Eksik Şarkı | Duygu Uzel

Aralık 9, 2025

Eksik Şarkı | Duygu Uzel

“Onu Sevdiğim Zamanlar” iki farklı ülkeyi ve iki zıt anlatım biçimini kullanarak örülmüş, katmanlı bir roman. Okur, dilin ve belgelerin tükendiği yerde, insan hikâyelerine çevirir rotasını. Bu yapısal gerilim, sistemin hukuki ve kurumsal şiddetine sığınan figür ile diğer yanda Arkanya coğrafyasının 90’lı yıllarına ait, gölgesi ağır, tarifsiz bir şiddet döneminin yükünü taşıyan sessiz bedeni karşı karşıya getirir. Bütün bu şiddet türlerine karşı bedenin ve dilin geliştirdiği direnişin güçlü bir panoramasını sunar.

Kurumsal ve siyasal şiddet, karakterlerin sadece anılarını değil geleceklerini de ipotek altına alır. Bireyin yaşamındaki yarım kalmışlık kimi zaman eksik bir şarkı olarak çıkar karşımıza kimi zamanda sözün yitimi… Hayatlar/hayatlarımız söz hakkı tanınmamış sürekli ertelenen, tamamlanmayı bekleyen ezgidir belki de çoğu zaman.

Romanda içsel yük olarak tanımlanan travma, bireyin zamansal ve mekânsal algısında köklü bozulmalara yol açar. Bu durum, anlatının kendi yapısını da etkileyen bir döngüsellik olarak sunulur. Sıkışmışlık hissi ne geçmişin coğrafyası ne de mevcut anın bürokrasisi ile sınırlıdır. Aksine, varoluşsal bir çaresizliğin fitilini ateşler adeta. Bu yapısal gerilim, siyasal şiddetin yarattığı yıkımın, kurumsal kayıtsızlıkla karşılaştığı noktanın, isyanın doğduğu bir alan olarak yorumlanabileceği imasını taşır. Anlatı, mekândan ve kişisel geçmişten azade sıkışmışlığın analizi gibidir. Bu döngü, şiddetin etkisinin, coğrafi ve sınıfsal ayrımların ötesinde temel insanlık durumu olduğu izlenimini sunar.

Kitapta kurulan varoluşsal çaresizliğin ve yarım kalmışlığın atmosferi, müzikal karşılığını bularak metnin dokusunu zenginleştiren unsura dönüşür. Suren Asaduryan’ın yorumladığı ‘Olor Molor’ şarkısının kullanımı, metne kültürel bir hafıza ve coğrafi bir süreklilik katma imkânı sunar. Şarkının ismindeki, Ermenice sözlerindeki şaşkınlık, yolunu kaybetme ve derin yas temaları, anlatının merkezindeki eksik şarkı metaforunu destekler niteliktedir. Bu melodi, kişisel hüznü içermekle birlikte aynı zamanda siyasal şiddet coğrafyasının zamana yayılan kolektif bir ağıtı olduğu şeklinde de yorumlanabilir. Böylece yazar, travmayı yalnızca bireye ait olmaktan çıkarıp, onu kültürel belleğe işlemiş ve sürekli kendini tekrar eden tarihsel bir yük konumuna getirir. Bu dönüşümün, metinde güçlü bir izlenim sunma amacı taşıdığı yorumlanabilir. Şarkı, anlatıda dile getirilmeyen büyük kaybın sesi olarak görülebilir.

Anlatıda derinleşen umutsuzluk ve yarım kalmışlık sadece müzikal motiflerde değil aynı zamanda sıradan nesnelerin metaforik yüklenişiyle de kendine karşılık bulma imkânı sunuyor. Gündelik hayattan alınmış nesneler, şiddetin soğuk ve mekanik döngüselliğini ifade eden birer sembole dönüştürülmüş olarak kabul edilebilir. Bu durum, bireyin tüm yaşadıklarını, duygu ve iradeden arındırılmış, basit bir neden-sonuç mekanizmasına indirgeme çabası ile bu mekanizmanın üzerine insani anlam ve trajik bir kader yükleme mücadelesi arasındaki temel gerilimi görünür kılıyor.

Romanda şiddetin ve çaresizliğin yarattığı döngüsellik, alıntılanan mekanik bir metafor üzerinden somutlaşma imkânı sunar. Tavuklu saatin kuru çarkları, hayatın duygusuz, hesaplanabilir ve neden-sonuç ilişkisine indirgenmiş yönünü temsil eder nitelikte. Ancak anlatı, abinin ‘kuru bir çarktan ibaret’ olan bu mekanik gerçeğine karşı çıkarak, tavuğun ‘yavruları için kendini paraladığı’ inancına sığınır. Bu, sadece bir anı ya da gözlem olmanın ötesinde. Metin, tam da bu noktada, sistemin soğukluğuna karşı insanın anlam arayışını ve duyguyu savunma mücadelesini yansıtma potansiyeli taşıyor. Bu direnç, şiddetin tüm katmanlarına rağmen, bireyin yaşadığı acıyı basit arıza olarak kabul etmeyi reddedişini ve varoluşsal derinliğin savunulmasını gözler önüne seriyor.

Birey, yaşadığı acıyı sistemin kayıtsızlığının sıradan bir sonucu olarak görmeyi reddeder ve insani derinliği savunur. Bu, romanda yalnızca sembolik nesnelerin gösterdiği karşı koyuşla sınırlı kalmaz. Yazar, bu direnci, karakterlerin ekonomik baskı ve fiziksel yük altında dahi zorunlu eylemlerine içsel bir onur ve yaşamsal bir anlam katma çabaları üzerinden derinleştirir. Büyük trajedilerin gölgesi, gündelik hayatın çaresizliğinde yoğunlaştırılarak ve somutlaştırılarak okura sunulur. Bu durum, kahramanların sadece geleceklerinin değil, aynı zamanda bedenlerinin mevcudiyetinin dahi acımasız bir baskı mekanizması altında olduğunun göstergesidir. Roman, bu acımasız mekanizmanın insani duyguyu ne denli kuşattığını ve yarım bıraktığını, çarpıcı bir netlikle ortaya koyuyor.

Arkanya topraklarında bir hikâye anlatmak, yalnızca bir olay dizisini örmekten çok daha fazlasını gerektiriyor. Savaşın gölgesinde büyüyen çocukluğun, erken toprağa verilen gençliğin, hiç dinmeyen yasın, yine de bir şekilde kök salan umudun iç içe geçtiği o karmaşık insan tablosunu duyumsatmayı… Her bölüm kendi içerisinde romanın gerçek gücünün detaylarda, atmosferde ve yaşamın çok katmanlılığında saklı olduğunu güçlü bir biçimde vurguluyor.

Onu Sevdiğim Zamanlar’ı roman olarak adlandırıp geçmek mümkün değil. En büyük çarpıcılığı kurmaca sanatından çok tanıklığıdır. Bu topraklarda bir roman yazmak, aynı zamanda yük taşımaktır. Sadece karakterler yaratmak yetmez. İnsanların yarım kalan cümlelerini, sokakların karanlığını, bir şehrin görünmez titreşimlerini üstlenmektir. Metin, edebiyatın hayatın en sert yüzüne doğru bir yürüyüş olduğunu hissettiriyor. Bir diğer etkileyici yan, anlatılan her şeyin “detay” gibi görünmesine rağmen aslında hikâyenin ta kendisi oluşu. Çocukların oyununa karışan asker adımları, gecenin sessizliğini yaran kurşun, kebap kokusuyla ağıtın yan yana durabilmesi… Bunlar yalnızca arka plan değil. Toplumun hafızası, ruhu, kaderi. Okur tüm bu ayrıntıların bir araya gelişindeki çatışmayı hissediyor.

Hikâyeyi sadece olay örgüsü düzeyinde bırakma eğilimini reddeden metin, yaşamın bütün katmanlarını kapsama yükümlülüğünü ortaya koyuyor. Bu metin, düdüklerin, panzerlerin, kurşunların oluşturduğu baskı ortamını; ağıtlar, halaylar, ciğer kebap kokusu ve kaçak çay buğusu gibi yerel ve karşıt unsurlarla harmanlayarak bütünlüklü bir tanıklık sunuyor. Edebi sorumluluk, sadece bireysel psikolojiye değil, ölümü ve hayatı aynı anda barındıran coğrafyanın ağırlığına ve zamanın yıkımına yayılan, kapsamlı bir yazınsal zorunluluk haline geliyor. Hemen her zaman ve koşulda olağanüstü sıkı yönetilen Arkanya topraklarında kimileri neşeyle gülüp oynarken kimileri de hayallerinin bedelini ödüyordu…

Roman, ilerleyen bölümlerde boğaza yerleşen bir yumru misali. Alınan derin nefesler amacına ulaşamıyor. Ölümün sıradanlaşmasında üç noktalara sığınıyor okur. Satırlarda, toplumsal atmosferdeki o derin kırılma hissediliyor. Bir memleket düşünün ki öfke herkesin üstündeki sis gibi. Bir memleket düşünün ki yaşamı savunmak neredeyse ayıp sayılacak kadar değersizleşmiş. Ölümün kutsandığı yerde insanın iç sesi bile fısıltıyla konuşur hale geliyor. Felaketler sıradanlığın elbisesini giyiyor.   

Toplumların büyük kırılmaları yalnızca savaşlarda olmayabilir. Toplumun yavaş yavaş uykuya yatırıldığı, uyanmanın gereksiz görüldüğü o uzun, derin sersemliğin içinde de gerçekleşir. Ölümün sıradanlaşması ne kadar tehlikeliyse, ona verilen refleksin uykuya, ardından da uyutulmaya dönüşmesi de en az onun kadar tehlikelidir. Bireysel unutma, kolektif sessizliğe, sonunda da toplumsal bir uykuya evrilir. Kimsenin tam olarak ne zaman uyuduğunu hatırlamadığı ne zaman uyanacağını bilmediği, karanlık ama tanıdık bir uykuya.

Arkanya halkı Nuh zamanındaki yozlaşmayı yeniden yaşıyor olsa da Hz. Zülküf’ün sabrı ve adaleti ne bu yozlaşmayı yavaşlatmaya ya ne de tersine çevirmeye yeter. Geriye Makam Dağı çiçekleri kalır.

“Çarşı karışmak üzereydi besbelli. Boğazıma düğümlenen bir nefesle daraldım. O sıkıntıyla baş etmek için yanıbaşıma dizdiğim romanlardan başka birine uzandım. Tolstoy’u kapatıp Dostoyevski’nin kitabını açtım. “Kapılarını kilitlemeleri gerektirecek bir şeyleri olmayan insanlar ne mutludurlar, değil mi?” diye sordu bana. Aklıma annem ve kapımız geldi. Annem, bazı geceler kalkıp benim kilitlediğim kapıyı Harun Abim gelebilir diye sessizce yeniden açıyordu. Oysa gelen giden yoktu. Kapımız artık yalnızca şer için çalıyordu. Hayırlı günlerimiz çok geride kalmıştı.”  (s.235)

İnsanın ne sokakta ne de kendi içinde yer bulabildiği zamanlarda bir kitap sayfasından yükselen cümle, bir çağın sessiz çığlığının yankısı olur. Tolstoy’u kapatıp Dostoyevski’ye sığınmak, belki de huzurun gölgesinden insan ruhunun karanlık dehlizlerine inmeyi kabullenmektir. Anne elinin her gece kapıyı yeniden açması görünmez, tükenmeyen bir umudun ayak izidir. Kapılar yalnızca evlerin değil, zamanın da dili olur. 

İnsan, kendi hayatının içinde saklanacak bir yer ararken, asıl kaçamadığı şeyin bunca yıl biriken hafıza olduğunu fark eder. Yaşam ile ölüm, umut ile karanlık, sıradanlık ile şiddet aynı sahnede yan yana duruyor. Her satırda yanı başında nefesini duyuyor okur.

“O beyaz masaya uzanıp gözlerimi romanlara dikerken meydan da çatışmalar başladı. Önce polislerin tabancaları patladı, sonra karşı ateşler duyuldu. Çarşıda taşlar, molotof kokteylleri havada uçuştu. Dışarıdan gelen sesleri bastırmak, kulağımı da yüreğim gibi kapatmak için bu kez Victor Hugo’nun romanını açtım:

“Hristiyanlıkta cehennemin simgesi ateştir. Çok tanrılı dinlerde de yine ateştir. İslam’da da ateştir. Hintliler için de cehennem ateştir. Dinler açısından bakıldığında sanki tanrı, sadece insanı pişiren bir ızgara kebapçısıdır.” (s.256)

Ateş üzerine söylenen sözler, artık yalnızca dinlerin cehennem metaforunun değil, yüzyıllardır birbirine eklemlenen metinlerin ortak hafızasının da dışına taşmıştır. Dışarıdaki patlamalarla roman sayfasındaki satırlar aynı anda titreşirken, cehennem hem Hugo’nun kaleminde hem meydanın göbeğinde eşzamanlı olarak yanar. Kutsal kitapların ateşle çizdiği o kadim korku, modern dünyanın sokaklarında yeniden yazılır. Böylece metinlerarası bir yankı oluşur. Kitapta okunan cehennemle başka bir zamanda yaşanan cehennem üst üste biner. Ateş gökten değil, insandan gelir. İnsanın kendi yarattığı ateş, bin yıllık anlatıları sessizce altüst eder. Hugo’nun ironisi yalnızca düşünsel bir provokasyon olmaktan çıkar. Dışarıdaki çatışmalarla birleşip yeni bir anlatıya dönüşmüştür. Yazar da okurunu bu iç içe geçmiş cehennemlerin ortasında bırakır. Biri metinlerin sayfalarda dolaşan mistik ateş diğeri çağın sokaklarında harlanan gerçek ateş. Okur hem okuduklarının hem yaşananların aynı yapının parçaları olduğunu fark ederek, cehennemin aslında çoktan metinlerarasılığın içine sızmış olduğunu görüyor.

“Akşam oluyordu. Kütüphane kapanmak üzereydi. Masadan doğrulup pencereden baktım. Sokaktan dar paça pantolonlu, spor ayakkabılı, bellerinde satırlarla geçen domuzbağcılar görünüyordu. Devlete karşı çıkan gençleri avlayan, geceleri pusuda bekleyen karanlık yüzlü çocuklardı bunlar. Bütün bu kötü günlerden bir çıkış yolu olmalıydı ama bulamıyordum.

Yine kitaplara döndüm. Bu kez Joyce elimi tuttu:

‘İster evim, ister yurdum, ister kilisem olsun, inanmadığım şeye hizmet etmeyeceğim. Ve kendimi olabildiği kadar özgürce ve bütünlükle dile getireceğim bir hayat ya da sanat tarzı bulmaya çalışacağım. Kendimi savunmak için de silahlarımı kullanacağım: sessizlik, sürgün ve kurnazlık.

Kasabadan çekip gitmek, Joyce gibi kurnazca yazıya saklanmak, kimseye boyun eğmeden uzaklara savrulmak istedim o gün. Ama köklerim bu topraklara gömülmüştü; gidemiyordum.” (s.257)

Bu bölümde anlatılanlar, dışarıdaki gerginlikle içeride okunan metinlerin birbirine karıştığı bir arada kalma hâli gibi. Sokaktan geçen o karanlık tipler sadece kasabanın değil, insanın okudukça zihninde canlanan başka şehirlerin, başka hikâyelerin gölgelerini de taşıyor. Joyce’un Dublin’inde hissedilen sıkışmışlık ya da Kafka’nın bitmeyen baskısı sanki bu kasabanın havasına sızıyor. Böylece kütüphanenin penceresi hem dışarıdaki gerçekliğe hem de dünyadaki bütün o metinlere açılan ortak bir sahneye dönüşüyor.

Joyce’un sözleri burada yalnızca bir özgürlük arayışı olarak durmuyor. Bir yandan gitmek isteyen insana kapı aralıyor, öte yandan yazıyla, sessizlikle, dağılmadan ayakta kalmanın yollarını hatırlatıyor. Bu yol, geçmişten bugüne pek çok hikâyede karşımıza çıkan o kaçışın ya da kendine alan açmanın yollarına da benziyor. Metinler birbirine dokunuyor ve okur da tam bu dokunuşun ortasında kalıyor.

Kemal Varol’un metinlerarası göndermeleri, basit bir alıntı yapma isteğinden çok uzak. Daha çok, yaşanan şiddetin ve daralmanın dünyanın başka yerlerinde, başka zamanlarında da bir karşılığı olduğunu göstermek için yapıyor bunu. Karakter dışarıdaki gürültüden kaçıp kitaplara dönüyor; bu da bize edebiyatın nasıl bir sığınak, nasıl bir nefes alanı olabildiğini hatırlatıyor. Joyce’un, Hugo’nun, Dostoyevski’nin sözleri kasabanın gerçekliğiyle çarpışınca şunu hissediyoruz: İnsan nerede olursa olsun aynı sıkışmayı, aynı umutsuzluğu, aynı direniş ihtiyacını yaşayabiliyor.

Varol belki de “Bu hikâye sadece buraya ait değil” demek istiyor. Aynı acılar başka metinlerde, başka hayatlarda çoktan yazılmış. Böylece roman hem kendi toprağında kökleniyor hem de dünyanın karanlıklarına bağlanıyor. Bana göre asıl amaç, okurun yaşananları daha geniş bir yere yerleştirmesini sağlamak; edebiyatın kendisini bir tür tanıklığa, hatta bazen bir korunma biçimine dönüştürmek.

Joyce’un “git” diyen sesi, bu toprakların “kal” diyen ağırlığına çarpıyor. Böylece ortaya yeni bir gerilim çıkıyor. Gitmenin özgürlüğü ile kalmanın yükü arasında sadece coğrafyalar değil, metinler de birbirine karşı konumlanıyor.

Raflardan dökülüyormuş gibi görünen harfler, yalnızca yorgun bir zihnin oyunundan ibaret olamazdı. Dışarıdaki gürültünün, patlayan silahların, kasabayı adım adım daraltan tehdidin arasında insanın tutunabildiği son yerdi belki de. Sanki kelimeler, dünyanın taşıyamadığı ağırlığı bir süreliğine devralıyor, içeriye başka bir nefes bırakıyordu. Bu yüzden yere saçılan harflerin peşine düşme isteği hayal olmaktan çok uzaktı. Tersine, dışarıdaki gerçekliğin dayanılmaz sertliğine karşı içten gelen savunma refleksi olmalıydı. Kitapların arasında kaybolmak, çatışmaların sesini bastırmak, insanın kendini kaybetmeden kalabileceği son yeri korumak içindi. Joyce’un uzaklardan seslenen özgürlük çağrısı, Hugo’nun ateşle kurduğu metaforlar, Dostoyevski’nin karanlık yüzleşmeleri… Hepsi bu kasabanın havasına karışıyor. Raflardan dökülen harflerle birlikte aynı odaya sızıyordu. Böylece kütüphane, yalnızca kitapların dizildiği yer olmaktan çıkıyor, dünyanın bütün ağırlıklarının üst üste çöktüğü bir sığınağa dönüşüyordu. Harflerin içine karışma arzusu da tam buradan doğuyor sanki. Kaybolmak yerine hayatta kalabilmek için. Çünkü bazen insanı yaşatan tek şey, cümlelerin içinde bulduğu o kısa ve kırılgan sığınak olabiliyor.

Harflerin kırılgan sığınağı ile dışarıdaki gerçeklik arasındaki ince perdeden, kasabanın taş duvarlarına sinmiş kirecin soğuk ve sessiz ağırlığı hissediliyordu. Ay ışığı parlaklığının altında insanın nefesini kesen, sessiz ve ölümcül bir karanlık gizleniyordu. Beyazın içerisindeki karanlık ansızın yutuveriyordu her şeyi. Belki de her şeyin suçlusu o beyaz taşlardı. Aydınlığın geri çevrilemez kapısının önünde kurulmuştu sanki tüm barikatlar. İyiyle kötü birbirinden ayrılamaz hale geldiğinde suskunluk zafer kazanmış, sevgiye aç eller demirden yumruklara dönüşüp eldivenlerin altına saklanmıştı. Ta ki güneş yeniden doğuncaya dek…

Arkanya’nın sokakları ile Paris’in geniş caddeleri arasında gidip gelen kurguda görünen farklılıklar illüzyondan ibaret. Mekân değişiyor, biçim değişiyor ama şiddetin dili hep aynı. Sistemin kendi çıkarları uğruna seçtiği her yol mübah. 90’ların Arkanya’sında taşın ve kirecin altında nefes almak zorken Paris’te de kaldırım taşları arasında hayatta kalmak aynı ölçüde sert ve keskin. Okur bir noktada duruyor, nefesini tutuyor, yutkunamıyor. Olan bitene tanıklık ediyor. Ve sonunda geriye kalan tek gerçek, direnmeyi öğrenmiş bir bedenin, sessiz bir çabanın ağırlığı oluyor. Kitabın kapağını kapattıktan sonra nefesin hâlâ kesik, bedenin gerilmiş halde. Dünyadaki her sokak ve her kaldırımın sessiz bir ağırlıkla üzerine çöktüğünü hissediyorsun.  Direnmeyi öğrenen bedenler, kendi çabalarıyla ayakta dururken, dünyadaki her kaldırım, sokak, köy, kasaba ya da dünyanın tüm metropolleri varlığın ağırlığını acımasızca hatırlatıyor. İncecik bir sızı eşlik ediyor hayatına.

Yorum yapın