Edebiyatın en yaratıcı cadısı: Ursula K. Le Guin | Necla Akdeniz

Nisan 8, 2021

Edebiyatın en yaratıcı cadısı: Ursula K. Le Guin | Necla Akdeniz

Edebiyatın Cadıları serisinin dokuzuncusunda sıra geldi edebiyatın en yaratıcısı cadısı olan, Ursula K. Le Guin hakkında yazmaya. Onu özellikle sonlara bıraktım, çünkü  hakkında ne yazarsanız yazın daima bir şeylerin eksik ve yetersiz kalacağı büyük yazarlardan o. Edebiyat dünyasında alışılagelen kategorilere sığdırılamayacak kadar yaratıcı ve sıra dışı yazarlardan.

Altı bölümlük ölümsüz eseri, Yerdeniz serisinin kahramanı Ged, namıdiğer Çevik Atmaca, nasıl Roke büyücülük okulunun “Başbüyücüsü” ise, o da edebiyatın “Başcadısı”dır. Ve nasıl Yerdeniz dünyasında sadece sözcüklerle büyü yapılıyorsa, o da bu dünyada sadece sözcüklerle büyü yapan cadılardandır.

Diğer edebiyat cadıları gibi salt bir yazar değildir Le Guin. Aynı zamanda kadın hakları savunucusu bir feminist, dünyayı barışçıl yoldan değiştirip dönüştürmeyi hedefleyen pasifist bir anarşist, Doğu felsefesinden etkilenen taocu bir bilge, analitik psikolojiye ilgi duyan bir Jungcu, doğaya ve çevreye duyarlı bir ekolojisttir. Kısaca hayatın her alanına dair düşünen, sorgulayan, okuyan, araştıran nadide bir entelektüeldir. Bilimsel gelişmeleri çok yakından takip eden, tarih, mitoloji, sosyoloji, antropoloji gibi farklı disiplinlerden yararlanan çok yönlü bir sanatçıdır o. Bu yüzden yazdıkları, ne Bilimkurgu Edebiyatı ne Fantastik Edebiyat ne de başka tanımlarla sınırlandırılabilir. O, edebiyatın her yerindedir. O, pek az yazara nasip olan müthiş hayal gücü ve hatırı sayılır birikimiyle tüm zamanların en yaratıcı kitaplarını yazan Ursula K.Le Guin’dir.  

Ursula K. Le Guin, elbette Bilimkurgu ve Fantastik Edebiyatın “ilk kadın yazarı” değildir ama bu alanlarda müthiş değişimler yaratan ilklerin yazarıdır. Ondan önce Bilimkurgu ve Fantastik Edebiyat, edebiyat kanonları tarafından pek de ciddiye alınan türler olarak görülmüyordu. Daha çok gerçekçi romanlar, halis edebiyat olarak baş tacı ediliyordu. İşte Le Guin, her şeyden önce bu ön yargıya meydan okumuştur.  Aslında tam da ön yargı denemez. Bu düşüncenin oluşmasında o alanda yazan yazarların da kuşkusuz payı vardı. Çünkü o zamana kadar Fantastik Edebiyatta, kendisinin de büyük hayranlık duyduğu, Hobbit ve Yüzüklerin Efendisi’nin yazarı ve bu alanın kurucusu J.R.R. Tolkien; Bilimkurgu Edebiyatında ise Android’ler Elektrikli Koyun Düşler Mi? ya da Ubik gibi şaheserleri yazan Philip K. Dick dışında, bu alanlarda “edebi” eserler veren yazarlar ortaya çıkmamıştı. (Yevgeni Zamyatin, Aldous Huxley, George Orwell gibi yazarlar, Distopik Kurgu Edebiyatına dahil edilmiştir.) O zamana kadar, Bilimkurgu ve Fantastik Edebiyat alanında yazanlar, dile ve estetiğe önem vermeden sadece bilimin teknoloji yönünü ön plana çıkaran romanlar yazmışlardı. Teknolojik avantajı, ahlaki bir üstünlük zanneden bir takım bilimperest yazarlardır onlar. “Yüksek teknokrasi emperyalizmi, kibri açısından eski ırkçı emperyalizme denktir,” der bir yazısında Le Guin. Onunsa Bilimkurgu ve Fantastik Edebiyatta sevdiği ve uyguladığı yönler şunlardır: Canlılık, genişlik, hayal gücünün kılı kırk yarması; oyunculuk, çeşitlilik ve mecaz gücü; geleneksel edebi beklentiler ve üsluplardan azadelik; ahlaki ciddiyet; akıl; heyecan vericilik ve güzellik.

Ayrıca bu tür romanlarda, ellerinde son model lazer silahları, üstlerinde ölümsüzlük vaat eden giysileri, uzay gemilerinde koca galaksiyi ortadan kaldıracak siber teknoloji ürünü bombalarıyla iyi kahramanlar ya da kötü adamlar yer alır. Herkesin ezbere bildiği basma kalıp karton tipler yani. Öyküler hep, “Mükemmel bir dünya nasıl olmalıdır?” başlığı altında birleşen erkek egemen, fallus merkezci toplumları anlatır. Dil ise tamamen erildir. İşte Le Guin, tek başına, tüm bu ezberlerin üstünden, deyim yerindeyse silindir gibi geçen bir yazardır.

Onun romanlarında salt iyi ya da salt kötü karakterler yoktur. Onun kahramanları iyiliği ve kötülüğü bir arada barındıran çok yönlü insanlardır. Genç, güzel, mükemmel kadın ve erkekler yoktur onun dünyasında; yaşlı, güçsüz adamlar, elden ayaktan düşmüş kadınlar, cılız, sakat veya intikam peşinde koşamayacak kadar çaresiz çocuklar vardır. İster tek sözle büyüler yapan bir büyücü olsun, ister başka gezegenlerde yaşayan bir bilim insanı olsun fark etmez; kelimenin tam anlamıyla, gerçek karakterlerdir onlar. Ve onun dili, kısıtlayıcı, yargılayıcı, hükmedici, vaz edici eril bir dil değildir; tam aksine zarif, yumuşak, yaratıcı, simgesel, dönüştürücü, dişil dildir. O yüzden roman konuları “Mükemmel Bir Dünya Nasıl Olmalıdır”a yanıtlar aramaz, “Mümkün olan Başka Dünyalar”a atıfta bulunup onlara sorular sorar. Belki de bu sebepten, çoğunlukla bu dünyada geçmez öyküleri, başka gezegenlerde, farklı uygarlıklarda geçer. Çivisi çıkmış dünyamızı değiştirip dönüştürmek yerine, başka türlü kurgulanan dünyaların da mümkün olabileceğini gözler önüne serer. Ve o gezegenlerde yaşayanlar, düşünülebilecek en iyi düzende yaşasalar bile, hâlâ hayatlarında bir eksiklik, bir tamamlanmamışlık vardır. Sürekli kıtlık içindedirler, ya çok soğuk iklimlerde ya da çok verimsiz topraklarda yaşarlar. Mutlu son yoktur onun hikâyelerinde. Dönemin popüler bilimkurgu romanlarında olduğu gibi uzay savaşlarıyla ya da lazer silahlarıyla galaksilerini kurtaran yüzeysel kahramanlar da. Çünkü bir Jungcu  olarak, mutlak iyilik veya mutlak kötülük olamayacağını çok iyi bilir. Bir Taocu olarak da önemli olanın yolun sonu değil, bizzat yolun kendisi olduğunu bilir. 

1969 yılında yayımlanan ve Bilimkurgu Edebiyatının başyapıtlarından kabul edilen, Karanlığın Sol Eli adlı romanı, Gethen isimli, buzul çağın hakim olduğu soğuk mu soğuk bir gezegende geçer. Burada yaşayan insanların belli bir cinsiyeti yoktur. Androjen kişilerdir onlar. Zamanın çoğunda cinsiyetsizdirler. Ayda bir kez cinsel olarak aktive olurlar ve o zaman, bazen kadın, bazen de erkek cinselliğine bürünürler. Bir Gethenli hem bir çocuk doğurabilir, hem de bir çocuğun babası olabilir.  Yayımlandığı yıl için bir hayli yaratıcı ve kışkırtıcı bir konu elbette. İşte böylesine gözüpek bir yaratıcılıkla, cinsiyete dayalı  üstünlüğü kıran ilk bilimkurgu romanını yazan ve bu alanda çığır açan bir yazardır o. Hemen ardından Hugo ve Nebula ödülleri gelir zaten.  

Gelelim Yerdeniz serisine. Önce üç bölümden oluşur roman, sonra dörde ve nihayet altıya çıkar. Serinin ilk kitabı, Yerdeniz Büyücüsü, büyümek üzerine bir metafordur. Kendi deyimiyle, “otuz bir yaşında büyümeyi tamamlamış biri olarak” bu süreci çok önemser Le Guin. İkinci kitap, Atuan Mezarları, cinsellik ve cinsel kimliğini bulma sürecine dair metaforlarla doludur. Bir kadının doğum, yeniden doğum, yıkım ve özgürlüğe ilişkin gelişimini anlatır. En Uzak Sahil, olgunluk ve ölüm üzerinedir. “Çünkü,” der kitapta Le Guin, “Çocuk yalnızca ölümün varolduğunu değil, kendisinin de bir gün öleceğini anladığı anda, çocukluk biter ve yeni hayat başlar. Bu da büyümedir, ama daha geniş bir bağlamda.” Tehanu, kötülük ve o kötülükle yüzleşebilme, Öteki Rüzgar ise, dönüşüm ve yaşam üzerine bir metafordur.

Yerdeniz serisinde sözcükler öyle önemlidir ki, bir varlığın gerçek ismini bildiğinizde ona istediğiniz büyüyü yapabilirsiniz. Tam da sözcüklerle büyü yapan bir edebiyat cadısına yakışan bir konu! Yerdeniz takımadalarında, canlı-cansız her varlığın, onun özünü teşkil eden bir gerçek adı vardır. Bir insanın, bir hayvanın, bir bitkinin, hatta bir kayanın bile gerçek adını bilmek, onu kontrol altına almak demektir. O yüzden bu ismi herkes bilmez. Aslında başlangıçta sahibi de bilmez. Gerçek adı ona, on üç yaşına gelince verilir. İnsanların konuşmaya konuşmaya unuttuğu ve yalnızca ejderhaların bildiği Kadim Lisan’dan bir söz, sadece gerçek bir ad olabilir.

Le Guin bu fantastik öyküsünün merkezine isimlendirme dediği tanımı koyar. İsimlendirmek, bir anlamda ötekini tanımak, onu bilmek, onun hakkında bilgi sahibi olmak demektir. Herkesin kendi karanlığında yaşayan, bilinçdışı dehlizlerinde dolaşan, “ötekiyle” yüzleşmek demektir aynı zamanda. Diğer yandan Yerdeniz serisinde, dil ve gerçeklik ilişkisini, dilin aynı anda hem hapsedici hem de özgürleştirici tavrını sorgular Le Guin.

“Gerçekliğe en yaklaştığımız yer hayal gücümüzü kullandığımız yer,” der Marry Shelley. O ki 1818 yılında yazdığı Frankenstein ya da Modern Prometheus, adlı kitabıyla Bilimkurgu Edebiyatının öncüsü kabul edilir. Ursula K. Le Guin’de hayranı olduğu yazarın izinden gider ve şöyle der: “Fantezi elbette hakikidir. Olgulara dayanmaz, ama hakikidir. Çocuklar bilir bunu. Yetişkinler de bilir, zaten çoğu bu yüzden fanteziden korkar. Fantezideki hakikatin, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma, hatta tehdit oluşturduğunu bilirler.”

1929 yılında Amerika’nın Kaliforniya eyaletinde, yazar bir annenin ve antropolog bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelen cadımız, beş yaşında okumayı öğrendiği andan itibaren yazar olmaya karar vermiş ve ilk öyküsünü dokuz yaşındayken yazmış. Elbette her büyük yazar gibi onun da ilk yazdıkları yayınevleri tarafından sürekli reddedilmiş. Çünkü yazdıkları herhangi bir kategoriye sığmayacak kadar farklı, dağınık ve erişilemezmiş! Nihayet 1960’ların başında hikâyelerini bastırmayı başarmış. Ve sonra onu tutabilene aşk olsun. 2018 yılında, 89 yaşında bu dünyadan ayrılıp cadılar âlemine göç ettiğinde ardında  22 roman, 7 şiir, 100’den fazla kısa hikâye, 12 çocuk kitabı bırakmıştır. Bunların yanı sıra çeşitli deneme, eleştiri, senaryo kitapları ve çevirileri vardır. 60 yıla yakın bir süreçte yazılmış olağanüstü bir edebiyat külliyatı. Onunla aynı gökyüzünü paylaşma onuruna sahip olmuş biz okuyucular için ne kıymetli bir miras! 

edebiyathaber.net (8 Nisan 2021)

Yorum yapın