Dilini bilmediklerimizin şarkılarına katılabilmek | Hatice Balcı

Nisan 21, 2022

Dilini bilmediklerimizin şarkılarına katılabilmek | Hatice Balcı

“Bugün insanlar birbirini yok etmek için yarışıyor. Kendine benzemeyen herkesi düşman ilan edenlerle dolu dünya. Bir “ötekiler” masalı bu yaşadığımız. Bu masalda ihanetler var, kayıplar var, acılar var. Ama bu masalda iyiler, dostluklar, sevdalar da var. Hangi tarafta olacağını seçmeye zorluyorlar ya bizi her gün, ben sadece ve sadece iyiliğin tarafında olmayı seçiyorum artık. Hiçbir görüşe, iyilikten daha fazla inanmıyorum artık.” Özlen Alpaslan’ın Karakarga’dan çıkan romanı Yarım’daki Aylin’in sözleri bunlar. 

Geçtiğimiz günlerde anlatının ana temalarının gizlendiği bu cümleleri defterime kaydederken bir anda yıllar öncesine gidivermiştim: Lise son sınıfın yaz tatiliydi. Dayımın kütüphanesinde, onun okuma alışkanlıklarıyla pek uyuşmadığını fark ettiğim bazı kitapları kurcalıyordum. İç kapağa düşülen notlardan bu kitapların birinden yadigâr kaldığını anlamıştım. Varlık Yayınları’nca 1969 senesinde basılmış, cep boyutunda, “faydalı kitaplar” serisinden üç eser(*): Lincoln Barnett’in Evren ve Einstein’ı, Bertrand Russell’ın Bilimden Beklediğimiz’i ve ayrıca “Büyük Kompozitörler, 40 Besteci”.  Sayfaları büyülenmiş halde çevirdiğimi gören dayım “sende kalsınlar” demişti. Çok şaşırmıştım.  “Arkadaşına vermeyecek misin?” diye sordum kekeleyerek. Yutkundu. Kitapların sahibinin ODTÜ’de öğrenciyken 1980 Darbesi’nden kısa bir süre sonra öldüğünü söyledi. Bir süre konuşmadık. Uzayan dakikalarda bana öyle geldi ki dayım hâlâ sevgili arkadaşının yasını tutuyordu. 

Özlen Alpaslan’ın romanındaki Aylin ve Ayfer de yine o yıllarda, o yaşlarda, benzer biçimde ölüyorlar. Sevdiklerinin kaybını derinden hisseden yakınlarının acıları ise bir türlü dinmiyor, dindirilemiyor. 

Darbe

Yarım, bellek romanı. Aylin ve onun kızı Eylül belli başlı iki anlatıcımız. 1980 Askeri Darbesi’nin hemen öncesinde yaşananları büyük çoğunlukla Aylin’in mektuplarından; onun kişisel tarihi çerçevesinde ve büyülü bir aşk hikâyesi eşliğinde okuyoruz. Günümüz Türkiye’sinin hikâyelerini ise annesinin izini süren Eylül’ün anlattıklarından. Yazar Türkiye tarihindeki politik ve toplumsal dönüm noktası kimi olaylara da değiniyor romanında. Kanlı 1 Mayıs 1977 mesela. Veya gazeteci Abdi İpekçi’ye 1 Şubat 1979’da düzenlenen suikast, cenazenin kaldırıldığı ertesi gün. 

Eylül annesini hiç tanımıyor. Sekiz yaşında babasını yitirdiğinde büyükannesinin yanına taşınıyor.  Ebeveynleri hakkında bildikleri çok az; zira anneannesi meraklı sorularını ısrarla yanıtsız bırakıyor. Üstüne gidemiyor, ne yapacağını da bilemiyor. Zamana bırakıyor her şeyi. Lisedeyken gazetecilik okumaya karar veriyor. Derdi ne yapıp edip annesinin başına gelenleri öğrenmek. 

Susmak doğaya aykırı

Karşımızdaki kişilerin hal ve tavırlarını gözlerken, sözlerine katılırken veya itiraz ederken; kendimizi anlatırken, dinlerken, gülüşüp şakalaşırken veya dayanışma halindeyken kısacası  birileriyle bir şeyler yaparken onları daha yakından tanır, aidiyet hisleriyle dolar, daha çok severiz. Eylül ise -insanın bebekliğinden başlayarak en yakınında olmaları beklenen ebeveynlerinden birinin- annesinin, on yedi yaşına gelene kadar fotoğraflarını bile görmemiş. Büyüdükçe annesinin varlığını kendi özünde duyumsayabilmeyi, tasavvur edebilmeyi daha çok arzuluyor. Bunun için de onu tanımak, bilmek istiyor. Zira yitirdiklerimize, yaşarken bir daha asla göremeyeceklerimize duyduğumuz sevgi, sevmenin en mistik biçimlerinden biridir. Ruhumuza siner, kaybolmaz; yitirdiklerimizin acısını belli ölçülerde yatıştırır da. Ne var ki sevilenin şiddete maruz kaldığını, ruhen ve bedenen eziyete uğradığını, kendisine yapılan işkencelerden dolayı öldüğünü (öldürüldüğünü) bilmek bu acının niteliğini değiştirir. Üstelik bir ülkenin yöneticileri yas tutanların acılarını birazcık olsun dindirecek çabayı gösteremiyor, işlevsel olarak gerekli hassasiyeti sergileyemiyorsa yas bitimsizleşir. Eylül’ün anneannesi, bir gün Galatasaray Lisesi’nin önündeyken ona şöyle der: “Sessiz sedasız oturuyoruz … her cumartesi. Susuyoruz, çünkü en çok sevdiğimiz yerden kırıldık biz…” Eylül, anneannesinin suskunluğu nedeniyle annesine dair önemli bilgilere lise çağına kadar ulaşamaz. Sonra bir gün Aylin’den kalan kimi eşyaların ve mektupların toplandığı bavulu torununun önüne koyar anneanne. O günden sonra Taksim’e adımını atmaz ama.

Bir artı yarım, ne eder?

Romanda, belli başlı karakterlerin her birinin çevresinde bir tekilleşme var. 1980 öncesinde gözle görülür biçimde algılayabildiğimiz dayanışmaya günümüze yaklaştıkça pek de rastlayamıyoruz. Gel zaman git zaman iş yaşamının curcunasına karışıyor Eylül. Anneannesi uykusunda göçüp gidince de onca yıl beraber yaşadıkları evden ayrılmaya karar veriyor. Maçka’da, onun tabiriyle, tamamen kendine ait odasına, minicik bir daireye taşınıyor. Taşınma esnasında malum bavulu yeniden kurcalarken kendisi hakkında bildiğini sandığı gerçeklerin bambaşka bir yöne doğru evrileceğini anlıyor. 

“Nerede olursam olayım sanki hep başka bir yerde olmam gerekiyormuş hissini yaşıyordum…”

“Ben kendimi bildim bileli annesizim. Ufak bir yaştan sonra ise babasız. Tam olmaktan çok yarım kalmayı biliyorum ben. Çoğalmaktan çok azalmayı. Bir olmaktan çok dağılmayı. İçimdeki o eksiği kendim tamamlamadan, birine tutunmaktan çekindim hep. Bir artı buçuk iki etmez ki. Buçuktan bire daha yolum var. Belki de herkesin bir öbür yarısı yoktur bu hayatta.” der Eylül kendine dönüp baktığında gördüklerini bizimle paylaşırken. Öte yandan, Eylül’ün bugünün toplumsal meselelerine yaklaşımı yarım kalmış tarafının da bir yansıması gibi. Sosyo-politik düşünceleri, iş hayatında yer bulduğu kümeler ve ait olduğu toplumsal yapının sınırlarının ötesine geçemiyor, dolayısıyla katmanlı bir çeşitliliğe varamıyor. 

Aylin ve Aras

Aylin’in başından geçen pek çok olayı ve yerine göre sırlarını, biz de, sırası geldikçe öğreniriz. Bazılarını Eylül’den önce, bazılarını da Behice Hanım’la konuşurlarken. Hukuk Fakültesi mezunu Aylin 1970’lerin ortalarında avukatlık stajı sırasında tanışır Aras’la; görür görmez âşık olur. Beraberlikleri kimi tesadüfler üzerine şekillenir. Bu gittikçe çetrefilleşen büyük aşk, romanın merkezinde yer alır. Hikâyenin başı da sonu da karakterleri de bu aşkın çekim alanındadır. İki sevgilinin aşklarını yaşama biçimleri masalsıdır. Öte yandan kendini diğerine anlatanın- o da bir yere kadar- her defasında Aylin olması, duyguları iç içe geçerken dahi birbirlerine açılamamaları (ki açılmak anlayış görmek ve teselli bulmak için gereklidir)yaklaşan trajedinin habercisi gibi gelir bize de. Suskunluğun kalpleri daha da yakınlaştırdığına inanırlar. Sustukça önemli kararların verilmesi ertelenir durur. Umutlarını, erteleyerek/ erteledikleri şeyleri örterek korumak isterler. 

Aylin, Aras’ın geçmişteki iş yaşamından haberdardır, kendisine duyduğu sevgiden de şüphe etmez fakat onunla ilgili başkaca bildiği pek bir şey yoktur. Aras’a yaşını dahi sormaz. Olayların geçtiği o puslu günlerde, Aras’ın Hariciyeci kimliğiyle yurtdışında bulunduğunu Aylin gibi biz de biliriz. Ancak niçin İstanbul-Ankara-Viyana arasında mekik dokuduğunu bilemeyiz. Yine de Aylin’in bu aşka inanmaya hakkı vardır (“…geleceği varsa gelir. Aşk böyledir, oluverir” der Behice Hanım ikisinden bahsederken). Aras onu ilgiyle, giderek hayranlıkla izler; derin bir şefkat ve nezaketle sever, gerçekten de sonsuzcasına bağlanır ona. İlişkileri gizlidir, yalnız kalabildikleri anlar çok kısıtlıdır. Ayrılırken bir daha ne zaman kavuşacaklarını bilemezler; ama işte iyice yaklaşan kasırgada bu belirsizlikler birbirlerinden haber alamamaları anlamına gelir, giderek birbirlerini kaybetmeleri anlamına gelir, geriye doğru baktıkça uzayan “keşke”ler anlamına gelir.

Ek Açıklama:

(*) Bu güzel eserler bugün de kütüphanemin gözbebekleri arasında. İlk ikisi bana uzun uzadıya görelilik kuramını düşündürdü, evrenin oluşumunu anlatan başka kitaplar edinmemi, arkadaşlarımla bu konuları tartışmamı sağladı. Üçüncüsü ise beni klasik müziğe yakınlaştırdı. Halen daha onlara baktıkça buruk bir heyecan duyarım.

Yazıdaki tırnak içi alıntılar için bkn: Yarım, Alpaslan, Özlen, Karakarga, Mart 2022, 1.basım, sırasıyla syf. 163, 38, 117, 176, 218.

Okuyucuya bir de öneri: Sevgi Soysal’ın Şafak adlı anlatısı da 12 Mart dönemini konu alır. Darbeler tarihini romanlar üzerinden incelemek isteyenlere önerilir.  

edebiyathaber.net (21 Nisan 2022)

Yorum yapın