Can Gürses: “Nafiz, Oblomov’un hırkasından çıkmıştır.”

Ocak 11, 2018

Can Gürses: “Nafiz, Oblomov’un hırkasından çıkmıştır.”

Söyleşi: Zeynep Adalı

Can Gürses ile Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan son romanı “Ölüyordum Geçerken Uğradım” hakkında konuştuk. 

Ayrıntı Yayınları tarafından okuruyla buluşan Ölüyordum Geçerken Uğradım adlı son romanınız bir aşk romanı değil mi? Yoksa, sadece aşk romanı demekle onu eksik mi bırakmış oluruz? Yoksa, aşk romanı demekle aşk romanı tanımını yeniden mi tanıma açmış oluruz? 

Ölüyordum, Gerçerken Uğradım’a aşk romanı diyerek aşk romanının yeniden tanımlanması gerektiği düşüncesi çok yerinde. Aşk romanı deyince hemen akla bireyi kendi dünyası, kendi gerçekliğinde seyretmek geliyor. Oysa bir aşk romanı o bireyi ait hissettiği ya da hissetmese de ait olduğu toplumun bir parçası, bir sonucu olarak sunabilmeli ve onun toplumla olan ilişkisinin aşkı yaşayışını yahut yaşamayışını nasıl belirlediğini anlatmaya kalkışabilmeli. Ölüyordum, Geçerken Uğradım’da yapmaya çalıştığım böyle bir şeydi. Nafiz’in münzeviliği seçmesinde çocukluğunda annesiyle olan ilişkisi, sanatçılığının piyasa gerçekliğine aykırı düşmesi, pasif-aydın kimliğinde rahat etmesi, dünyayı tümevarımcı bir yaklaşımla okuması, her şeye ben’den bakması, kendi ruhunun ve bedeninin sınırlarında bir hayat kurmasının etkisi büyük. Tüm bunlar da onun aşkla olan ilişkisini tanımlıyor. Aynı şekilde Mahur’un sanatçılığının piyasa gerçekliğinde direnerek yer alışı, aydın kimliğini politize etmeden ve harekete geçmeden rahat edememesi, tümdengelimci tavrı, her şeye önce öteki’den bakması, kendine hayatın hayati sınırlarında bir gerçeklik kurma çabası da onun aşkla olan bambaşka ilişkisini belirliyor. Bu iki farklı kişilikteki insanın birbirlerine duydukları aşkı bazen mümkün bazense imkansız kılan hayatın ta kendisi. Hayatı belirleyen ise bulundukları mekân, yani coğrafya. Ülkenin iklimi, aşklarının mevsimini yaratıyor. Evet, aşk her şeyden bağımsız olarak vardır. Kendi ekseninde, kendi gezegeninde sonsuza dek var olabilme gücüne sahiptir. Ancak yeryüzüne inen aşk daima hayatın, ülkenin, dünyanın tehdidi altındadır. Dış gerçeklere rağmen âşıkların beraber olabilmesi ikisinin de ortak bir gerçeklikte yahut gerçeküstülükte buluşmasıyla mümkündür. Kendilerine kuracakları iki kişilik dünyanın, dünya ile uyumu yahut uyumsuzluğu, aşklarının dünya üzerinde var olma şansını belirler. Nafiz’in istediği gibi eve kapanmış bir aşkı Mahur da isteseydi belki hâlâ beraber olabilirlerdi; ya da Nafiz, Mahur’un istediği gibi onunla hayata karışabilseydi aşklarını doludizgin yaşayabilirlerdi. Bu roman aşkın iki boyutunu çiziyor; bir olan/hissedilen boyutu bir de yaşanan/gerçekleşen boyutu. Mahur ile Nafiz’in aşkı ne kadar yaşanıyor, ne kadar gerçekleşebiliyor, bunu sorguluyor. Bu sorguyu da ülkenin kültürünü, siyasetini ve bunların birey üzerindeki etkisini resmederek yapıyor. Misal, Gezi’ye ikisi el ele gitseydi, bu onların aşkları için de bir devrim olurdu. Yahut Nafiz evden çıkıp işe gitseydi, Mahur gibi para kazanmaya çalışsaydı, paylaştıkları ortak bir mücadele alanı oluşurdu. Bırakın bir eylemi ya da gerekliliği, beraber çıkıp şöyle bir yürüselerdi bile dünya onların aşkını kucaklar, kabul eder, besler, büyütür, güzelleştirirdi. Roman aşka iki sevgilinin gözünden ayrı ayrı baktığı için vardığı bir doğru yok; yalnızca içinde debelendiği gelgitler ve okuru da bu gelgitlere davet ettiği anlar var. Ama dediğiniz gibi bir aşk romanının, âşıkları sadece kendi dünyalarındaki hallerini anlatarak değil, hepimizin dünyasındaki hallerini anlatarak yazılmasını savunan bir roman bu. Sağlıksız ve güzel bir aşkı en sağlıklı şekilde anlayabilmek, belki de daha güzel anlayamamak için eski klasik resimler gibi ince bir ayrıntıcılıkla çizilmiş büyük resmin içindeki küçücük iki insanın her anını ayrı ayrı ikisinin gözünden anlatmak gerektiğini söyleyen politik bir aşk romanı Ölüyordum, Geçerken Uğradım.   

Kitabınızı okuyanların sitayişle söylediği bir şey var: “Bu kitabın matematiği çok iyi.” Bunu söyleten şey nedir? Matematik bilmeden film çekilmeyeceği, piyano çalınmayacağı gibi matematik bilmeden roman da mı yazılamaz? Yoksa, bunun ötesinde bir hesap mı kitabınızdaki?

İyi bir romanın matematiği kuvvetli olmak zorundadır. Matematik demek illa karmaşık bir anlatı yapısı kurmak demek değildir. Bir anlatıyı hiçbir şekilde zamanda, anlatıcıda kayma yapmadan da kurabilirsiniz ve yine matematiği kuvvetli olabilir. Sözcüklerin dönüştüğü cümlelerin birliğinde, birbiri peşi sıra gelen cümlelerin biraradalığıyla oluşan bir paragrafın başlayıp bitişinde bile müziksel bir matematik vardır. Yalnızca bir ritmin, bir soluğun peşinden gidemezsiniz; roman yazarken hep tetiktesinizdir. Bütünü bozacak herhangi bir müdahale her şeyi mahvedebilir. Bir cümle kurarken bilmem kaç bölüm sonra o cümleye anlam katacak bir söz söyleyeceğinizi bilirsiniz. Bir önceki romanım Kırık Beyaz hakkındaki bir söyleşimde “roman, akıl oynatma sanatıdır” demiştim. Ölüyordum, Geçerken Uğradım’ın matematiği iyi ise aklımı iyi oynatmışım demek! Romanın özünde matematiksel bir fikir olduğu için matematiğini herhangi bir romandan daha ince eleyip sık dokumam gerekti. Romanda bir gün on yıla tekabül ediyor. Çünkü âşıkların zaman mefhumu diğer insanlarınkine benzemez. Onlar zamanı fevkalade yoğun ve derin yaşarlar. Romanda görünürde on günü anlatsam da özünde yüz yılı anlatıyorum. Hal böyle olunca bir günü on yıla bölmek gibi gerçeküstü bir işlemi en gerçekçi şekilde öykülemeye giriştim. Aslına bakarsanız çok basit bir denklem kurdum. Her günün iki buçuk saatini bir seneye denk getirdim. Bu da bana, dış dünyadaki değişimi süratle, bir kalemde anlatma zorunluluğu getirdi. Romanın zamansal gerçekliği yani on gün ise âşıkların değişmezliği, aşkın ağırlığı ile akmış ve aktarılmış oldu. Bu tam da anlam açısından yaratmak istediğim ikilemdi: Şehrin büyük bir hızda kültürüyle, diliyle, sokağıyla, siyasetiyle, sanatıyla, mimarisiyle değişimini, aşkın büyük bir inat, tutku ve acıyla değişmemekteki direnişini hemhal ederek anlatmak. Böylece anlatının derdini salt edebi açıdan doğru bir matematiksel denklemle ifade etmiş oldum. Romanın ilk günlerinde büyük bir çember şeklinde kestiğim kartonla geziyordum. Ona dilimlediğim bu çemberin bir yüzünde her bölümün tarihi olayları yıl yıl yazılıydı, diğer yüzünde ise âşıkların öyküsünün dramatik olayları, durumları, ayrıntıları yazılıydı. İlk defa bu romanımda bir baştan bir sondan yazmadım. Yoksa işin içinden çıkamazdım. Kırık Beyaz’da da hem onlarca anlatıcı hem durmadan bir ileri bir geri giden zaman olmasına rağmen bir orasını bir burasını yazıyordum çünkü zaman bildiğimiz zamandı. Oysa burada zamanın gerçeküstülüğünü kontrol altında tutabilmem için daha temkinli ilerledim. Her yeni bölüme başladığımda yeni bir çizelge çıkardım. Bir bölümü yine kendi içinde iki buçuk saatlik on bölüme böldüm. Hangi tarihi olaylar hangi aşki olaylara denk düşecek bunları belirledim. Yine de bir bölüm içinde dayanamayıp, canım nasıl isterse, bir orasını bir burasını yazdım. Yani 30’ları anlatan birinci bölümü yazarken bir 1934’ü bir 1938’i sonra 1936’yı sonra 1935’i gibi… Böyle bir romanı yazmanın en emek isteyen safhası defterleri temize çekme safhasıydı. O kadar çok sayıda deftere yazdım ki bu romanı (toplamda 44 deftere yazmışım) bazen hangi yılı hangi deftere yazdığımı karıştırıyordum. Yüzyıl sonuçta, dile kolay! Uzun sözün kısası, ilkokulda tüm derslerim pekiyiydi ama en çok matematiği severdim. Çünkü güzel olan her şeyde matematik vardır. Bir hikâyenin nereden gelip nereye gideceğini algılama işi yazarlık. Bu da ancak matematiksel bir içgüdü ile mümkün oluyor. Aklın duyguyla mükemmel çılgınlıktaki ittifakıdır roman sanatı.

Aşkın politik olduğunu ve bir insanı beklemenin sosyalizmden, hatta anarşizmden bile ütopik olduğunu söylüyor roman kahramanınız Nafiz. Siz ona ne dersiniz?

Ağzına sağlık, derim.

Sizin İstanbul’da daha lise mezuniyetinizde uluslararası diploma için edebiyat dalında yazdığınız tezinizden, İngiltere’de karşılaştırmalı edebiyat ve film tahsili yaptığınız üniversite mezuniyetinde ve İskoçya’da karşılaştırmalı edebiyat dalında yaptığınız yüksek lisansınız için verdiğiniz tezlerinizden sonra bir akademisyen değil de yazar olmanız, romanlarınızın kalıpların dışında olmasını mı getirdi?

Akademik eğitimim edebi kalıpları tanımamı sağladı. Zamanlar içinde nesilden nesle, kültürden kültüre aktarılan edebi mirasın kalıpları nasıl değişmiş, nasıl bozulmuş, nasıl yeniden kurulmuş, bunları ince ince bilmemi sağladı. Edebiyatta yapılan devrimleri, sıkışılan muhafazakârlıkları öğrenmek bana bu mirasla ne yapmak istediğimi fark ettirdi ve yapma cüretini verdi. Akademide kalamazdım çünkü ben kendi dilimin, kendi sesimin peşine düşmüş bir yazarım. Akademinin dayattığı dilde ve tınıda derdimi anlatamayacak kadar kabına sığmaz bir dilim var. İnsan kendi sözünü ancak kendi sesiyle söylerse özgün olabilir. Ama dediğim gibi aldığım kusursuz eğitim sayesindedir nasıl yapacağımı ya da nasıl yapmayacağımı kavramam.

Bir+Bir’deki Edebiyat Gardrobu adlı yazı diziniz alışık olmadığımız derinlikte bir okuma, inceleme, irdeleme, açığa çıkarma yazılarıydı. Hatta, “fazla” idi her bir yazı. Kürk Mantolu Madonna’nın kürk mantosundan Beyaz Mantolu Adam’ın beyaz mantosuna, Alis Harikalar Diyarı’ndaki Çılgın Şapkacı’nın şapkasından Sevgili’nin pembe erkek şapkasına, Anna Karanina’nın küçük kırmızı çantasından Masumiyet Müzesi’ninin Füsun’unun küpe tekine, Edebiyat Gardırobu’nun pek çok eşyasını o yazılarınızdan büyülenerek okuduk. Eşya sizin için çok kıymetli. Eşyaya canlı muamelesi yapıyorsunuz. Öyle ki ilk iki romanınızda da insan gibi konuşuyordu eşyalar. Bu romanınızda da, titiz bir okurun gözünden kaçmayacak bir “hırka” var. Mahur’un hırkası. Dile gelmese de tekrar edişiyle önem kazanıyor varlığı. Nafiz, Mahur dışarı çıkarken hep o hırkasını alsın istiyor. Neden ceket değil de hırka?

Bu bence çok kıymetli olan ayrıntıya benim gösterdiğim önemi gösterdiğiniz için size teşekkür ederim. Mahur’un hırkasının Edebiyat Gardırobu’nda yer almasını isterim. (Kırık Beyaz’daki Kuzgun’un mor kadife sabahlığını, En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın’daki Koza’nın gülkurusu pantolonunu da Edebiyat Gardırobu’nda yer almaları hayali ile kurmuştum. Hoş, Edebiyat Gardırobu dediğim şey de benim hayalimden başka bir şey değildir ya! Ama işte bazı insanlar hayallerine gerçek muamelesi eder. Yoksa niye roman yazayım?) Hırka, evcil bir giysidir. Bir münzevi olan Nafiz de Mahur’un sokağa çıkarken beraberinde ev duygusunu da götürmesini ve belki de böylece evi özleyip bir an evvel kendisine dönmesini ümit eder. Hırkanın evcilliği, evin sıcaklığının ötesinde evin verdiği korunma, saklanma, sakınma duygusunu duyurur. Bir o kadar da miskinliği, reddi, yapmamayı imgeler. Edebiyat, hırkayı Oblomov ile tanımıştır. Nafiz de Oblomov’un hırkasından çıkmıştır. (Oblomov’un hırkasını da Edebiyat Gardırobu’nda keyifle incelemiştim.) Romanıma yerleştirdiğim Nafizlik kavramı ile Oblomovluk kavramını yeniden tartışmaya açmak istedim. Dilerim bir gün bu konu üzerine kafa yoran birileri Nafizlik’i Oblomovluk ile karşılaştırarak değerlendirir. Sözü açılmışken, Oblomov’un üzerinden çıkarmadığı hırkası aslında bir sabahlık. İlginçtir ki dilimize sabahlık değil de hırka olarak çevrilmiş. Hırka derken günümüzdeki kullanımıyla değil tasavvuftaki kullanımı kastedilmiş. Çünkü tasvirinin açık ettiği üzere Oblomov’un sabahlığının tasavvuftaki hırka gibi kaftan misali bir biçimi var. Edinburgh Üniversitesi’nde Rus Romanı dersimin hocasının söylediğine göre Oblomov’un hırkası, “Kaftanvari, Türk işi bir sabahlık”. Tasavvufta hırka, dünyevi değerlerden vazgeçip, “bir lokma bir hırka” ile yetinerek dervişlik yolunda kendini Tanrı’ya adamanın bir kanıtı. Bizim Nafiz de âşık olduğu Mahur’a Tanrı’ya tapar gibi tapar ve münzeviliği seçerek dünyayı reddeder. Aşkla vuslata kavuşacağı günü bekler. Derken Mahur çıkagelir ve Nafiz’in beklentisini hem karşılar hem alt üst eder. Neden bu tabloda biçimiyle modern, anlamıyla geleneksel olan hırka Nafiz’e değil de Mahur’a ait? Her sokağa çıkışında Mahur’dan hırkasını yanına almasını istemesi, Mahur’un dünyadan vazgeçip Nafiz’le birlikte eve kapanması için Nafiz’in yaptığı bir çağrı. Romanı okumayanlar için büyüsünü bozmak istemediğim için uyarıyorum: yanıtımın devamını romanı okumadıysanız lütfen okumayın! Romanın sonunda hırkanın Nafiz’de kalması zamana dair romanda bıraktığım tek soru işareti. Romanın sonunda Mahur’un eve getirdiği her şeyi (plakları, buzdolabını, televizyonu, çiçekleri, dergileri) bir bir yok eder Nafiz. Sanki tüm yaşananlar yaşanmamış, ne yüzyıl ne on gün geçmiştir. Ancak on günden çok daha uzun bir zamana maruz kalmışçasına eskimiş, süklüm püklüm olmuş hırka Nafiz’de kalmıştır. Bu da Mahur’un geldiğinin ve tüm yaşananlarının yaşandığının belli belirsiz, küçümen bir kanıtıdır. Romanın sonunda Nafiz Galata Köprüsü’nden intihar etmek kararıyla evden çıktığında daha doğrusu çıkmaya çalıştığında üzerine Mahur’un hırkasını giymiştir. Bunun Nafizce anlamı, vuslata ermeye gitmektir. Ancak Nafiz bunu da beceremez. Çünkü onun hırkasının kökeni tasavvufta değil Oblomov’dadır. Yapamamanın ve kendi oluşunun olamayışına sığınmaktır hırka. Her şeyi Nafizliğiyle açıklamaktır. Hırka Mahur’undur çünkü Nafiz’den ayrı kaldığı yıllar onu Nafizleştirmiştir. Nafizle yeniden birlikte olduğu dönemde başlarda bu hırkayı giyse de sonraları giymez olur. Çünkü Nafiz’i ne kadar sevse de Mahur olmayı seçer. Bu yüzden hırkayı Nafiz’de bırakır. Mahur’un hırkasıyla baş başa kalan Nafiz, Nafizliği ile başbaşa kalmıştır.

Galata Köprüsü’nde Mahur’la karşılaşsanız, ona ne dersiniz?

“İnsanları sevdiğin kadar kendini de sev” derim.

Orhan Pamuk‘a atfedilen “Kentin yeni arşivcisi” tanımı sizin için de haydi haydi yapılabilir ve bu kitabınız kent tarihinde yerini alır. Ne dersiniz?

Özellikle genç kuşak bu romanla kentin hafızasına dahil olsun istedim. Kent unutmaz ama insan unutur. İnsan unutunca kent de o kent olmaktan çıkar. Biz ne kadar bilir, hatırlarsak o kadar sahip çıkarız. İstanbul’un yüzyılını sergilediğim bu romanla, eski İstanbul’da hiçbir zaman sahip olmadıkları hatıralar yaşattım genç okuruma. Daha üst kuşaktan okurlarımın ise hatıralarını tazeledim. Roman vesilesiyle İstanbul’la kurmalarını istediğim bu bağın amacı okuru farkındalıkla isyan ettirmek ve ne kadar gecikmiş de olsak İstanbul’a sahip çıkma ihtiyacını duyurmak. Ben hâlâ İstanbul’un yeniden kazanılacağına inanıyorum. Vedat Türkali’nin “Bekle Bizi İstanbul” şiiri hem hayatımın hem edebiyatımın kavgasının parolası. Romanda da gördüğümüz gibi ülkenin yaşadığı her dönemin izi kentin çehresini değiştirmiş. Bu yüz ifadesi de en açık Beyoğlu üzerinden okunuyor. Beyoğlu’nda bugün tramvayın çınçını hâlâ işitebilmek bile benim umudumu diriltiyor. Romanda bahsi geçen mekânlardan çok ama çok azı bugün yerli yerinde. Markiz’in kapısına kilit vurulmuşsa da o kilidi el ele verip açabileceğimize ve içerdeki o nefis vitraylara nazır çok kültürlü tarihimizi sürdürebileceğimize inanıyorum. Grand Pera denen o korkunç gerçeğin tersine bir restorasyonla yeniden esas hâlini alacağı günleri hayal ediyorum. Çiçek Pasajı defalarca yanmış ve yine Çiçek Pasajı olarak hayata dönmüştür. Emek’in de yeni baştan, eski günlerindeki gibi yapılması neden mümkün olmasın? Kaybettiğimiz her yeri yeniden kazanmak bizim elimizdedir. Bu, şehrimize olan sevgimiz, aidiyetimiz adına vermemiz gereken bir kavgadır. Şimdilerde isyanın merkezi Kadıköyleşmişse de toplu bir kent hareketinin merkezi her zaman Beyoğlu olacaktır. Beyoğlu yıllardır İstanbulludan devrimi bekliyor.

İstanbullu musunuz? İstanbullu olmak yazarlığınızı kamçılayan bir şey mi? 

İstanbulluyum ve İstanbulluluğum, yazarlığımı oluşturan, tanımlayan belki de yaratan şey. Ölüyordum, Geçerken Uğradım’ı da beni ben yapan İstanbul’a olan gönül borcumu ödemek için yazdım.

Neden yazıyorsunuz? Nasıl yazıyorsunuz?

Yaşayabilmek için yazıyorum. Ama her romanda canıma okuyorum. Belki de insanın canını sevebilmesi için onunla ara sıra savaşması gerekir. Benim savaş malzemelerim kalemim, kâğıdım ve ruhum. Anlayacağınız, her şeyimle yazıyorum. Yazarken yazının ta kendisi oluyorum. Nasıl bir oluştur bu, anlatmaya çalışayım. Bedeninizi terk edip, başka bedenlere büründüğünüzü düşünün. Yazmak, işte böyle bir şeydir. Ben olabilmek arzusuyla olmadığınız insanlar olmaktır. Bütün iş, bütün yük, bedenden bedene giren ruhunuzun olmayan sırtındadır. Yaptığınız her şeyi ruhunuzun gücü, güzelliği, inceliği, zekâsı belirler. Ve terk ettiğiniz bedeniniz mutlaka sorun çıkarır size. Sizi yazamayacak hâle getirene kadar her şey gelir başına. Dedim ya bir savaştır yazmak. Bedeninizden ayrılabilme ve bedeninize yeniden kavuşabilme savaşı. Ölüp ölüp dirilme cüreti. Her kavuşmanızda daha sıkı sarılırsınız bedeninize çünkü her eser ruhunuzu daha da kuvvetlendirmiş ve sizi daha çok siz yapmıştır. Tuhaf, sancılı ve büyülü bir oluş!

Yakın tarihte okurlarınızla bir buluşma olacak mı?

Ne heyecandır ki 13 Ocak’ta Fransız Kültür Merkezi’nde yetenekli müzisyen dostum İdil Meşe ile Ölüyordum, Geçerken Uğradım dinletisi gerçekleştireceğiz. İdil, romanda bahsi geçen şarkıları yorumlayacak ben de romandan bölümler okuyacağım. 27 Ocak’ta ise Kadıköy’ün muhalif kitabevi Moby Dick’te imza günüm olacak. Can okurlarımı beklerim.

Can Gürses, 6 Temmuz 1989’da İstanbul’da doğdu.

Yatılı okuduğu VKV Koç Özel Lisesi’nden Cervantes’in Don Kişot’u, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı ve Bulgakov’un Usta ile Margarita’sı üzerinden ironi-yazar- toplum ilişkisini tartıştığı tezinden tam not alarak, International Baccalaureate (Uluslararası Diploma) ile mezun oldu.

İngiltere’de The University of Kent’te Karşılaştırmalı Edebiyat ve Film bölümlerini Krzysztof Kieslowski’nin Aşk Üzerine Kısa Bir Film, Mavi ve Veroniqué’in İkili Yaşamı filmleri üzerinden gerçekliğin kurmacalığını tartıştığı tezi ile en yüksek ikinci dereceyle bitirdi.

İskoçya’da The University of Edinburgh’ta Karşılaştırmalı Edebiyat dalındaki yüksek lisans eğitimini, Orhan Pamuk’un Beyaz Kale ve Amin Maalouf’un Afrikalı Leo romanları üzerinden kimliğin Doğu-Batı ve ben-öteki parçalanmasını çözümlediği teziyle tamamladı.

Bilgi Üniversitesi’nde “Eleştirel Düşünce” ile “İngiliz Dili ve Edebiyatı” derslerini verdi. Bir+Bir dergisinde “Edebiyat Gardırobu” adlı köşesinde yazdı. Yeonmi Park’ın In Order to Live adlı biyografisini Yaşayabilmek İçin adıyla Türkçeleştirildi. Ursula K. Le Guin’in şiirlerini Ayrıntı Yayınları tarafından kitaplaştırılmak üzere Türkçe’ye çevirdi. James Joyce’un A Portrait of the Artist as a Young Man adlı romanını Türkçe’ye çeviriyor.

Romanları: En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın (2014), Kırık Beyaz (2015), Ölüyordum, Geçerken Uğradım (2017)

Çocuk romanları: İnce ile Uzun I – Acıbadem Kurabiyesi, İnce ile Uzun II- Büyümüş de Küçülmüş Deniz Kızı, İnce ile Uzun III- Kazablanka (2014)

Zeynep Adalı – edebiyathaber.net (11 Ocak 2018)

Yorum yapın