“Depresyon İmparatorluğu”nda yaşamak | Psk. Dr. Ceylan Nur Akgün

Ekim 25, 2023

“Depresyon İmparatorluğu”nda yaşamak | Psk. Dr. Ceylan Nur Akgün

Jonathan Sadovsky’in yazdığı ve Biray Anıl Birer’in titiz çevirisiyle dilimize aktarılan Depresyon İmparatorluğu, ruh sağlığı alanında önemli bir açığı gideriyor bence. Hemen herkesin evinde içi tavsiyelerle dolu ‘kendine yardım’ türünden kişisel gelişim kitaplarından birer tane vardır diye tahmin ediyorum. İnsan psikolojisine ilgi duyanlar ya da hayatının bir döneminde depresyondan ya da kaygı bozukluğundan mustarip olanların elinde ise daha spesifik, şema terapi, bilişsel davranışçı terapi gibi yeni psikoterapi ekollerine ait kitaplardan vardır. Bu kitaplar o kadar çok satıyor ki çoğu yüzüncü baskısına ulaşarak süpermarket raflarında yerlerini almış durumda. 

Depresyon İmpartorluğu ise size herhangi bir vaatle gelmiyor. Bu bir kendine yardım kitabı değil. “Kötü hissediyorsan yeterince çabalamamışsındır, çabala bakayım!”, “Haydi silkelen kendine gel!”, “spor yap”, “yürüyüşe çık” ve “bolca bitki çayı iç” minvalinde uzayıp giden buyruklar verilmemiş. İçinde hazır reçeteler, akıl vermeler, nasihat etmeler, anekdotlar ve hap bilgiler yok. En güzel yanıysa şu, depresyondan mustarip insanlara bakışında zalim bir iyimserlik yok. Zalim iyimserlik, bir insanın yaşadığı sorunları yapısal meselelerden, başına gelen hayat olaylarından kısaca bağlamdan azade tutmak ve o sorunların sebebini bizatihi kişinin kendisine yüklemektir. Böylece sorunun çözümü de o kişinin tek başına bireysel performansına yüklenir. Yeterince çabalamadın, yeterince çalışmadın, hemen vazgeçtin, çabuk pes ettin, dirayetli değilsin gibi… Depresyon İmparatorluğu’nu bu yüzden elimden bırakamadım, çünkü Terry Eagleton’un tabiriyle “İyimser Olmayan Umut” taşıyor. Öncelikle ruh sağlığı yazınında tarih anlatısı eksiğini dolduruyor kitap. Depresyonu tarihsel gerçekliği içinde inceliyor. Hipokrat’tan DSM 5’e gelene kadar depresyon adı verilen kavramın serencamına bakıyoruz. Bu kapsamlı tarih anlatısı felsefi mülahazalarla, Sokratik sorgularla donatılmış bir şekilde ilerliyor. Bu yüzden son derece zihin açan ve okurken karşılaştığınız sorular karşısında entelektüel hazlar vaat eden bir metin… Kitap herhangi bir psikoterapi ekolünün, herhangi bir biyolojik tedavinin kuvvetli savunucusu ya da muhalifi değil, sizi herhangi bir konuda ikna etme çabasında hiç değil. Onun yerine şunları soruyor: Keder ne zaman hastalık olur? Tıbbi model ile toplumsal model arasında bir tercih olmak zorunda mı? Depresyon ruhsal mı yoksa her zaman bedeni kapsar mı ya da beden ile duygudurum, madde ile ruh arasına giren antidepresanlara ne demeliyiz? Depresyon kavramı nasıl oldu da antik çağdan beri kullanılan melankolinin yerine geçti? 

Sadovsky, günümüzde birçok insanı kaygılandıran aşırı tanı tehlikesinin gerçekliğini de sorguluyor. Depresyon tanı oranlarının yükseldiği, depresyon tanılarında şişkinlik olduğu gerçektir. Ancak bunun nedeni ve anlamı açık değildir. Sorunlar her zaman toplumla ve kültürle birlikte oluşur. İçinden geçilen zaman ve yaşadığınız coğrafyaya göre sorunlar da değişir.  Ama tanılardaki şişkinliğin anlamı muğlak, salgın mı var ya da doktorlar mı daha fazla teşhis koyuyor, zaten var olan vakalar daha fazla mı teşhis ediliyor yoksa tanı normları mı değişti ya da antidepresanların varlığı tanı oranlarını ne kadar etkiliyor sorularının her birini güçlü argümanlarla tartışıyor ve can alıcı bir suali okuyucunun kucağına bırakıyor:  İnsanları acılarına yüklediği anlam değişiyor mu acaba? Belki de salgın yaşamıyoruz ama biz keder, üzüntü, hüzün, kasvet, umutsuzluk, iç sıkıntısı ve karamsarlığa yüklediğimiz anlamı değiştirdik… Yüzlerce farklı duygu tek bir ifadenin içine sıkıştı o yüzden anlam genişledi belki ama her bir kelimede ifadesini bulan anlamların derinliği de gitti. Yükselen tanı oranlarını savunanlar sınıfsal eşitsizlik, şiddet, sosyal izolasyon, neoliberal politikalar gibi gerekçelere atıf veriyorlar. Yazar bu gerekçeleri haklı buluyor ama dünyanın 100 yıl önceye göre daha karanlık ve kasvetli olmadığını da hatırlatıyor bize. 

Depresyon bahsinde tıbbi modelle toplumsal model arasında süregiden bir gerilim var. Depresyonun elbette politik bir tarafı var. Eşitsizlik politikalarını, ilaç şirketlerinin yüksek kârlılık hedeflerini göz ardı edemeyiz. Sağlık, hastalık ve iyileşme her zaman toplumsal bağlamda belirlenir ama tüm bunları göstermek depresyonu daha az tıbbi yapmaz. Gerçek olanla, uydurma rahatsızlık arasındaki sınırı çizmeye dair sonu gelmeyen münazaralara karşın şu gerçeği gözden kaçırmamak gerekir: hiç kimse neyin “sağlıklı” ve “normal” olduğuna dair başarılı, mantıklı ve totolojik olmayan tanımlar geliştiremez. Tam da bu noktadan yola çıkan yazar “Bir şeyi depresyon yapan nedir ve buna nasıl karar veririz?” sorusu karşısında tanı kriteri ve ölçeklerle standardizasyon geliştirme gayretine giren aşırı tıbbileşmenin tehlikelerine işaret ediyor. Bir durumun hastalık/bozukluk/ rahatsızlık olduğuna karar vermede nesnel ölçütler değerlidir ama bir yandan da psikiyatrik tanılar hep bir nebze indirgemeci olur. Nesnel ölçütlere, tanı kriterlerine fanatikçe bağlanmak öznel deneyimin, bağlamın, toplumsal koşulların üstüne örtmekle maluldür. Ayrıca damgalama yoluyla kişiye zarar verme tehlikesi de vardır.

Bir insanda depresyon var denilince o sorunun toplumsal kökenlerini, yoksulluk ve meslekle ilişkisini de göz ardı etmemek gerekir. Tanı kültürel bağlamı gözden kaçırmamalı. Diğer yandan topluma ve kültüre bağlı hastalıklar da diğerleri kadar gerçektir. Depresyon hiçbir zaman sadece ruhsal olmadı, her daim bedeni de kapsadı. Yazar sürekli toplum/birey, beden/ruh, psikoterapi/antidepresanlar gibi ikilikler arasındaki gerilimli hattan ilerleyerek depresyonu tartışıyor. Örneğin, antidepresan karşıtlarının söylediği “İlaçlar altta yatan psikolojik ve sosyal nedenleri bilemez sadece geçici ve kestirme çözümler bulur” iddiasını kısmen haklı buluyor. İlaç şirketlerinin kapitalizmin müttefiki olduğu, sağlıklı birey tahayyülünün topluma daha uyumlu ve daha iyi çalışan tüketiciler kazandırmak üzere olduğu doğru ama bu o ilaçların yararı olmadığı anlamına gelmiyor. Aşı olmak için ilaç şirketlerini sevmek zorunda olmadığımız ve onlar kazanıyor diye aşılardan vazgeçemeyeceğimiz gibi, depresyonun antidepresanlarla tedavisinden de vazgeçemeyiz. Benzer şekilde bilişsel davranışçı tedaviler eski tip tedavilere göre daha pratik ve pragmatik olabilir ama bu durum onun terapötik değerini azaltmaz. 

Sadovsky, depresyonun tanı ve tedavisinde kültürel ve sınıfsal farkları da inceliyor. Depresyon ve keder arasındaki sorunlu ayrım hastalığın tarihi kadar eski. Örneğin “Antik Çağ’daki melankoli ve depresyon aynı mı?” diye sorabiliriz. Ya da depresyon, sürekli mutluluk beklentisi içinde olan Batı kültürüne ait bir sorundur diyebiliriz. Hayatta acı çekmeyi kutsayan ya da olağan gören toplumlar da var çünkü. Mesela Budistler için yaşamdaki dört yüce hakikatin ilki acı çekmek, İran’da hüzün ve keder ciddiyetin ve olgunluğun tezahürü… Velhasıl depresyonun sabit ve durağan bir anlamı yok. Depresyonun anlamlandırılmasında önemli bir ayrım da cinsiyet farkında gözümüze çarpıyor. Örneğin 20. yüzyıla kadar depresyonun yerine kullanılan melankolinin kültürel imgesi erildi. Melankolik erkek bir kahraman olarak romantize edildi, yüceltildi. Melankoli uzun yıllar dehalara bahşedilmiş bir duygudurum olarak nitelendirildi. Ama, melankolik erkeğin dehası depresyondaki kadınlara bahşedilmedi… Bugün ‘zayıflık’, ‘güçsüzlük’, ‘tembellik’ ve ‘kırılganlık’ ile etiketlenen depresyonun kültürel imgesi dişil. 

Depresyon İmparatorluğu, akıcı, berrak bir dille yazılmış ve kolay anlaşılır. Ama aynı zamanda teorik olarak da depresyona dair kuramların tarih içindeki seyrine yönelik derli toplu ve sistematik bir bilgilendirme sağlıyor. Hipokrat’ın kara safra teorisinden Freud’un Yas ve Melankoli’sine kadar depresyon üzerine önemli metinleri gözden geçiriyor. Freud’un yas ve melankoli arasında kurduğu anolojiyi, Jung’un depresyona karşı yüce gönüllü tavrını, Karl Abraham’ın travmayla yaptığı depresyon anlatısını tek tek ele alıyor. John Bowlby’nin, Melanie Klein’ın, Nancy McWilliams’ın, Otto Kernberg’in, Julia Kristeva’nın, Aoron Beck’in ve daha adını buraya tek tek alamadığım çağdaş teorisyenlerin depresyonu farklı veçhelerden bakışlarının tek bir hat üzerinden takip edilmesi kitabı konunun uzmanları tarafından daha da değerli kılacaktır diye düşünüyorum. Hatta gönül ister ki benzer metinler başka psikiyatrik tanılar için de yazılsın. 

Benzer bir teorik hattı biyolojik tedavilerin gelişim sürecinde de görüyoruz kitapta. 1930’larda İtalya’da icat edilen tarihin en korkutucu tedavilerinden biri olan elektrokonvulsif terapi (EKT), 1950lerde geliştirilen ilk antidepresanlar olan monoamin oksidaz inhibitörleri, sonrasında gelen trisiklikler ve 1987’de onay alıp bir çağa adını veren Prozac’la birlikte SSRI’ların popülerleşmesi…  Sonrasında yaygınlaşan kılavuzlaştırma, sayısal derecelendirme ölçeklerinin oluşturulması, alt türlerin artması, istatistiklerle daha kolay çalışılabilen psikoterapiler, hangi toplum kesimleri daha çok risk taşır gibi araştırmalar, tanı kılavuzları ve değerlendirme testlerinin gelişim öyküleri ilginç olgular ve vaka öyküleriyle beraber ele alınmış. Satürncü hümoralistler ve karasafracılardan nörotransmitterlere, çift sarmallara, genomlara ve randomize deneylere uzanan depresyonun serencamını okumak benim için heyecan vericiydi. 

Tüm bunları okuyunca tekrar anladım ki, tek bir neden depresyonu açıklamaz ve tek bir depresyon teorisi yok. Biyolojik araştırma bulguları hayat deneyimimizi ve toplumsal sebepleri geçersizleştirmez. Bunun tersi de geçerli. Biyolojiyi reddedemeyiz. Tüm bunların etkileşimi görülmeli. Mizacımız, yaşam tarzımız ve hayatımız boyunca başımıza gelenler bizi depresyona sokabilir ve tedavi hepsini kapsayabilir. Hiçbir tedavi abartılmamalı. Kitabı okurken üzerine en çok düşündüğüm soruları buraya bırakarak sözlerime son veriyorum. Yaşadığım acıyı hastalık yapan ne ya da hastalığın gerçek olması ne anlama gelir? Acılar yaşadığım psişik travmamdan mı yoksa beynimin kimyasından mı kaynaklı? Bir kimyasal tarafından bu kadar değiştirilebiliyorsa benlik ne o zaman?  Ve bir hap hayata dair hislerimi değiştiriyorsa o zaman ben kimim? Depresyon denilen durumu ortadan kaldırmak benliğimin bir parçasını imha etmek anlamına gelir mi? Yoksa depresyon bize kendimizle ilgili önemli bir şey mi söyler? 

edebiyathaber.net (25 Ekim 2023)

Yorum yapın