Derya Sönmez: “Yazmak kendini tanımanın bir yolu”

Mayıs 20, 2023

Derya Sönmez: “Yazmak kendini tanımanın bir yolu”

Söyleşi: Yavuz Yavuzer

Öyküleriyle tanıdığımız Derya Sönmez’i ilk öykü kitabı Sırça Kanatlar 2021 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayımlanmıştı. Kardeşler, sevgililer, aileye dair çarpıcı insanlık halleri sunan yazar 2022 Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Ödülü’nün de sahibi olmuştu. Derya Sönmez’le Sırça Kanatlar, öykü ve yazarlık üzerine konuştuk.

Size ve Sırça Kanatlar’a yönelik metinlere, söyleşilere ve kitap tanıtım yazılarına göz gezdirdim. Benim de aynı fikirde olduğum ortak görüş, öykülerin zamana yayılarak yazılmış olduğu yönünde. Hem bu konuda hem de ilk kitabı yayımlama sürecindeki deneyimleriniz hakkında neler söylemek istersiniz?

Hep bahsediyorum, ilk öyküm yayınlandıktan on iki yıl sonra kitabı elime aldım. Bu süreçte ben değiştim, okumalarım farklılaştı, yazdıklarım değişti. Şimdi geriye dönüp baktığımda iyi ki beklemişim diyorum. İlk yazdığım öyküleri kitaba almadım. Bazen de üzerinde o kadar çok çalıştım ki kitaba aldığım öyküler bambaşka hale geldi.

Özellikle ilk kitabın yayınlanması oldukça uzun süren, zor bir süreç olabiliyor. Yayınevlerinin dönüşleri gecikebiliyor, bazen hiç cevap alamıyorsunuz. Dosyanızın okunup okunmadığını bile bilmiyorsunuz. Bunun gibi birçok şey motivasyonunuzu kırabiliyor. Ben okumak, yazmak, bu işin içinde olmak istiyordum. Motivasyonumun esas kaynağı buydu. Kitabım yayınlanmasa da öykü yazmaya devam edecektim. Sonunda çok istediğim bir yayınevinden yayınlandı. Tabii çok mutlu oldum.

Hem ilk kitaplar hem de devamı için, yayınevinin ne gibi etkileri oluyor? Siz dosyanızı gönderirken, yayınevi açısından nelere dikkat ettiniz?

Bir dosyanın herkes tarafından bilinen bir yayınevinden yayınlanması, çok iyi olduğunu göstermediği gibi yayınlanmaması da kötü olduğunu göstermez. Kesin bir kanıt değildir evet ama yine de önemli bir işarettir. İnsan ilk öykülerini yazarken, neredeyse yazdığı her şeye aşık oluyor. Kendi yazdıklarına eleştirel gözle bakamıyor. Öyküsü veya dosyası kabul edilmediği takdirde yayıncıları suçlayıp kendinden şüphe duymuyor. Bunu ben de yaşadım, çok doğal bir süreç. Önemli olan o ruh halinde takılıp kalmadan devam etmek. Daha iyilerini yazmak, kimsenin reddedemeyeceği kadar iyisini yazmak. Sonunda dönüp eski metinlerinize baktığınızda belki siz de beğenmeyeceksiniz.

 Sel Yayınları’ndan olumlu cevap aldığımda pandeminin ortasındaydık. Çok sevindim.  Çok iyi bir editörle, Zarife Biliz’le çalıştım. Dosyam iyi bir editöryal çalışmadan geçti, bu süreçte çok şey öğrendim.

Sizin özellikle öyküde ya da öykü yazmadaki temel motivasyonunuz neydi? Bir soru daha ekleyeceğim. Birçok kitapta benzer durum var. Öykülerde, romanlarda şiirden alıntılar var ya da şiir kitaplarına baktığımızda düz yazılardan alıntılar var. “Daha Bir Şey Görmediniz” isimli öykünüzde de Necatigil’i görüyoruz. Sizin deyiminizle “öğrenme ve değişme” sürecinizde, nasıl ve hangi kaynaklardan beslendiniz?

Gerçekten iyi bir şey yazdığınızda ortaya çıkan, sizi şaşırtıyor. Muhtemelen bir çok sanat dalında durum böyledir. Ben sanatın aynasından kendime bakmayı, benden doğan varlığından haberdar olmadığım hikȃyeleri keşfetmeyi seviyorum. Yazmak kendini tanımanın bir yolu. Beni en çok motive eden bu sanırım.

“Daha Bir Şey Görmediniz” öyküsündeki epigrafın hikȃyesi ilginç. Öyküyü gece epey geç bir saatte bitirmiştim, uykum kaçmıştı. Necatigil’in kitabını karıştırırken “Sokaktan Gelmek” adlı şiire rastladım. Az önce bitirdiğim öykünün duygusuna o kadar yakındı ki bu tesadüfün anısına epigraf olarak kullanmak istedim. 

Nereden ve nasıl beslendiğim konusundaki sorunuza gelecek olursam, kurmacanın her dalını seviyorum. Şiir, roman, öykü. Felsefe ve psikoloji üzerine okumayı seviyorum. Bir de tabii sinema beni çok besliyor. Film izlemeyi çok seviyorum. Sinema ve öykünün kullandıkları dil farklı olsa da kurmaca oluşturma mantığı açısından birbirine yakın olduklarını düşünüyorum.

Sinema ya da beslendiğiniz diğer faktörler yazma anlamında tıkandığınız durumlarda ya da dönemlerde o çıkmazdan nasıl kurtarıyor sizi ve böyle durumlarda genel anlamda nasıl hareket ediyorsunuz?

Bu çok sık başıma gelen bir şey. Şu ara yazmaya çalıştığım beş öykü var. Hepsi farklı aşamalarda bekliyor. Tıkandım ve zamana bıraktım. Bazen yazmak değil okumak istiyorum. Kimi zaman roman okumaya kimi zaman öykü okumaya daha yatkın oluyorum. Bazen okuduklarımdan hiçbir şey anlayamıyorum. O zaman da sinema iyi bir çıkış yolu oluyor. Bu zihinsel bir ritim sanki. Bu ritmi çok önemsiyorum. Kendimi zorla disipline etmeye çalışmıyorum.

Yazarına göre elbette değişir ama “demlenme” dediğimiz süreç, belki de o öykünün kalitesini arttırıyor veya olumlu anlamda ağır bir öykü olmasını sağlıyor. Yazma rutininizin yanı sıra, okur olma halinizde ne gibi değişimler oldu? Önceden rahat bir okurken şimdi “yazmak için okumak” durumunda hissettiğiniz anlar oluyor mu? En azından metin ya da öykülerinize kapı aralaması bakımından okur rolünüzde neler değişti?

Aslında eski motivasyonumu kaybetmemeye çalışıyorum. Çünkü o dediğinizi yapmaya kalktığımda, yani bir kitabı alıp, kendi öyküme bundan ne katabilirim veya bu kitap bana nasıl bir esin kaynağı olabilir diye düşündüğümde o metni kaçırıyorum. O yüzden her şeyden sıyrılıp okuduğum metnin, izlediğim filmin dünyasına girmeye çalışıyorum. Öyküyü, romanı bir mühendis titizliğiyle inceleyip onu teslim almayı değil, aylak bir okur gibi ona teslim olmayı, onun dünyasında kaybolmayı tercih ederim. Öykünün bir matematiği elbette var. Ama edebiyatı buna indirgemek sanatı hafife almak olur bence.  

Tekrar kitaba, Sırça Kanatlar’a dönüyorum. Kitabı okurken, dikkatimi ilk çeken öykülerin isimleri ve öykülerin dizilimi oldu. Tüm öyküler yerli yerinde gibi duruyor. Sohbetimizin başında güçlü bir editöryal çalışmadan da bahsettiniz. Editörünüzün yönlendirmeleri neler oldu, sizi nasıl şekillendirdi?

Öykülerin sıralanışı ile ilgili ilk defa böyle bir yorum alıyorum, teşekkür ederim. Dosyayı oluştururken bunun üzerine çok düşündüm. Nasıl sıralamam gerektiği konusuna çok kafa yordum, sonra böyle bir sıralama yapmaya karar verdim. Bu benim yayınevine gönderdiğim sıralamaydı.

Yayınevine gönderdiğim dosyada artık körleştiğim öyküler vardı. Bazen bir öykünün üzerinde o kadar çok çalışırsınız ki artık sizin için olumlu ya da olumsuz anlamda hiçbir şey ifade etmemeye başlar. Bana olan da buydu. Bu noktada editörümle çalışmak çok faydalı oldu. Zarife Hanım öykülere başka bir gözle bakıp çok doğru yerlerde doğru soruları sordu. O sorular benim bakışımı tazeledi.

Öyküleri zamana yayarak yazıyorum dediniz ya bir öykü ne zaman bitiyor sizin için? Örneğin; öyküyü yazdınız kapattınız ama bir yerde bir ışık yanıyor. Ben bunu bu öyküye ekleyebilirim diyorsunuz. Bu öykünün hep uzamasına neden olabilir. Ya da sıfırdan bir öykü yazmak yerine yazılmış bir öyküyü kurcalamak, onu genişletmek daha kolay gelebilir. Siz nasıl çalışıyorsunuz?

Her öykü için “bitti” ve “iyi oldu” dediğim bir an geliyor. Gelmediyse, henüz yeterince iyi olmamıştır. Ben, öykülerimin dilinin, kurgusunun, başlangıcının ve sonunun o mükemmel bütünlüğe ulaştığını hissettiğimi sanıyorum. Bence bunu sağlayan ustaların iyi örneklerini okuyarak biriktirdiğimiz bir hafıza, bir edebi hafıza var. Yazdığım öykünün iyi olup olmadığını oraya kıyaslayarak anlıyorum. Bir sezgi bu aslında. Çok okuyarak edinilen, bilgiye dayalı bir sezgi.

Söylediğiniz gibi daha önce okuduğumuz ya da hali hazırda okuduğumuz şeyler, bizi besliyor, şekillendiriyor. Siz kimleri okuyorsunuz?

Necati Cumalı, Melih Cevdet Anday, Sait Faik, Yusuf Atılgan… Cortazar, Katherina Mansfield ve Truman Capote’ı çok severim.

Kitabın 31. sayfasında Ovanın Sonu isimli bir öykünüz var. Aslına bakarsanız klasik bir baba oğul hikayesi olabilecekken, anlatım, gözlem gücü gibi detaylarla birlikte çok uzun olmayan ama en azından benim diğer öyülere oranlara daha çok etkilendiğim öykü oldu. Hem atmosfer oluştururken hem de kararkterlerinize yoğunlaşırken nasıl çalışıyorsunuz?

Güçlü bir atmosfer oluşturmak başlı başına önemli. Bunun dışında kanlı canlı karakterler yaratmak, diyaloglar, öykünün nerede başlayacağı, nerede bitirileceği çok önemli. Bir fotoğrafçı gibi kamerayı nereye yerleştireceğiniz, olaya hangi açıdan bakacağınız, kimin gözüyle bakacağınız, hepsi önemli.

Ben hep okur benim öykümü neden okusun, diye düşünürüm. Bu kadar çok kitap varken, yapabileceği bir sürü başka şey varken neden beni okusun? Daha ilk cümlede okuru yakalamak isterim. Kısa öyküde okuru yakalamak için atmosfer yaratmak çok önemli. Birkaç cümlede yaratacağınız atmosferle okuru hemen kavramalısınız.

Daha çok şairler için anlatılır; ceplerinde küçük bir not defteri olurmuş, aklına gelenleri yazar, sonra birleştirirlermiş. Sizin var mı böyle yöntemleriniz?

Defterlerim var tabii. Bana ilginç gelen, bir karakteri tanımlayabileceğini düşündüğüm ayrıntıları yazıyorum. Kanlı canlı öykü karakterleri oluşturmak için ayrıntılara ihtiyaç var. Eski metinlerdeki gibi karakterleri uzun uzun tarif etmek ya da anlatmak yerine bize çok şey söyleyen ip uçlarını, davranış modellerini gözlemliyorum.

Kendinizi “öykücü” olarak mı tanımlıyorsunuz? Hedef, öyküde kalmak mı yoksa belli bir süre sonra romana gidilebilir mi?

Yol nereye çıkar, şimdiden kestiremiyorum aslında. Öykü yazmayı seviyorum, roman bambaşka bir disiplin. Belki bir gün öykü yazma heyecanım azalırsa romanı denemek isterim. Ya da ancak romanla anlatabileceğim bir hikȃye gelirse denemek isterim. Ama şu anda, yakın zamanda böyle bir planım yok.

Evet, roman bambaşka bir disipline sahip belki ya da çok daha uzun soluklu ama öykünün de bazı zorlukları var. Her defasında yeni bir hikaye bulmanız, yeni karakterler, belki yeni mekanlar yaratmanız lazım. O zorluk sizin için bir motivasyon da olabilir. Bu durum nasıl etkiliyor sizi?

Evet doğru. Her öyküde yeni bir fikir bulmak gerekiyor. Ne anlatacaksın, kiminle anlatacaksın, hangi ortamda anlatacaksın? Bu beni çok zorlamıyor. Roman yazmak belki daha büyük bir disiplin gerektiriyor olabilir. Bu benim için daha zorlayıcı olur. Çünkü bir yandan da çalışmak zorundayım. Keşke tek işim yazmak olsa.

Aslında her meslek biraz zor ama doktorluk daha mesai isteyen bir süreç ya da gün içinde psikolojik olarak da sizi yoran bir meslek olabilir. Mesaiden sonra şalteri indirip edebiyat dünyasına geçmek nasıl etkiliyor sizi ve bu dünyaya nasıl zaman ayırıyorsunuz?

Aslında hep edebiyat dünyasında yaşıyorum diyebilirim. Bunu samimiyetle söylüyorum. Evet gündüz hastanedeyim, küçük bir oğlum var, evde yapmam gereken işler var. Hayat işte. Bütün bunları yaparken öyküler kafamda dolaşıyor. Onlar hep benimle.

Üzerinde yüksek konsantrasyonla çalıştığınız, zamana yayarak bir araya getirdiğiniz ve sürekli sizinle dolaşarak yazdığınız Sırça Kanatlar için nasıl dönüşler aldınız? Kitap için sizi gerçekten zorlayan eleştiriler ya da olumlu anlamda aldığınız eleştiren neler oldu?

Çok güzel tepkiler aldım. Sanırım en çok korktuğum hiç tepki almamaktı. En kötüsü bu olurdu herhalde. Üzerine pek çok yazı yazıldı. Çok güzel şeyler söylendi. Daha önce tanımadığım insanlarla aramda “Sırça Kanatlar” üzerinden bir bağ kuruldu. En kıymetlisi de bu.

“Sırça Kanatlar” iki de ödül aldı. Antalya Edebiyat Günleri kapsamında düzenlenen “En İyi İlk Öykü Kitabı Ödülü” ve Dil Derneği “Ömer Asım Aksoy Ödülü”.

Siz peki kitabı ilk olarak elinize aldığınızda nasıl bir özeleştiri yaptınız? Kitapta “şu daha iyi olabilirdi” diyebileceğiniz neler var?

İtiraf edeyim, kitabı korka korka okudum. Çok çalışmıştım, en küçük bir hata canımı sıkardı. Neyse ki korktuğum şey olmadı. “Sırça Kanatlar”da yapmak istediğimi tam olarak yapabildim. O yüzden içim çok rahat.

Biraz önce kitap sonrası ödülleri konuştuk ama aslında sizin kitap öncesinde de ödülleriniz var. “Ölüler Gibi” isimli öykünüz, 2012’de Adnan Yücel Öykü Yarışması’nda birincilik ve “Matruşka” isimli öykünüz, 2013’te Rıdvan Şahin Öykü Yarışması’nda ikincilik ödülüne layık görüldü. Ödül almak sizin bundan sonra yazacağınız dosyaları, öyküleri ya da günün birinde olacaksa romandaki o sorumluluğu nasıl etkiliyor? Ödül almış olmak ekstra bir sorumluluk getiriyor mu?

Tabii, ilk kitabın ödül olması, beğenilmesi yeni öyküleri yazarken ister istemez tedirgin ediyor ama esas hissettiğim, bununla ilgili bir şey değil. Okurun karşısına iyi öykülerle çıkmak isterim. İkinci kitap için hissettiğim daha çok bu yönde bir kaygı. Okurla kurduğum bağ benim için çok önemli. Kalabalık kitleler değil tabii, belki bir tek okur. Ben hep o bir tek okuru düşünürüm, onun için yazarım. Onunla aramda kurulabilecek bağın peşindeyim. Yazdığım öykünün onu bir süre için başka bir şey yapmaktan alıkoyabileceğine, onda bir duygu oluşturabileceğine, iz bırakabileceğine inanırım, inanmak isterim. Bazen bir imza gününde karşılaşırız. Tıpkı sizinle olduğu gibi. “Sırça Kanatlar”ı okudunuz, hayal dünyama konuk oldunuz, birlikte aynı rüyayı gördük. İşte hepsi bu. Bu çok kıymetli.

En az ödüller kadar önemli olan dergileri konuşalım istiyorum. Genel olarak dergilerle ilgili neler düşünüyorsunuz? Dergilerde görünür olmak-olmamak, yazarı motivasyon olarak nasıl etkiler, etkileri nelerdir? Dijital platformlarla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Yıllardır özveriyle sürdürülen kıymetli dergiler var. Öykülerimin burada basılması çok önemli. Ben dijital platformları da çok önemsiyorum, onlar sayesinde daha fazla okura ulaşmak mümkün. Ayrıca dijital ortamda saklandığı için okur sonradan da ulaşma fırsatı buluyor.

Buraya ek bir sorum atölyelerle ilgili olacak. Yaratıcı yazarlık atölyelerini, öykü ya da roman yazmaya gönüllü, hevesli kişiler adına nasıl değerlendiriyorsunuz? Atölyelerin edebiyat dünyasındaki karşılığı sizce nedir?

 Yıllar önce Ankara’da Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nın atölyelerine katıldım. Yazmaya ciddi olarak o atölyeden sonra başladım. Sonra Notos Atölye’ye katıldım. Atölyelerin bence olumlu katkıları var ama riskler de barındırıyor. Her şeyden önce yazdıklarınızı okuyacak, değerlendirecek, düştüğünüz hataları gösterecek birileri oluyor. Zamanla kendi metninize eleştirel gözle bakmayı öğreniyorsunuz. Zaten bunu öğrendikten sonra atölyeye ihtiyaç kalmıyor. Bir de yazan insanlarla bir araya geliyorsunuz. Atölyeler farklı meslek gruplarından, normalde yolu kesişmeyecek, ortak ilgi alanlarına sahip insanları bir araya getiren yerler.

Diğer yandan atölyeler, bir aynılaşma riskini de barındırıyor. Çünkü her atölyede ister istemez belli konular öne çıkıyor, ödevler veriliyor, aynı yazarlar okunuyor, aynı kaynaklardan besleniliyor. İster istemez bir edebiyat beğenisi dayatılıyor. Eğer sadece bunlara bağlı kalırsanız, verilen ödevleri yaparsanız bu sefer aynı şeyleri yazmaya başlayabilirsiniz. Ben edebiyatta özgürlüğü çok önemli buluyorum. Yani teknik olarak çok iyi bir öykü yazabilirsiniz ama mutlaka özgün bir yanı olmalı. Yazmak her şeyden önce yaratıcı bir iş. Biraz akıllı ve çalışkan biri, üzerinde çok çalışarak fena olmayan bir öykü yazabilir. Ancak ben okur olarak bundan fazlasını isterim. Okuduğum metinde yazara ait bir bakış açısı, üslup görmek isterim, ancak o zaman sanat katına yükselir bence. İşin bu kısmı atölyeden öğrenilemez.

Arka kapak tanıtım yazısında; “narin kanatlarıyla kendi yarattıkları cehennemlerden kaçmaya çalışan karakterlerin hikayelerini anlatıyor” yazıyor sizin için. Siz Sırça Kanatları ve karakterlerinizi nasıl tanımlardınız?

Arka kapak yazısını editörüm Zarife Biliz yazdı. Zarife Hanım, kitabın ruhuna çok hakim olduğu için öykü karakterlerini tam anlamıyla yansıtan bir yazı yazdı. Değiştirmek istediğim bir şey olmadı açıkçası. Bana gore “Sırça Kanatlar”daki öykü karakterleri çok kırılganlar ve kırılgan oldukları için de keskinler. Aykut Ertuğrul’un bir tespitiydi bu. Ben de katılıyorum.

edebiyathaber.net (20 Mayıs 2023)

Yorum yapın