
Tuğçe Isıyel’in ilk kurgu kitabı Benim Yüzümden, bir novella. Joe Bousquet’ten bir alıntıyla açılıyor kitap: “yaram benden önce vardı; ben onu cisimleştirmek için doğdum.” Bu açılışın ardından bir yaranın hikayesini okumaya başlıyoruz. Yaranın tarihi kuruluyor adım adım. Nasıl açıldı, nasıl derinleşti, üzeri neyle kapandı, hangi anlarda sızladı, nesiller boyu nasıl aktarıldı, sızısına kulak verilmedikçe eylemlerde nasıl hayat buldu… Bu yanıyla kendi yaralarımıza eğilebilmemizin de bir olanağını açıyor aslında kitap. Kendi tarihimizden haberdar olmak önemli, dünden bugüne bedenimizde, zihnimizde taşıdıklarımızla temas etmek önemli. Tuğçe Isıyel’in dediği gibi, “İnsan denilen, dört tarafı geçmişle çevrili etten bir zaman parçası.”
İlk olarak, bir ayrılığın ardından, biten ilişkinin sahnelerine uğruyoruz. Çağrışımlarla açılıyor, çoğalıyor sahneler, ana karakterin biraz mesafe alabildiğini, bu sahneleri dışarıdan seyrederken, içindeyken düştüğü kendini ikna telaşından sıyrıldığını görüyoruz. Daha sonra bir pencere açılıyor; geçmişin bilgisiyle karşılaşıyoruz. Birbirine örülüyor, geçmiş ve şimdi, iç içe geçiyor sahneler, hikâyeler. En sonunda bu örgüye geleceğin de ekleneceğini seziyoruz, ancak bir farkla. Bu defa ana karakter sanki dünyaya fırlatıldığı anda kendisine verilen yumakla, başka örme biçimlerinin de mümkün olabileceğini fark ediyor.
Birbirine ilikli duygulardan bahsediliyor Benim Yüzümden’de. Çocukluğumuzdan bu yana gördüklerimizle, duyduklarımızla bazen de duyamadıklarımızla birbirine bitişen duygular bunlar. Nesiller boyu aktarılan “Çok gülersen çok ağlarsın” cümlesinin mutluluğu korkuya iliklemesi gibi. Yazarın tarifinde bu aktarım, tek cümleyle özetleniyor: “Ömürlerinin sonuna kadar alacaklı kalacaklardı hayattan. Alacaklıydılar çünkü. Ve çok sonradan anlayacaklardı ki, alamadıklarını asla vermeyeceklerdi.”
Kitapta ana karakterin birçok duygusu suçlulukla iliklenmiş, her anın dönemecinde, her cümlenin bitişinde bekliyor suçluluk. Dakikalar önce yaşanan olayı bambaşka algılamasına yol açan gözlükler takıyor sanki karakterin gözlerine. Suçu aklamanın yolu da iyi etmek, iyileştirmek, kurtarmaktan geçiyor. Aslında tüm bu yollar tekrar tekrar aynı sahneye çıkıyor, her kurtarma çabası biraz daha katlıyor sanki suçluluğu, o da yetmiyor kendi haline kalma, kendi isteğine kendi imkanlarınla yer açma çabası da hatalı bulunuyor çünkü tam da buna uygun bir partner seçiyor ana karakter. Kendini gerçekleştiren kehanet diyoruz buna; tekrar tekrar aynı yolu yürüdüğümüzden habersiz, başka kapılara çıkmayı bekleme hali. Çıkamıyoruz tabii. Çünkü aşk diyoruz bu halin adına. Kitapta da tarif edildiği gibi; “İnsan canlısı sanırım bir nevi parazit. Yaşayacağını düşündüğü, umduğu ya da hayal ettiği bir beden bulunca da buna ‘aşk’ diyor belli ki…” Aşkı yüceltmeden aşk acısına, ayrılık acısına alan açıyor, böylece kişiyi kendisiyle tanıştıran bir duyguya dönüşüyor aşk.
Adam Phillips, “İnsanların acı çekmesinin başlıca nedeni yaşamı tutarlı kılma ve bir kalıba sokma çabalarıdır,” der. Bazen bunlar farkında olmadan içinde dolanıp durduğumuz kalıplardır. Sağa sola çarpmamak adına o kalıba sığmanın yollarını arar buluruz, yine bilmeden ve sanki kendiliğinden. Tuğçe Isıyel, ana karakterin içinde dolanıp durduğu ve sürekli aynı cümlenin yankısıyla kulaklarını doldurduğu bu kalıbın içinden çıkma hikayesini anlatıyor sanki. Kalıbın kenarlarına çarpa çarpa, yaraları örten tozu kiri havalandırma ve başka bir ihtimal, belki de “sütlerin artık kokmadığı” bir ihtimalin varlığını duyabilme hikâyesi.
Ursula K. Le Guin, Kadınlar Rüyalar ve Ejderhalar kitabında, “Başkalarının düşünce ve kelimelerinden değil de kendi düşüncelerinden ve kendi iç varlıklarından yola çıkan yazarlar, kaçınılmaz olarak ortak malzemeyle karşılaşacaklardır” der. Bu kitap biraz da kendi derinine bakabilmenin, o derinlikten insan olmaya dair evrensel bir bilgiyle çıkabilmenin bir sonucu sanki. Bu kavrayışın beraberinde de bir dilek uçuruyor havaya yazarımız, onu da bu yazının sonuna ilikleyelim:
“Bana öyle geliyordu ki sevgi kadar güçlü bir duyguyu, içeride tutmak pek de mümkün olmaz, olamaz. Sevgi gürül gürül akar gider, önündeki çerçöpü de kendine rağmen götürür giderken. Sevgi içeride tutulamaz, içeride hareketsiz, havasız bırakılamaz. Sevgi denilen şey havaya muhtaçtır, hava alsın ki daha çok gelişsin. Bu da ancak onu dışarıya çıkararak olur, yani sevgini muhatabına göstererek…”
edebiyathaber.net (10 Nisan 2025)