
Yazarların evleriyle çalışma mekânları türlü heyecanlar veriyor bana. Tevfik Fikret’in Aşiyan’daki Yuva’sı, Sait Faik’in Burgazada’daki evi de benzer duyguları uyandırıyor içimde. Sanki gün ışığı zarif antika masanın cilalı yüzeyine düşüyor. Masada özenle korunmuş kâğıt yığınları, defterler, dolma kalemlerle mühürlenmiş değerli anılar. Kitap rafları duvarları kaplamış. Klasik müziğin fondaki sesi. Odanın köşesinde tanıdık bir bestecinin notaları duvarda asılı. Sessizlik müziğin ritminde zamanı durduruyor, içimizdeki bitmeyen gürültüyü bastırıyor adeta. Hayalimde böyle görüntüler var hep. Zihnin kurguları.
Mann’ın odası çalışma masasıyla birlikte ETH Zürih’teki Thomas Mann Arşivinde sergileniyor. Yaşamı ve eserlerine saygı duruşu olmanın ötesinde arşiv yazarın kişisel çalışma alanına, özel kütüphanesine ve yazarken yanında bulundurduğu eşyalara da taşıyor dikkatimizi. Camların ardında kurulmuş bir dünya bu, dokunamıyoruz. Sabahları genellikle dokuzdan on ikiye kadar yazar, öğle yemeğinden sonra kısa bir şekerleme yaparmış. Şekerlemenin bile ilham verici olduğunu kabul etmeliyim. Yarım saat uykuyla zihin yeniden ışıldayabilir. Öğleden sonraları gazete okur, yazılarını düzeltir, mektuplarına bakar, sonra yürüyüşe gidermiş. Çoğu zaman yazdıklarından pasajları ailesiyle konuklarıyla paylaşır, müzik dinlemekten keyif alırmış. Katı zaman çizelgesine bağlı yineleyen döngüler içinde sürdürdüğü düzen hafta sonları, tatiller hatta seyahatlerinde dahi devam edermiş. Bellek ve anlam mekânı olarak arşiv bir tür yaşayan monolog, geçmiş ve şimdinin buluştuğu camekânlı ortam. Hayalimde masaya yaklaşıyorum, pürüzsüz ve soğuk. Yazar zamanın akışını kendi ritmine göre takip ediyor, arada bir pencereden dışarı yeşilliklere bakıyor sonra yeniden kâğıtla mürekkebin dünyasına dalıyor sanki. Çekmecede mektuplar.
Hermann Hesse ve Thomas Mann yazı tarzı, mizaç ve bakış açılarındaki farklılıklara rağmen yıllarca süren mektuplaşmalarla beslenen derin kalıcı bir dostluğu paylaşıyorlar. Sohbetleri birbirlerine iyi geliyor. Yazışmalarını ilgiyle okuyor insan. Hesse ailesi, arkadaşları, tanıdıkları ve meslektaşlarıyla düzenli olarak mektuplaşmış. Otuz beş bin mektuba tek tek yanıt verdiği söyleniyor. Hayatının çalkantılı döneminde Ticino’da manzaraları resimlemiş. Arkadaşlarına yazdığı mektupları suluboya resimlerle süslemiş. Thomas Mann ile Hermann Hesse’nin mektuplarıysa savaşın karanlığına karşı hümanizmi, birey onurunu ve Alman düşünce geleneğini savunan iki sanatçı ruhun diyaloğu. Goethe ve Schiller’in mirasına yaslanarak birbirlerine destek olmuş, eserlerin anlam ve kalıcılığını sorgulamışlar.
Mann tarihle siyasetin gündemiyle doğrudan yüzleşirken Hesse doğunun maneviyatına çekilmiş. Aynı hümanist kaygının farklı yüzlerini temsil etmişler adeta. Sürgünde olmak ayrıca zor. Özellikle 1920 ve 30’larda edebiyat anlayışları ve sanatçı tavırları üzerine fikir ayrılıkları yaşamışlar. Hesse daha içsel, bireysel, ruhsal derinliğe dönük edebiyatı savunurken Mann’ın kimi zaman “okura oynayan” anlatımını ima eden eleştirileri dile getirmiş. Hesse’nin tavrı Mann’ın sanatının zaman zaman okur beklentisine yaslanıyor görünmesi üzerine bir yorum. Zira Mann’ın entelektüel kimliğine hayranlık duyuyor, bunu da sık sık belirtiyor. Mann Boncuk Oyunu’nu okuduğunda üstünde çalıştığı Doktor Faustus’la karşılaştırıp fikrin benzer olduğunu itiraf ediyor, biricik olmadığını anımsattığı için hayal kırıklığı da deneyimliyor kendince. Ama zaten tarzlar üsluplar farklı.
Jung’un fikirleri özellikle Demian ve Bozkırkurdu romanlarında açıkça görülebilen gölge ve ruhsal dönüşüm temalarıyla Hesse’nin eserlerini önemli ölçüde etkilemiş. Mann da bu ikiliğe yöneliyor. Doktor Faustus dehayla yıkımı beraber düşünüyor, Tonio Kröger sanatçıyı hem dışarıda duran bir yabancı hem de burjuva yaşamının katılımcısı olarak betimliyor. Her durumda kimlik parçalanmış, zıtların uzlaştırılması psikolojik gerekliliğe, kültürel metafore evrilmiş. Yaratıcı eserlerini metafizik temele yerleştirmiyor Mann. Öte yandan metinlerindeki metafiziğe uzanan eğilimleri görmezden gelemiyoruz. Mann bunu şöyle açıklıyor. “Bir edebiyat eserinin bazen metafizik bir fikir içerebileceğini söyleyebilirim ancak yaratım anında ne sanatçı ne de okurun farkında olması gerekli değildir.” Mann’a göre sanat doğayla ruh arasında arabuluculuk yaptığı için kozmik öneme sahip.
Hermann Hesse hem Freud’a hem de Jung’a ilgi duymuş. Psikolojik sıkıntılar yaşadığı dönemlerde Jung’a terapiye gitmiş. Bu görüşmeler hem Hesse’nin ruhsal yolculuğunda hem de romanlarının psikolojisinde belirleyici. Freud’un etkisi erken dönemde hissedilse de Hesse’nin yapıtlarında Jung’un psikolojisine ve simgeciliğine yakınlık belirgin elbette. Mann Hesse’nin Bozkırkurdu romanını derin edebi gücü nedeniyle överken Hesse de Mann’ın Goethe ve Tolstoy yazılarındaki trajik sorunları ele alma biçimini takdir ediyor. Zaten Mann Hesse’nin eserlerini çoğu zaman şefkatli bir ironiyle eleştirmiş, şiir ve düzyazıdaki bilgeliğini hayranlıkla değerlendirmiş. Her iki yazar da tarihle ve insan trajedisiyle sanat aracılığıyla hesaplaşmanın imkânsız ama gerekli olduğunun farkında. Aralarındaki diyalog fırtınalı zamanlarda anlam arayışında birleşen derin bir görüş alışverişi. İltifatlar da eleştiriler de sağlam temellere dayanıyor. Mann dostuna yazılarının muhteşem olduğunu, kurmacadan feragat edebileceğini, bu yöntemle de düşüncelerin aktarılabileceğini söylüyor. Hesse Mann’ı yaratıcı edebiyattaki tek entelektüel olarak nitelendiriyor, uzun öykülerinde incelikle karakter inşa etme sanatını övüyor. Zaten o yüzden de seyirciye oynadığını düşündüğü zamanlarda eleştiriyor, bunu Thomas Mann’dan hiç beklemezdim diyebiliyor.
Hesse’den bireyin ruhsal yolculuğunu fark etmeyi Mann’dan metinlerin tarihsel ve kültürel dokularla etkileşimini gözlemlemeyi öğreniyoruz. Üstelik aralarındaki iletişim farklı bakış açılarını paylaşarak eleştiriyi zenginleştirmenin mümkün olduğuna dair şahane örnekler. İkisi de bize bir metni okumak ve çözümlemek için derin içgörüye ve nesnel bakış açısına sahip olmamız gerektiğini gösteriyor. Hesse ilişkilerinde karşılaştığı zorluklardan dolayı yaşadığı bunalım ve sıkıntılardan uzaklaşmak için hepimizin bildiği gibi doğuya yolculuklara çıkıyor. Bu yıllar aynı zamanda Demian, Klingsor’un Son Yazı, Masallar ve en ünlü eseri Siddhartha’yı yazdığı dönemler. Hesse zihninde ideal entelektüel ve sanatçı topluluğu hayaliyle medeniyetin yeniden değer kazanabileceğine dair bir inanca sahip. Parça parça da olsa hayatının son anlarına kadar yazmayı sürdürüyor, Montagnola’nın huzurlu atmosferinde kendini bahçesine adıyor. Mektuplarını ve eserlerini düzenliyor, dünyanın dört bir yanından gelen iyi dilek mesajlarına karşılık göndermeyi ihmal etmiyor.
Lugano Gölü’nü tepeden gören evi hayali bir cennetle gerçek bir köyün sentezi onun gözünde. Hesse’nin algısında Hindistan, İtalya ve Ticino’nun ortak bir özelliği var. İnsanla doğa arasındaki uyumun gerçekleştiği ütopik bir cennet orası. 1913’te yazdığı İtalya’da Bir Günlük Yolculuk metni düşüncelerini özetliyor. Tüm farklılıklarına, büyüleyici karşıtlıklara rağmen her zaman insanlığın bütün olduğunu giderek daha derin bir biçimde hissettiğini söylüyor. Yaratıcı kalemlerin mekânlarına, düşüncelerine yaklaştıkça düşsel, zihinsel seyahatlerle üretim enerjisinin kendine de geçtiğini hissediyor insan.
Yazarlar arasındaki etkileşimlerdeki incelikler yazının yalnızca kendini ifade etmeyi veya okur kitlesini artırmayı hedeflemediğini aynı zamanda her birimize evrensel anlayışla derinlik kazandırmayı misyon edindiğini ortaya koyuyor. Bu farkındalık okura da kendi yaşamını ve düşüncelerini özenle inceleme olanağı sağlıyor. Her buluşma bir etkileşim sonuçta.
Kaynaklar
Hesse, Hermann, and Thomas Mann. Mektuplar. Çevirmen: Nuriye Gülmen. Timaş Yayınları, 2017.
Brennan, Joseph Gerard. Thomas Mann’s World. Columbia University Press, 1942. Reprinted by Russell and Russell, 1962, pp. 161–189.
Curonici, Giuseppe. “Hermann Hesse, İsviçre, İtalya ve Ticino”. İçinde: Melazzini, Alessandro; Curonici, Giuseppe; Bucher, Regina. Hermann Hesse: Beyond Pictures and Stories (Ötesi Resimler ve Hikâyeler). Derleyen Pier Carlo Della Ferrera, BPS Suisse.
















