İstanbulin, TDK sözlüğünde “Tanzimattan Meşrutiyete kadar Türkiye’de kullanılan, yakası kapalı bir tür erkek ceketi” diye tanımlamış. Ertuğ Uçar’ın “İstanbulin” adlı kitabını gördüğümde doğrusu aklıma bu ilginç giysi değil Orhan Duru ağabeyimizin aynı adlı kitabı geldi. İlk baskısı 1993’de çıkan kitabın yeni baskısı da geçtiğimiz günlerde yapılmış (Yapı Kredi yay. 3. Baskı, Mart 2025). Günümüzün deyimi ile “pişti olmak” diyebiliriz ama ben farklı yazarların aynı isimde kitapları olmasına karşı çıkanlardan değillim. Bir buluşma, hatta yine günümüzün moda deyimlerinden birini kullanırsam “tevafuk” diyebiliriz. Hoş bir raslantı da, selam yollamak da diyebiliriz. Sonuçta her kitap yazarına hastır ve farklıdır. İsim benzerliği, adaşlık bir şeyi değiştirmez.



Orhan Duru, İstanbulin’de İstanbul’dan yola çıkarak diğer büyük kentlere uzanan, kent kavramını, düşüncesini sorgulayan denemelerini biraraya getirmişti. Kitap şöyle tanıtılmış; “Duru, bu denemelerinde İstanbul‟un tarihini, coğrafyasını, yaşayışını, insanlarını, evlerini, sokaklarını, güzelliklerini ve sıkıntılarını kısacası her şeyini anlatmış, duyarlı ve dikkatli bir gözlem gücüyle yeni bir İstanbul haritası çizmiştir.”
Ertuğ Uçar, beş öykü kitabı, iki romanı, bir anı, bir de deneme kitabı yayınlanmış, yani artık ustalık dönemine varmış, tanıdığımız bir yazar. Biyografisinde doğum tarihini kullanmadığına göre de orta yaşlarda olduğunu düşünebiliriz. Yani olgun biri. Ertuğ Uçar, aynı zamanda iyi bir mimar. Mesleğine dikkati çekmemin nedeni yazdıklarında, daha doğrusu bakışında bu özelliğinin etkili olduğunu düşünmem.
Antalya’da doğmuş, üniversiteyi Ankara’da, ODTÜ’de okumuş, sonra da İstanbullu olmuş. İstanbul’u hakkında kitap yazacak kadar benimseyip sevdiği anlaşılıyor. Türkiye’de hiç kimsenin gerçek anlamda “İstanbullu” olamayacağına inanıldığı ve “İstanbulluyum” diyenlere mutlaka “Gerçek memleket neresi?” diye sorulduğu düşünülürse Ertuğ Uçar’ı da İstanbullu saymamak için neden yok. Üstelik o birçok, hatta milyonlarca İstanbullu’dan farklı olarak İstanbul’u içinde kaybolup hakkında yazacak, çizecek kadar çok seviyor.

Ertuğ Uçar’ın gezginliği sıradan bir turistinkinden çok farklı, o şehirde kaybolmayı, ayaklarının ve yüreğinin götürdüğü yere gitmeyi tercih edenlerden. Bu bazen bir şey satın almak, bazen bir yere, kuruma gitmek, bazen bir arkadaşla buluşmak gibi bir bahaneyle başlasa da sonunda kendini sokaklarda, yokuşlarda, inişlerde ve yolları çatallanan mahallelerde amaçsız gezerken buluveriyor.
İstanbulin’in ilk öyküsü “Konak” Cırcır caddesinden At Pazarı’na yürürken başlıyor. Bu yürüyüş sırasında gözlemlediklerini okurken hikaye yavaşça beliriyor. Bir an için var oluyor ve başını sonunu belirlemeden nihayete eriyor ve kahramanımız yürüyüşüne devam ediyor. Biraz Sait Faik’in kahramanlarını hatırlatan bir öykü kahramanı var ve öykülerin yapıları da onunkilere selam verir gibi. Öykü ile deneme arasında bir yerlere kolayca kayıveren, türler arası nitelik kazanan metinler bunlar. Her öykünün ya da metnin kahramanı aynı kişi, zaman zaman kişiliğinden ipuçları verdiğine bakarsak yazarıyla bir çok ortak özellikler taşıyor.
Sadece yollara, sokaklara, binalara odaklanmıyor, onlarda yaşayan insanlara ve başta kediler ve köpekler olmak üzere belki kentin gerçek sahipleri saymamız gereken hayvanları da anlatıyor. Bireylerle yapılar, sokaklar, nihayet kent özdeşleşiyor. Öyküler de zaten onları gözlemlerken ya da soluklanmak için bir an durduğunda, yorgunluğunu ya da susuzluğunu gidermek için oturduğu bir kahvehane ya da çaycıda karşısına çıkıveriyor. Öykülerden çok hayattan kesitler de diyebiliriz diye düşünüyorum. An’lar, an parçaları…

Bunlar birer gezi yazıları ya da öyküleri değil. Bir turistin göremeyeceği, çoğu İstanbullunun günlük hayatın akışında yaşayamayacağı, gözlemleyemeyeceği belki ancak bu amaçla yollara düşmüş birinin, daha çok bir flanörün görebileceği İstanbul’u anlatıyor. Siz ya da ben aynı sokaklardan geçebiliriz ve ne o sokakları, ne insanları ve hayvanları Ertuğ Uçar gibi görebiliriz. Bir bakış farkı da var. Bu da yazarın mimarlığından ve daha çok çizerliğinden kaynaklanıyor olabilir dediğim gibi. Ve bu farkı öykülere eşlik eden çizimlerle de pekiştiriyor. Bu çizimler bir anlamda anlatıların kurmacadan çok gerçekten yaşanmış şeyler olduğunu da düşündürüyor. Bir başka deyişle çizimler kurmacayı gerçekliğe daha da yakınlaştırıyor.
Yazarlar çizerler başka yazar ve sanatçılarla karşılaştırılmayı haklı olarak pek sevmezler ama affına sığınarak Ertuğ Uçar’ın ya da kahramanının gezilerini Süheyl Ünver’in gezilerine benzettim. Üslup ve amaç ayrı olsa da ikisi de yitip gitmekte olan, gözönünde olup da görülmeyen İstanbul’u yazıp resmediyor.
Ertuğ Uçar “İstanbulin”de rahat ve içten bir anlatım kurmuş. Kitaptaki metinleri tek tek öyküler, denemeler olarak da kabul edebilirsiniz, tek bir anlatının parçaları olarak da. Ben tadını alabileyim diye araya zamanlar koyarak tek tek okudum metinleri. Okurken de kahramanın gezdiği mahalleleri, geçtiği sokakları düşündüm. Bazılarını bendeki imgeleriyle karşılaştırdım, bazılarını da yeni bir yer öğrenmenin merakıyla okudum, amaçsız yürüyüşlerimden birinde mutlaka oralara da gideyim diye içimden geçirdim. Yani Ertuğ Uçar yazdıklarıyla, çizdikleriyle İstanbul’da kaybolma, gelip geçtiğim sokaklara, insanlara, hayvanlara başka bir gözle bakma arzusu doğurdu. Edebi tadının yanında bu niteliğiyle de benim için iyi bir kazanç oldu. İyi bir kitaptan zaten başka ne beklenir.
* “İstanbulin”, Ertuğ Uçar, Can yay. Mart 2025.
edebiyathaber.net (16 Nisan 2025)