçmiş şeyler değil. Herhangi bir tanıklık üzerinden de hareket etmedim. Bir istisna dışında böylesi bir yazma serüvenine girmekten özellikle kaçındım ve kaçınmaya devam edeceğim. Özeli ifşa etmek endişesi değil bu, ne kadar üzerinde oynamalar yapma özgürlüğüne sahip olsam da böyle bir yolun beni kısıtlayacağını düşünüyorum. Oysaki uydurmak hem sınırsız hem çok daha eğlenceli bir fiil. Zaman zaman yazdığım metinden günlerce uzak kaldığım oluyor ve meraka düşüyorum. Ben yokken karakterlerin serüvenleri devam etmiş, ben kontrolü kaybetmişim duygusuna kapılıp endişeleniyorum. Bunun nasıl güzel bir şey olduğunu anlatamam. Yazmak benim için bir zorunluluk değil, tat alamayacaksam, sözünü ettiğim duyguyu yaşayamayacaksam bu kadar mesai harcamanın ne anlamı var. O yüzden, günlük hayata dair gözlemlerin önemli yer tuttuğu uydurma pratikleri diyebiliriz yazdıklarıma.

Hikâyelerinizde insan ruhunun kirli yanlarını inkârı mümkün olmayan bir şekilde ortaya koyuyorsunuz. Bunu yaparken başvurduğunuz inceltilmiş mizah, iki kitaplık toplama bakıldığında üslubunuzun bir parçası gibi görünüyor. İnsana dair iyi ya da kötü pek çok şeye belli belirsiz sataşıp geçiyorsunuz ve bunda da tıpkı mizahınızda olduğu gibi insanı çıplak bırakmak ve silkelemek için gösterilen incelikli bir çaba seziliyor. Size göre edebiyatın görünmeyeni, gizleneni göz önüne sermek gibi bir misyonu var mı? Sizi bu yolu seçmeye iten nedenler üzerine konuşabilir miyiz?

Edebiyatın böyle bir misyonu vardır diyemem, büyük bir iddia olur. Ama bunu da barındıran edebiyat eserlerinin diğerlerinden farklı bir yerde durduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Uzun zamandır çoğunlukla karanlık atmosferlere yerleştirilmiş kusursuz kahramanların öykülerini okuyoruz, yazmaya çalışıyoruz. Öykü koyu, kıvamlı bir ortamda başlayıp orada bittiğinde bir eksiklik duygusu uyandırıyor bende. Metin boyunca insan/insanlar tek bir duygu durumunun içinde küçük voltalarla geziniyorlar. Oysa öykülerimizle bir benzerini yaratmaya çalıştığımız yaşamda işler böyle yürümüyor. Hüzün, korku, heyecan, komiklik… Hepsi bir arada. Benim gayretim bunu yazdıklarıma yansıtmak. İroninin varlığı bu çabamdan kaynaklanıyor.

Benzer durum sırtlarına hikâyelerimizi yüklediğimiz karakterler için de geçerli. Kusursuz kahraman derken anlatmaya çalıştığım şey bu aslında. Dertli adamlar/kadınlar anlatıyoruz, kabul. Ama dertlerini, meselelerini hep mi böyle mükemmel taşıyorlar. Hiç mi kabahatli olmazlar, saçmalamazlar, kötü şeyler yapmaz veya akıllarından geçirmezler. Ben işin bu tarafında kusursuz kahramanın değil; iyi yönlerinin yanı sıra kirli yönlerinin, zaaflarının da açıklıkla görülebildiği gerçek kahramanın peşine düşüyorum. Buna sizin yaptığınız gibi insanı çıplak bırakmak, silkelemek demek de mümkün; karakteri kayırmadan anlatmaya çalışma çabası demek de.

Bir söyleşinizde, insanların gözünde canlandırmakta zorlanmayacağı öyküler yazmaya çalışıyorum, dediğinizi biliyorum. Öyküleriniz bir fotoğraf karesinden ziyade bir film gibi akıp giden sahneler halinde beliriyor zihinde. Durağan tasvirden ziyade hareketin içine yedirilmiş betimlemeler yapmanızın öykülerinize dinamizm kattığını görüyoruz. Klasik tasvirden özellikle mi kaçınıyorsunuz? Sizce çağa göre değişiklik göstermesi gereken edebi unsurlar var mıdır?

Benim temelde klasik hikâye geleneğini takip eden bir yazar olduğum söylenebilir. Belki de bunun bir yansıması olarak betimlemelerin metinlerimde önemli bir yeri ve işlevi var. Amaç edindiğim görselliği yakalamanın başka bir yolu yok zaten. Yazma deneyimim arttıkça şunu fark ettim ki belirgin bir görsellik yakalamanın yanı sıra hikâyenin devamlı akmasını da istiyorum. Kaygılara bu da eklenince anlatının içinde bir yerde durup etraflı tasvirlerle sahneleme yapma şansım da kalmadı. Okurun zihnindeki makarayı hikâyeye mola verdirmeden döndürme çabasına düştüm bu defa. Harekete yedirilmiş betimlemeler olarak ifade ettiğiniz kısımlarda yapmaya çalıştığım akışa katkı veren sahnelemeler üretmek. Artık ne kadar oluyorsa.

Çağa göre değişiklik göstermesi gereken edebi unsurlar var mı, sorusunun cevabıyla, çağa göre değişiklik göstermiş edebi unsurlar var mı, sorusunun cevabı kuvvetle muhtemel aynı. İkincisini cevaplamak hem bizi büyük laflar etme zorunluluğundan kurtarır hem de yanılma olasılığımız düşer. Okuma deneyimlerimizi şöyle bir aklımızdan geçirmekle bile değişmiş olduğu sonucuna varabiliriz. Bunun değişmeye devam edeceği anlamına geldiğini de. Bana öyle geliyor ki edebiyat yaşayan bir şey. Sürekli yeni deneyimler kazanıyor. Varlığını, çevresini kuşatan, yaşama dair diğer unsurlarla beraber sürdürüyor ve onlar değiştikçe o da değişiyor, gelişiyor. Üsküdar’dan Kadıköy’e ilkel taşıtlarla saatler süren bir yolculuğun ardından varılabilen bir dönemden çıkan metinlerle, metroyla birkaç dakikada varılabilen bir dönemden çıkan metinlerin benzer özellikler göstermesini bekleyemeyiz. Bunun gibi tonla örnek var verebileceğimiz. Bir söyleşi, bu kadar gevezeliği kaldırmaz.

Merak ettiğim ve sormaktan keyif aldığım şeylerden birisi yazarların yazma süreçlerinin nasıl geçtiği… Öyküler nasıl ve nerelerde ortaya çıktı? 

Bu mekanizma her yazar için ayrı işliyor gördüğüm kadarıyla. Kimi yazar, yazmaya önünde detaylı bir taslakla başlıyor; kimi dağınık da olsa biriktirilmiş notlarla. Ben bir öyküyü yazmaya başlamak için zihnimde zaman, mekân, olay örgüsü ve diğer zorunlu unsurların bütünüyle belirmesine ihtiyaç duymuyorum. Not almaya ihtiyaç duyduğumu da söyleyemem. Tek lazım olan bende yazma hevesi uyandıracak bir atmosfer ve metnin üzerine bina edileceği ruh hali. Bu genellikle öykünün başlangıç kısmına dair oluyor ve ben ufak ufak kendini göstermeye başlayan hikâyeyi kâğıda dökmeye başlıyorum. Gerisi bu girizgaha parçalar ekleyerek bütüne gitme uğraşı. Yazdığım hemen bütün öykülerde izlediğim yol bu oldu. Sözünü ettiğim ilk ışığın nerede parlayacağı hiç belli olmuyor. Okurken, bir film izlerken hatta kalabalık bir sohbetin ortasında. Ama büyük kısmının İstanbul’a ait ve bende duygusal karşılığı olan bir görüntüyle başladığını söyleyebilirim.

Bir önceki kitabınız Maveraünnehir Nereye Dökülür? gibi son kitabınız da bir öykü kitabı. Öykü dışında bir tür denemeyi düşünüyor musunuz?

Bu konuda kendime bir sınır koymuyorum. Anlatacak hikâyelerim var ve onlara elimden geldiği kadar nitelikli bir biçim vermeye çalışıyorum. Bugüne kadar anlattıklarım yayıldıkları alan gereği öykü formundaydılar. Yarın kurgu ve olay örgüsü gereği daha geniş satha yayılan bir kurmacaya kaptırabilirim kendimi. O kendini ve beni nereye taşır, bilemiyorum. Yalnız hikâye barındıran düz yazılar çıkaracağımı söyleyebiliyorum. Gerisi maalesef beni de aşıyor.

Sevdiğiniz, okumaktan keyif aldığınız yazarlar kimlerdir? En son hangi kitapları okudunuz? Edebi evreninizi besleyen yazarlar ve kitaplar hakkında konuşalım isterim…

En son Eyüp Aygün Tayşir’in Tuhaflıklar Fabrikası isimli romanını okudum. Güçlü ve farklı bir roman. Bugünün akademisinin, bugünün hayatının yarı fantastik bir dünyadaki izdüşümleri. Faruk Duman’ın Sus Barbatus’una başladım ve henüz başlarında olmama rağmen özel bir metin olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Jak Daleon’dan Beyoğlu’nda Beyaz Ruslar, Prof. Svetlana Uturgauri’den Boğaz’daki Beyaz Ruslar ve Stefanos Yerasimos’tan İstanbul 1914-1923 yakın zamanda okuduğum diğer kitaplar.

Raymond Carver ve Jerzy Kosinski arada bir çıkarıp kitaplarını karıştırdığım yazarlar arasında ilk aklıma gelenler. Binbir Gece Masalları’nı da anmadan geçemeyeceğim. Sanırım bu eseri okumaya ömrüm boyunca devam edeceğim.

edebiyathaber.net (4 Mart 2019)

Yorum yapın