Çok katmanlı yoğun bir roman: “Kopuk” | Şule Tüzül

Aralık 6, 2021

Çok katmanlı yoğun bir roman: “Kopuk” | Şule Tüzül

“Gerçekten anımsamıyor olamazsınız, anımsamamayı tercih etmişsinizdir. Düşünmemişsinizdir. Ya zamanınız olmamıştır ya da bir nedenle düşünmekten kaçınmışsınızdır geçmişi. Bu bile yeterli değil. Geçmiş ha deyince olmaz. Ama anılar da öylece ortaya çıkmaz. Konuşmanız gerek. En azından düşünmeniz onları,” diyor Z, Sine Ergün’ün Kopuk isimli romanında.

Kopuk, geçmişle bağlantısını yitirmiş, bu bağlantıyı kurmak konusunda pek de emin olmayan bir kahramanın hikâyesi. 

Unutmak, anımsamak, vicdan… Bireysel ve toplumsal yaşamımızı biçimlendiren önemli parçalar. Neden unutuyoruz ya da unutmayı istiyoruz? Unutmak ve anımsamak istemediğimiz şeyler neler? Unutmak ve anımsamak konusundaki tercihlerimiz bireysel hayatlarımızı olduğu kadar yakın ya da uzak çevremizle ilişkilerimizi, toplumsal yaşamımızı, sadece insanlarla değil parçası olduğumuz kent, doğa ve hayvanlar ile olan ilişkilerimizi de etkiliyor. Unuttuklarımız ve anımsadıklarımız hem bireysel hem toplumsal kimliğimizi belirliyor. 

Sine Ergün, Baştankara isimli öykü kitabında da “Bellek insanı temize çıkarmak için neler siliyor, kim bilir,” diyordu. 

Kopuk, unutmak ve anımsamak kavramlarının vicdanla olan ilişkisini odağına alarak çok katmanlı yoğun bir metin sunuyor bize. 

Kasım ayında yayınlanan Kopuk, Sine Ergün’ün üç öykü kitabından sonra yazdığı ilk romanı. İsmi ile müsemma, “kopuk” bir roman. Kitaba dair yazmaya çalışacağım ama en başta hemen belirteyim; Sine Ergün’ün bu kitapla söylemek istedikleri ile benim anladıklarım ne kadar birbiri ile örtüşüyor, size asla kesin bir yanıt veremem. Ama çok sevdiğimi ve hayran olduğumu söyleyebilirim. Üstelik kitabı sevmemin nedenlerinden biri de bu durum. Öyle bir roman ki, ilk satırları ile sizi sürekli sallanan bir zeminde, tutunacak bir yer bulamadığınız bir şekilde bir yolculuğa çıkarıyor. Sine Ergün’ün üslup ve anlatımı o kadar etkileyici ki bu tutunamama hali, belirsizliklerle dolu bu yolculuk hoşunuza gidiyor. 

Çok gizemli mi konuşuyorum? Kopuk, son cümlesine kadar gizemli. 

Kısacık bir roman. 78 sayfa. Yoğunluğu ise kalın bir romana bedel. 

Kitabın ana kahramanı bir foto muhabiri. Kitabı almadan önce tanıtım yazılarından bunu öğrendiğimde çok heyecanlandım. Sine Ergün’ün öykülerinin her birinin bir fotoğrafa benzediğini daha önceki yazılarımda söylemiştim*. Ana kahramanı bir foto muhabiri olan bir Sine Ergün romanı neye benzeyecekti acaba? Bir roman olmasına rağmen, Kopuk da bir fotoğraf karesi bence. Aslında genellikle roman ve sinema birbirine benzetilir. Ancak Sine Ergün’ün sözcükleri, sözcükleri kullanmadaki ustalığı, dolayısıyla üslup ve anlatım biçimi bana bir filmden çok bir fotoğrafa baktığım hissini uyandırdı roman boyunca. 

Fotoğraf, kadrajın içinden çok dışını anlatır. Bir çırpıda çok şey anlatılır. Bir fotoğrafa bir ömrü sığdırabilirsiniz. Bir fotoğrafa her baktığınızda yeni şeyler söyleyebilir size. Baktıkça derinleşebilir, çoğalabilir, dert ortağı olabilir, terapi olabilir. Her baktığınızda kendinize ve yaşama dair başka başka şeyler bulabilirsiniz. Sine Ergün öykülerinin bazısı değil, her biri gibi, Kopuk da bir fotoğrafa benziyor tüm yönleriyle. Bazen Hayat için yazdığım yazıda kitap için, bir öykünün içinden çok dışını anlatıyor, demiştim. Kopuk için de aynı şeyi söyleyebilirim; içinden çok dışını anlatan bir roman. Romanın içinde yer alan her şey, dışarıda neler olup bitiyorsa onları okura hatırlatmak, unutturmamak için var. Dışarıda olup biten gerçeklerin minik bir parçası romanın içinde, bizi o gerçeklere götürüyor… 

Burada hemen kapak tasarımı için Utku Lomlu ve Beyza Ceylan’a tebriklerimi iletmeliyim. Kapaktaki bir fotoğraf karesi olsa, kitabı bu kadar iyi anlatabilirdi ancak. 

Kopuk, simgelerle dolu. Sine Ergün, bu simgelerin anlamlarını okura bırakmış. Her okur tarafından farklı anlamlar yüklenebilecek simgeler bunlar. Her simge birçok farklı şeyi çağrıştırıyor. Belki bu nedenle romanı anlamakta zorluk çektiğimiz halde kendimize çok yakın buluyoruz. Her okurun hayatının bir yeri ile bağlantı kurabileceği simgeler. Anne, baba, teyze, aile, toplum, devlet, terör, savaş, unutmak, anımsamak, vicdan… 

Duvar bu simgelerden biri. Romanda kentlerin çevresine örülüyor. Ama bir metafor olarak bireysel dünyalarımızın çevresine, uzak ya da yakın ilişkilerimizin arasına, kendimizle aramıza, sevdiğimiz ya da sevmediğimiz şeylerle aramızda olan duvarları çağrıştırabilir okuduğumuz satırlar. 

Bir diğer simge neredeyse sonsuza kadar sürecek hissi veren, tekdüze, ritmik bir ses. Ergün’ün olabildiğine yalın cümleleri ile bize ulaşan ses, tıpkı romanın kahramanına yaptığı gibi bizi de tedirgin etmeyi başarıyor. 

Kopuk olma hali, kopukluk meselesi ise romanda farklı anlamlarla pek çok yerde karşımıza çıkıyor. Bazen “ipini koparmak” olarak belki özgürleşmeyi simgeliyor. Bir başka yerde “hiçbir şeyi anımsamamak”, geçmişten kopma hali olarak kurguda yerini alıyor.

Ana kahraman foto muhabiri, ancak fotoğrafçı ve fotoğraf kavramlarıyla doğrudan ilintili bir kurgusu yok romanın. Diğer yandan fotoğrafla ilgili okurlar, fotoğrafçı ve fotoğrafa dair ilintileri rahatlıkla kurabilirler. Bir fotoğrafçı hiç bilmediği bir yere fotoğraf çekmek için gittiğinde neyi nasıl çekmek ister? Fotoğrafını çekeceği bir şey bulamazsa ne olur? Ya da buldu, çekmesi mümkün olmazsa ne olur? Gittiği yerle ve fotoğrafına konu olacaklarla duygusal bir bağı olmalı mı? Olmazsa ne olur, olursa ne olur? Fotoğraf makinesi olmadan yoluna devam etmesi gerekse gittiği yerlere bakışı değişir mi? Yaşama vizörün arkasından bakmak neleri eksiltir ya da çoğaltır? Örneğin kitabın kahramanı foto muhabiri için fotoğraf “dondurulmuş” bir şey. Bu da simgesel olarak her okura çok farklı şeyler çağrıştıracaktır, ama fotoğrafçılıkla ilgilenenler için üzerinde saatlerce konuşulabilir. 

“Görüntüleri, denilenleri dondurup kesip düzeltirdi. Bir daha canlanmazdı belleğinde geri. Dondurulmuşun ötesini berisini anımsamaz, zamanla olan bitenle ilintisini kuramaz olmuştu. Bir tek yolu biliyordu. Gerçi, diye düşündü, yola çıkmadan önce de farklı değildi, ne anımsıyordu ki geçmişe dair?”

Kahramanların hiçbirinin ismi yok. Bazıları tek harfle anılıyor. Romanın en başında ana kahramanımız foto muhabirine, geldiği kentte ilk eşlik edenin Z olması gibi. Devleti yönetenler, kurumları yönetenler, yaşamlarımızı yönetenlerin ismi yok, hepsi “karar adamı” Kopuk’ta. Ana kahramanın cinsiyeti de yok. Cinsiyetine dair hiçbir tasvir yer almıyor. Ben erkek olduğunu düşündüm. Çünkü foto muhabiri, patlamaların olduğu tekinsiz bir yerleşim yerine tek başına gidiyor. Tehlikeli olabilecek yerlere gidiyor, ıssız sokaklarda yürüyor, otellerde kalıyor, tehlikeli olabilecek insanlarla iletişimde bulunuyor. Ayrıca düşünceleri ve yaptıkları çok doğrudan bir karakter, detaycı değil, karşılaştığı insanlara ve olaylara bir kadın duyarlılığı ile yaklaşmıyor bence. Kahraman bir kadın olsa içinde bulunduğu ortamlarda farklı tepkilerde bulunurdu diye düşünüyorum. 

Romanın dili, romanın en güçlü parçası. Bu kadar az kelime kullanarak, bu kadar yalın ve basit cümlelerle ancak bu kadar çok şey anlatılabilir. Aforizma yok. Altı çizilecek cümle yok. Yazarın bu konuda çok titiz davrandığı her cümlede anlaşılıyor. Karakterler arasında çok nadir olarak rastlayacağımız diyaloglar da bu yalın ve basit olma halinden payını alıyor. Konuşma tırnakları yok. Birkaç kelimeden ibaret konuşmalar birkaç kelimeden ibaret cümlelerin arasında romanın duygusunu daha da güçlendiriyor. 

Bir şeyi anlatmak çok zordur. Bizim için çok özel, çok kıymetli bir şeyi kelimelere dökmekte zorlanırız, kelimelere dökülürse değerini, büyüsünü kaybedecek gibi olur. Sine Ergün, sanki bu tedirginlikle seçmiş kelimelerini, ince ince dokumuş.

Sine Ergün’ün her kitapta karşımıza çıkan bu dili, özgün üslubu ve anlatım biçimi “kuruluk” olarak eleştiriler almış. Ben Sine Ergün’ün kullandığı dil ve üslup için asla “kuruluk” diyemem, yalınlık ve basitlik daha uygun tanımlamak için. Tanımı her ne olursa olsun, anlatımı zayıflatmaktan ziyade güçlendiriyor. Bir kitaba başladığınızda bizi gündelik hayattan koparıp (dikkatinizi çekerim yine bir kopuk olma durumu var) kendi dünyasına almayı başarıyorsa iyi bir kitabın içinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Kopuk, dili ve anlatım biçimi ile bunu yapıyor.  

Anlatımı güçlendiren diğer bir öge ise ritim. Cümlelerin akışı, çok yalın ve basit olmasından kaynaklı olsa gere, tutuk bir ritimde ilerliyor. Bir cümleden diğerine hızlıca gidemiyorsunuz. Romandan okura ulaşan duygu bu ritimle roman boyunca canlılığını koruyor. 

Sine Ergün romanında ayrıca bir kelime yaratmış: kababa. Bir insan topluluğunun ismi ancak kimler olduğu yine okurun yorumuna bırakılmış. Tek bildiğimiz ana kahramanımızın bu insanlardan biri olduğu. Ben, kitabın kahramanı foto muhabirine benzeyen herkes ya da onun davranış ve özelliklerinin toplamına ait bir terim olarak yorumladım kababayı: geçmişi ile bağı kopuk, bu bağı kurup kurmamakta kararsız, yaşadığı çevreye ve olaylara mesafeli, ailesi, arkadaşları ve toplumla ilişkileri de kopuk, duyarsız ama bundan aynı zamanda rahatsız biri. Geçmişinden kopukluğu ile vicdanı arasındaki çatışmanın sancısını çekiyor sürekli. Unutanlar. Anımsamamayı seçenler. Anımsamaktan kaçanlar. Hem çok tanıdık hem uzak bir karakteri çağrıştırıyor kababa. Bence Sine Ergün okuruna bir ayna tutuyor kababa ile. 

Müge İplikçi’nin Zeytin Dalı programında Sine Ergün ile yaptığı söyleşiyi izledim. Ergün, tahmin ettiğim gibi, romanının ne ifade ettiğini okurlarının yorumuna bırakıyor. Eğer Kopuk bir fotoğraf olsaydı bakan ne görürdü o fotoğrafta? Bu yazıda o fotoğrafta neler gördüğümü ifade etmeye çalıştım. Ancak Kopuk ile ilişkim bitmedi. Uzun bir süre kafamın içinde dolanıp duracak görünüyor. Aynı söyleşide Ergün “fotoğraf bize defalarca bakma olanağı sağlar,” diyor. Ergün’ün öyküleri ve romanı da öyle…

Sine Ergün’ün yazar olarak beni etkileyen bir yönü de görünür olmaması. Görünür olmamak daha iyidir, görünürlük kötüdür demiyorum. Günümüzde herkese sosyal medyada ulaşabiliyoruz. Biliyoruz birkaç dokunuşla onları görebileceğimizi. Bir kitap yayınlandığında, yazarına ve kitaba dair ne kadar yoğun bir tanıtım faaliyeti olursa kitabın o kadar çok okura ulaşabileceği düşüncesi hâkim, ki bu kaçınılmaz olarak doğru aslında. Ne kadar görünürseniz, o kadar gündemde olursunuz, o kadar talep edilirsiniz, bugünün gerçeği bu. Bu nedenle birçok yazar bu pazarlama faaliyetinin bir parçasına dönüşebiliyor zaman zaman, maalesef. 

Sine Ergün, iyi edebiyatın başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadan doğrudan okurunu bulabileceğini kanıtlıyor. 

edebiyathaber.net (6 Aralık 2021)

Yorum yapın