Çarpıcı bir sürgün hikâyesi | Neslihan Hazırlar

Aralık 13, 2023

Çarpıcı bir sürgün hikâyesi | Neslihan Hazırlar

İnsan hareketleri zamana, mekana ve üretici toplumlara göre değişir. İnsanlığın kültürel hafızasına bu trajediler kaydedilir. Yersizlik yurtsuzluk kavramı edebi, sosyolojik ve siyasaldır. Zorunlu olarak yaşadığı yerin dışına çıkarılmak sürgünlüktür. Sürgün kelimesinin anlamı, hem yeni bir hayata, hem de köklerinden ayrılıp başka yere atılmak anlamına gelen travmatik bir kelimedir.

Türkçede “sürgün” sözcüğü kullanıldığı yere göre çeşitli anlamlara gelir. Tohumdan ya da tomurcuktan çıkan incecik, körpe dala “sürgün” deriz. Heyecanla “tomurcuk sürgün verdi” dediğimizde, aslında filizlenip boy atacak olan yeni bir hayatı dillendirmiş oluruz.

Sürgün, politik ya da yasal yollarla bulunduğu yerden sökülüp atılma bir tür cezalandırma, tehcirdir. Bertolt Brecht’in Danimarka’da sürgündeyken 1937’de yazdığı “Göçmenlerin Adlandırılması Üzerine” adlı bir şiiri vardır. Brecht bu şiirinde “sürgün” ve “göçmen” arasındaki ayrıma dikkat çeker. Göçmen, sebebi ne olursa olsun, çoğu kez kendi isteğiyle ayrılır yurdundan. Sürgün öyle değil. Kimse kendi isteğiyle yurdundan yuvasından sürülmemiştir. Onlar ya kovulmuş, ya da zorla sürülmüş, çıkarılıp atılmıştır. Tam on beş yıl sürmüştür Brecht’in sürgün hayatı. Danimarka’da bir kasabada bu şiiri yazdığında sürgünlüğünün henüz dördüncü yılındaydı. Kendini de hesaba katarak şöyle yazmıştı o şiirin bir bölümünde:

Hep yanlış buldum bize verdikleri adı:

Göçmen,

Göç eden demektir bu, oysa biz

Göç etmedik, kendi isteğimizle

Seçerek başka bir ülkeyi, gelmedik

Bir ülkeye, sürekli kalmak için belki de orada

Ama kaçtık, yurdundan sürülenleriz biz, kovulanlarız

Bir yuva değil, bir sürgün yeri olur ancak

Kabul edildiğimiz ülke bize

Reşat Nuri Güntekin, roman kahramanlarından birine “Sürgün benim için ölüm gibi bir şey olmuştu” dedirtir. Nazım Hikmet’in  “Memleketim” şiirinin dizeleri de sürgünlüğe çığlıktır.

Memleketim, memleketim, memleketim

Ne kasketim kaldı senin ora işi

Ne yollarını taşımış ayakkabım,

Son mintanımda sırtımda paralandı çoktan,

Şile bezindendi.

Sen şimdi yalnız saçlarımın akında,

Enfarktında yüreğimin,

Alnımın çizgilerindesin memleketim,

Memleketim, memleketim…

Pasifik Sürgünleri, “Naziler’den kaçan büyük Alman yazar ve sanatçıların sürgündeki iç dünyalarını” anlatıyor. Roman, 2019 yılında İletişim Yayınları tarafından Fikret Doğan’ın Almanca aslından (Pazific Exil) çevirisiyle yayımlandı.

Romanın yazarı Michael Lentz 1964’te Düren’de dünyaya geldi, Berlin’de yaşıyor. Kazandığı birçok edebiyat ödülü arasında Ingeborg Bachmann Ödülü (2001), BDI (Almanya Sanayi Birliği) Teşvik Ödülü (2002), Edebiyat Evleri Ödülü (2005) yer alıyor. Edebiyat incelemesi alanında da eserleri bulunan yazar aynı zamanda bir müzisyen.

Pasifik Sürgünleri’nde olaylar kronolojik sırayla anlatılıyor. Hitler’in iktidara gelişi ile zaman hızla akıyor. 1933 yılı başlarında Almanlar Hitler’in başa geçişinden çok memnun.   Almanya’da herkes Alman olmakla övünüyor. İktisadi ve askeri alanda “Büyük Almanya” olma ideali, her alanda elde edilen yüksek büyüme oranları Almanların gururunu günden güne daha fazla okşamaya başlıyor. Bu atmosferden yararlanan Hitler, giderek yaygın, kitlesel, örgütlü güç gösterilerine dönüşen iktidarını gündelik hayatta iyice pekiştiriyor. Bu pekiştirilmiş gücün nerede duracağını, iktidarın ayak seslerinin hangi uzaklıktan, nerelerden duyulacağını o günlerde kimse öngöremiyor. İktidarın çeşitli toplum kesimlerine yönelik sıkı düzeni zamanla tedirginlik verici, endişeli bir bekleyişe yol açıyor.

Sonrası, zor ve tehlikeli uzun yolculuklar, Amerika’da hayata yeniden tutunuş çabaları, kısacası sürgünlük…

Karakterlerin kendi iç dünyalarındaki hesaplaşmaları, okura iç diyaloglarla aktarılması kitabın okunmasını biraz zorlaştırsa da zaman zaman hareketli yolculuk anları okuru alıp götürüyor. Her bölümde farklı bir anlatıcının gözünden olaylar aktarılırken, anlatıcının iç dünyasına, huzursuzluğuna, yeni hayatını, yeni dili yeni ülkeyi kabullenemeyişine tanık oluruz.  Kitabın bize anlattığı, büyük bedeller ödeyerek yolculuğa çıkabilen insanların yaşadıklarıdır. Bu yolculukta Thomas Mann’ın oğlu, Bertolt Bretch gibi yazarlar, müzisyenler, tiyatrocular, geleceğin düşünce dünyasına kaynaklık edecek insanlar var. O dönemde Zweiglar da benzer yolları izleyerek Avrupa’dan Atlantik ötesine, Brezilya’ya ulaşabilen “şanslılardandı”.  Adı sürgünlük bile olsa Almanya’dan bir şekilde ayrılabilenler yine de şanslıydı; çünkü bulunduğu yerden ayrılamayan, yakalanan, toplama kamplarına gönderilen, gaz odalarında öldürülen, imha edilen pek çok insanın olduğu biliniyor.

Roman, esas olarak Pasifik sürgünlerinin “yeni dünya”da, Amerika’da, yeni bir hayata tutunma çabalarına odaklanır. Bir yandan da Roman kahramanları kendi aralarında hüzünle, yer yer ironik bir dille, kimi zaman da bilinç akışı yoluyla Hitler’in iktidara gelişini ve her şeye rağmen iktidarını sürdürüşünü tartışır. Kitap bu kişilerin Amerika’da tutunmalarını anlatırken, Oppenheimer filmine göndermeler yapar ve o dönmemdeki atom bombası Trinity deneme tatbikatını anlatır. Stalin ile Truman arasındaki diyaloglara yer veren metinde “O zaman bunu Japonya’ya karşı neden kullanmayasınız” cümlesi dehşet vericidir. Japonlar’ın Pearl Harbour baskınına kadar insanlığı derinden etkileyecek travmatik olayları gözler önüne serer.

Nazi işgali sırasında Sovyetler Birliği’nin politikalarını inşa ettiği zamanlarda, Avrupa güç koşullarda iken Rosa Lüksemburg’un ölümü, Alman Komünist partisinin direncinin kırılması, 1936-39 yılları arasındaki İspanya’da uluslararası sosyalist halkın iç savaşta başarı sağlayamaması, Hitler iktidarının palazlanarak, yayılmacı politikalarını uygulamasına  sebep olan olaylardır. 

Almanya’da Hitler’in, İtalya’da Mussolini’nin iktidara gelişi, 1936-1939 İspanya iç savaşı ve ardından 1975’te Franco’nun ölümüne dek sürecek olan diktatörlük dönemi Avrupa’yı tam bir cadı kazanına çevirmişti. Komünist partiler yalnız bırakıldığı gibi, komünist avının da başladığı yıllardı. Tüm bunlar Hitler’in Polonya’yı, Avusturya’yı kolayca ilhak edip adım adım bütün Avrupa’yı ateşe atmaya hazırlandığı çılgın yıllardı.

Sovyet romancı Ilya Ehrenburg Paris Düşerken adlı romanında savaş yıllarında Fransa’daki iktidar kavgalarını, o dönemde palazlanan savaş zenginlerini, Hitler’in Paris’e girme ihtimalinin uzak oluşu düşüncesinden hareketle bu kesimlerin Komünistler’e karşı Hitler’i tercih edişini, seçim entrikalarını, en önemlisi de kapalı kapılar ardında iktidarın yerini sağlamlaştırma planlarından  halkın bihaber olmasını anlatır. Isabel Allande’nin Denizin Uzun Taçyaprağı romanı da, İspanya İç Savaşı’ndan yola çıkarak insanlığın sürgünlük hallerini anlatması dolayısıyla Pasifik Sürgünleri’nin yanına konabilecek romanlar arasındadır.

Pasifik Sürgünleri, bir döneminin derin travmalarına içten içe  ışık tutan etkileyici bir roman olmanın yanı sıra dikkatli okurlar için iç dünyalara açılan çağrışımlarla dolu yolculukların anlatıldığı, içinde sağlığın da hastalığın da, sevincin de kederin de, mutluluğun da hüznün de, zaferin de yenilginin de, aşkın da gururun da, dilin de dilsizliğin de yer aldığı çok çeşitli insanlık hallerine dair denemeler kitabı olma özelliği de taşıyor.

Almanca bir düşünce dili, felsefe dilidir ama yeni dünyanın dili Almanca değildir. Almanya’dan yeni dünyaya sürgün gelenler, ilkin bu korkunç dil bariyeriyle karşılaştılar. Kendilerini burada yeniden var etmenin, burada tutunabilmenin yollarını aradılar. Zamanla “iki dilde susma” nın ne demek olduğunu yaşayarak öğrendiler. Bertolt Brecht’in epik tiyatro anlayışıyla Holywood’un sahne ışıkları “ayrı kadirden iki yıldız gibi uzaktır” birbirine. “ Alman dili ile yaşayabilirim ama İngilizce’yle ölemem bile.”(sf.161) diyor Brecht

Romanın bir bölümünde Pasifik sürgünleri, kendilerini yeni dünyaya ulaştıracak uzun gemi yolculuğu sırasında birbirlerinin bezgin gönüllerini avutabilmek için Giovanni Boccacio’nun   Decameron’una özenerek herkes birer hikâye anlatır.

Heinrich Mann’ın anlattığı hikâye bir defin hikâyesidir. Gemide bir aşçının ağzından anlatılan hikâye şöyle: Yolculuk sırasında gemi kaptanı ansızın ölür. Gemi rotasızdır. Gemi mürettebatı tam kadro güvertededir. Ölü kaptan güvertenin ortasında öylece yatmaktadır. Kaptanı defnetmek gerekecektir ama nasıl? Karaya çıkmak beklenilemeyecek kadar uzun zaman alacaktır. Bu durumda ahşaptan bir tabut yapılır. Kaptanın naaşı tabutun içine özenle yerleştirilir. Sonra tabut kaptanla birlikte denize atılır. Defin sırasında aksilikler birbirini izler. Gemi yolculuğu esnasında gemi kaptanının ölümünden sonra yaşanan tuhaflıklar silsilesi, kaptanın denize atılması, sonra denizden çıkarılması, olmadı bir daha denilerek yeniden denize atılması, bu olaylar üzerine yapılan yer yer anlamsız ve gerçeküstü yorumlar, tartışmalar, geminin kömürünün bitmesi, rüzgârın durması, kaptanın ölmesi denizin ortasındaki çaresiz bekleyiş halleri çağrışımlarla doludur. Bu durum, içinde bulunulan halin anlamsızlığını, tuhaflığını gösteren bir metafor olarak okura yansıtılıyor. Geminin durumu Avrupa’daki tuhaflıklar silsilesine bir gönderme gibi. Romandaki bu bölümler okurda bir yerde E. Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz’i ile  Herman Melville’in Moby Dick’ini akla getiriyor.

Pasifik Sürgünleri, bal arılarının kovanlarını geride bırakıp bir bilinmeze doğru gidişleriyle başlıyor, o arıların son bir “arı dansı”yla birer birer aramızdan ayrılışıyla son buluyor…

edebiyathaber.net (13 Aralık 2023)

Yorum yapın