
Edebiyattan kopuk insanlar, bir okur romanını eline aldığında, okurların o sayfalarda yalnızca süslü kelime dizilerine baktıklarını düşünürler. Halbuki o dizelerde biz okurlar kendi benliğimize seyircilik ederiz. Benlik dediğimiz varlık 6 harfe sığamayacak kadar derin, bir o kadar da katmanlı. Virginia Woolf’un dediği gibi, “Sözcükler sözlüklerde yaşamaz; zihinde yaşarlar. Peki, zihinde nasıl yaşarlar? Tıpkı insanların yaşadığı gibi, farklı farklı ve tuhaf biçimlerde; oradan oraya dolaşarak, aşık olarak ve birbirleriyle eşleşerek.” (76)
Virginia Woolf, Yazmak Üzerine isimli denemesinde, romancının çeşitli benliklerimizi yakalayıp, kendi kalemiyle kayıt altına almayı görev edinmesi gerektiğini anlatıyor bizlere. Sözcüğün tam anlamıyla, deneme türünün Woolf’un kurmaca denemeleri de yaptığı bir alan olduğunu öne süren kitabın çevirmeni ve derleyeni Mine Özyurt Kılıç, önsözünde ayrıca gerçek ile kurmacayı harmanlayan bu teknik sayesinde deneme gibi zorlu fikir yazılarının daha zevkle okunur olmasını sağladığını da belirtir. Ve bu sekiz denemenin her biri, Woolf’un romancılar üzerine düşündüğü odanın kapısını aralayarak bizi kendimize biraz daha yaklaştırıyor. Özyurt Kılıç önsözünde, Woolf’un denemelerinin; karşısında onu dinleyen, birlikte akıl yürüten, az sonra kendi tutumunu değiştirmek zorunda kalacak ya da nihayet biri tarafından onaylanacak olan okurunun daima farkında olan, diyalojik, dinamik, deneysel bir anlatıma sahip olduğunu belirtir. Denemeleri de bu doğrultuda derlemiş olup ‘yazmak ve yaşamak’ temasına göre bir araya getirmiştir. (12)
Virginia Woolf, edebiyata kattığı devrimsel tekniği ve çağının ötesindeki fikirleri ile her zaman cesaretin sembolü olmuştur edebiyat dünyasında. Özyurt Kılıç, Hyde Park News Gazetesi’nin, Virginia’nın edebiyata yapacağı devrimci katkıların çıkış yeri olduğunu da belirtiyor. Böylesine cesur bir kadının, gelecek edebiyatçıları cesaretlendirmek için kaleme aldığı metinleri görmek şaşırtıcı değil haliyle. Önsözde de geçtiği gibi: “ İnsanı insana en dolaysız biçimde anlatmaya yarayan bu türü, karşısında onazarar vermek üzere toplanıp neredeyse koca bir ordu kurmuş kötü yazarlardan korunup kollamayı, kurtarılmayı bekleyen bir eve benzetir; iyi yazarın ödevi ise evin kapısında alevli bir kılıçla bekleyip, içeri sızmaya çalışan orduyla savaşmaktır.” (11)
Gerçeğin korkusuzca anlatılabildiği, doğruların konuşulduğu, anı yakalayıp bir zaman kapsülüne koyarak yüzyıllar sonra dahi okura sunan bu cevher, cesur romancıların kaleminden çıkmalıdır ona göre. Dönemin zalimlerine kulak asmadan, formüle edilmemiş edebiyatla doğal hayatın akışını yakalayıp, sıradan okura hitap etmeyi amaçlar Woolf. Sokaktan geçerken gördüğümüz, bizden biri olan o biri için yazar, tasarlar ve üretir. Sıradan birinin keyif alması için. Böylece okurla yazarın aynı döngüde el ele gelişip öğrendiği doğal bir sistem oluşturur. Bu da eserin başında bahsedilen “common reader” terimini açığa kavuşturur bizler için.
Birbirimizden ne kadar farklı olsak da her insanın özünde bir hayalperest yatar. Ancak Woolf’un belirttiği gibi zihninde çölde dolaşan bir göçebe ya da gökyüzünü seyreden bir mistik de olsa akşam eve girdiğinde baba veya koca kimliğine bürünmek zorundadır iyi bir vatandaş.(36) İnsan hayalleri ve tutkularıyla tek bir kimliği bürünemeyecek kadar rengarenk bir varlık olsa da toplum onu tek bir karaktere indirgemeye çalışır. Bu sebeple zihninde farklı evrenleri yaşatan romancılar, tek bir kimliğe sıkışmak zorunda bırakılmış bütün insanlar için birer kaçış noktası yaratır. Zihnindeki benliğe kavuşmak isteyen biri, yüzlerce sene önce yaşamış bir romancının kaleminde bulur belki kendini ve bu dünyadan göçüp gitmiş o romancı ile kalıcı bir dostluk kurar. Ne de olsa geçmişteki, gelecekteki ve şu anki ben bir bütünüz ve ne kadar yekpare olmaya zorlansak da, romanlar sayesinde farklı kimliklerimizi yaşayarak, hayallerimizi diri tutabiliriz Woolf’a göre.
“Peki, şimdi altı ay önce durduğumuz o yerde durabilseydik, yine o zamanki kişi olamaz mıydık – sakin, kendi halinde, hoşnut?… Şimdi gördüğümüz manzaralar ve duyduğumuz sesler geçmiştekine hiç mi hiç benzemiyor; üstelik altı ay önce tam olarak durduğumuz yerde duran kişinin sükunetinde hiçbir payımız yok. Onunki ölümün mutluluğu, bizim ise şu anda bile huzurumuzu işgal ediyor gelecek. Ancak geçmişe bakıp ondan belirsizlik unsurunu alırsak mükemmel bir huzuru tadabiliriz. Anlaşılan geri dönmeli, Strand’ı tekrar geçmeli, hatta bu saatte bile bize kurşunkalem satacak bir dükkan bulmalıyız.” (40)
Romancı her ne kadar yaşayamadığımız hayatları bize sunsa da, yaşadığımız hayatı bize yansıtmakla da yükümlüdür. “Hayat ve Romancı” isimli denemede Woolf, edebiyatın diğer sanatlardan farklı olarak yalnızca hayal gücünün eseri değil hayatın farkındalıkla damıtıldığı, gerçeğin duyarlılıkla bize sunulduğu farklı bir sanat formu olarak görür. Romancının amacı baktığımız şeyi görmemizi sağlamaktır bu sebeple romancı asla hayattan kopuk olamaz. Kelimelerindeki büyüteç sayesinde, baktığımız gerçeklik illüzyonunun aslında neleri temsil ettiğini gösterir bizlere.
“Çünkü ister ceket ister insan, her nesne için geçerli bir kural vardır: Ona ne kadar çok bakarsanız o kadar çok şey görürsünüz. Yazarın görevi, bir şeyi alıp onu yirmi şeyin temsil etmesini sağlamaktır: bu tehlikeyle ve zorlukla dolu bir görevdir; ama okur hayatın karmaşası ve kalabalığından bu şekilde kurtulup yazarın görmesini istediği hayatın özel yönüyle ancak o zaman etkili bir şekilde dağlanabilecektir.” (47)
Bir tarihçi dönemin şartlarını bize anlatabilir ancak o dönemde yaşamanın nasıl olduğunu ancak romancı bize tecrübe ettirebilir. Bu yüzden Woolf, romancının kendini gerçek hayata maruz bırakmasını, an ve an yaşamın içindeki cevheri korkusuzca açığa çıkarmasını öğütlüyor ve hayat ile sanat arasındaki yakın ilişkiyi böyle derinleştiriyor.
“Hayata kalmak için, her cümlenin merkezinde küçük bir ateş kıvılcımı olmalıdır ve romancı, riski ne olursa olsun, bu kıvılcımı alevlerin içinden kendi elleriyle çekip çıkarmalıdır.” (49)
Bu dizeleri okurken hayalimde canlanan yazarın imgesi oldukça güçlü. Woolf’un bahsettiği romancı, zihnimde hayat filminin hem oyuncusu hem yönetmeni hem de senaristi gibi hissettiriyor. Sahnenin içinde rolünü oynayan yazar, aynı zamanda yönetmen koltuğunda oturmuş, detayları uzaktan ama önündeki ekranla yakınlaştırarak izler ve bize sunar. Romancı içinde bulunduğu anın farkındadır ve aynı anda anın hem dışında hem içinde var olur. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğu bu dünyada, yazar yaşamı bizlere taze sunmak için, zamanı durdurarak anı kaydetmeye çalışır.
“Dolayısıyla, hayatın kölesi olan ve kitaplarını anın köpüğünden yaratan romancı zor bir iş yapıyor, haz veren bir iş yapıyor ve eğer zihniniz bu yönde ise belki de öğretici bir iş yapıyor.” (49)
Bu yüzden ne kadar şanslıyız ki, bizim yerimize, evet bu dünyada ben de vardım, ben de bunları yaşadım, ben de hissettim dedirtecek, hayatımızın güncesini bizler yerine tutacak romancılarımız var. Ancak ne yazık ki romancı gerçek hayatla bağ kurduğunda, onun sanatını saf bir şekilde icra etmesini engelleyecek durumlara da maruz kalıyor. Woolf, “Sanatçı ve Siyaset” isimli denemesinde sanatın siyasetten ayrışmasının ne kadar zorlayıcı olduğuna da değinmiştir. Çünkü Woolf’a göre sanatı siyasetin gölgesinde oluşturmak, amacından saptırmak ve onu yozlaştırmak demektir. Olası bir felakette ilk gözden çıkarılan zevk sanat olduğundan dolayı, sanatçı hayatın yapay işleyişine tabii ki duyarsız kalamaz ve değildir de. Ancak kulağında onu sisteme ezdiren bu sesler dolaşırken nasıl dingin bir şekilde sanatını icra edebilir ki? Woolf bu sebeple sanatçıyı koruyan topluluklar oluşturulmasını savunuyor; önce sanatçının kendisinin sonra da sanatının hayatta kalabilmesi için.
Tabii ki cesur Virginia, sanatçıyı korumayı sadece başkalarına bırakmış değil. Kendisinin belki de en hicivli denemesi olan “Romanın Anatomisi”, dönemin zalimleri diye bahsettiği eleştirmenlerine oldukça sert bir dönüt veriyor. Zeki kritikleri ve çağ atlatan fikirleri ile, kahkahalar atarak okuduğumuz büyüleyici ve sert bir eleştiri yapılmış diyebiliriz. Woolf, edebiyatın matematik gibi formüle edebilecek bir sistem olmadığını ve romanın sezgi ve deneyimlerle bilinç akışı gibi akması gerektiğini savunuyor çünkü hayatın kendisi formüllerle çözülecek bir problem değildir. Yaşadığımız dünyada gerçek ve illüzyon iç içe geçmişken, kontrolümüz dışında kaderimizi yaşıyorken nasıl bunu sıkı bir sistemle kağıda dökebiliriz ki?
Geçmişten günümüze bütün usta isimleri “Kütüphanede Geçen Saatler” isimli denemesinde ele alan Woolf, çağdaş yazarlar ve eski yazarları okur gözünden kıyaslamaya girmiştir bu yazısında. Hiçbir dönemde, o zaman olduğu kadar otoriteye boyun eğmeyen, eskiye saygı göstermek konusunda ilgisiz olan edebi dönem olmadığını söylüyor Woolf.(66) Artık, ne düşündüler değil ne düşünüyoruz sorusunu soran bir neslin okuru olduğumuzdan, kendimizi başkasının kaleminden okumak daha çok ilgimizi çekiyor belki de. Ve hayatın her anının farkındalıkla yoğrulduğu modernist eserler, lunaparktaki ayna odalarına benziyor bizim için. Her açıdan her an kendimizi görebildiğimiz bu ayna odaları, daha ilgi çekici, bağ kurmaya daha müsait belki de. Aynı anda birden fazla yansımaya bakıp gerçek imgeyi bulmaya çalışıyoruz bulmaca gibi. Klasik eserler ise tek bir odadaki tek bir aynayı temsil ediyor. Baktığımız tek aynada, zihnimizin özünü tek yansımada görüyoruz, bu nedenle bize mutlak haz duygusu veren klasiklerin yerini hiçbir şey doldurmayacaktır Woolf’a göre. Ama yine de bizler, bir zanaatkar gibi, kelimeleri hislerle seçip, rüzgarın uğuldaması gibi doğal, annenin bebeğini koruması gibi sezgisel bir şekilde yazmalıyız.
Son olarak “Kadınlara Göre Meslekler” isimli denemede, Evdeki Melek’i öldürmemizi öğütleyen Woolf, hayattaki yerimizi kendi deneyimlerimiz kendi zekamız ve kendi kazanımlarımızla var etmemiz gerektiğini anlatıyor bize. Yediden yetmişe her kadını, içindeki kıvılcımı yangına dönüştürüp kendini kendi elleriyle var etmeyi cesaretlendiren Woolf, bu denemesinde de genç kadınlara, hayatlarının kontrolünü alması için gereken gücün içlerinde olduğunu anlatıyor. Bizim önümüzü açan yürekli kadınlar zamanında cesaret gösterip sesini çıkardığı için çok şanslıyız.
Ve bu isimleri kendi literatürümüze katan cesur kadınlara da teşekkür etmeliyiz. Mine Özyurt Kılıç, yaptığı çeviriyle bizleri Bloomsbury Grubu’nda Virginia Woolf’un karşısına oturttu, bizim sohbetimize öncülük etti. Woolf’un zihninin akışını bütün kırılmaları ve yön değişimleriyle somut bir varlık olarak ortaya koydu ki birer dost gibi el ele düşünelim, üretelim. Son olarak Mine Özyurt Kılıç’ın sözleri ile bu yazıyı noktalıyoruz.
“Yazmak, bir çiğdem çiçeği gibi, kimin göreceğini bilmeden açmayı gerektirir. Ama bu, çiçeğin güzelliğini azaltmaz; paylaşıldığında onu tamamlar.” (18)
Virginia Woolf, Yazmak Üzerine, Çev. ve Der. Mine Özyurt Kılıç, Ve Yayınevi, 88 s.,Haziran 2025.



















