Başar Başarır’dan insana ve doğaya kıvrak bir bakış | Fatih Çavdar

Eylül 25, 2023

Başar Başarır’dan insana ve doğaya kıvrak bir bakış | Fatih Çavdar

“Tabii köylü dediğin tek bir şey değildir. Onun da zengini olur, fukarası olur. Akıllısı olur, ahmağı olur. Yirmisinin ağacı varsa, ellisinin yoktur. Sıkıyı fukara yer, çalışır, sefayı zengin sürer. Kalu beladan beri aynı masal.”

Başar Başarır, öykülerle kendini sevdirdikten sonra Sibop’la roman yazınına geçiş yapmış, ikinci romanı Dolunay İki Gece Sürer’le adından söz ettirmişti. Bu sonbaharda, Dünyanın Bütün Fıstıkları ile yeniden karşımızda. 

Köylü ile kentliyi, taşra ile merkezi, dağ ile düzü bir araya getiren roman, pek çok açıdan köy romanları geleneğine bir saygı duruşu, öldü bitti sanılana bir hatırlatma ya da yeni moda deyim ile eskilere klas bir gönderme niteliği taşıyor. 

Dünyanın Bütün Fıstıkları, insanlardan ve de aslında hayattan kaçarak Ayvalık’ın yayla köyü Dağyüzü’nde kendini kapatan keyeci Seyfi ile aforoz yemiş eski medya yöneticisi, beyaz yakalının tillahı kardeşi Aksel’in hikayesi. İki kardeşin hayatları daha isimleri konulduğunda belli olmuş gibidir.  Seyfi, annesi tarafından sevilmediğinden olacak, dağ başında, tek göz odada ömür tüketip, oğlunu şehit vermiş modern zaman şamanı, şifacı Meryem Ana’ya evlatlık etmekten memnun, gölgesi bile olmadan ömür tüketmeye razı bir oğlanken, kardeşi olacak Aksel, baba sevgisi görmediğinden tek oğluna babalık, karısına kocalık etmeyi beceremeyen, plaza katlarında kadınlarla fazla mesai yapmayı, dahası büyük patronları gütmeyi iyi bilen şehirli bir çakalın ta kendisi olarak varlar romanda.  

Kardeş Aksel’in karısı, eski bir hikâyenin konusu Vildan’ın, artık tahammülü kalmadığından kocasını getirip Seyfi’nin tek göz kulübesine yıkmasıyla başlıyor hikâye. Bundan sonrası modern bir Truva masalı. Horoz ölür gözü çöplükte kalır misali Aksel’in bitmeyen şeytanlıkları, köylünün kurnazlığı ile birleşince dağın altı üstü birbirine giriyor, insanların içi dışı meydana çıkıveriyor. Bu arada yakası açılmadık babaanne küfürlerini, sandıkların dibinde kalmış tumturaklı deyimleri evirip çevirmesi ile ünlü, zekice mizahı okurun yüzünde hoş gülümseme bırakan Başar Başarır’ın 17 Ağustos’u anlattığı satırlar, madalyonun öbür tarafının da iyi anlatıcısı olabileceğini göstermesi açısından dikkat çekici. Bu bölümdeki dokunaklı satırlar okuyucunun boğazını düğümlerken, tarihin bir vakanın acı vesikası olarak akıllarda kalmaya devam edecek. 

İlk bakışta, birbirlerine zıt iki kardeşin hikâyesi olarak görünen romanı isteyenler böyle okuyabilir elbette. Ancak bu hikâyeyi, defalarca tekrarlanmış Habil ile Kabil anlatılarından biri sanmak hatalı bir yaklaşım olabilir. Evet, yazar daha başlangıçta, insan kişiliğinin dramatik oluşumunu, kişinin içine çocukluktan itibaren gelip yerleşen ruhunun değişmezliğini getirip ortaya koyuyor bir kere. İçinde yaşanılan koşullar, yaşanılan çevre değişse de iyi olan iyi, kötü olan kötü, pasif olan pasif kalmaya devam ediyor hikâye boyunca.  Karakterler, okurun okuduğu şeyin bir kurgu olduğunu ara ara kendine hatırlatmasını gerektirecek kadar gerçekler. Keza tipler de akla başka bir ihtimali getirmeyecek kadar öyleler. Ama bu kadar değil elbette; Sayfalar ilerledikçe, doğanın ülkemize armağan ettiği güzelliklerden nasibini bol bol almış, kuzey Ege’de, yaylanın ve dağın hem yaşama yaşam katan manzarasını hem de yıkım getiren felaketlerinin pastoral anlatımından da zevk aldığınızı fark edeceksiniz. Biraz daha geniş kapsamlı düşününce, gökyüzünden gelen felaketlerin, yer yüzünde insanların kendi elleriyle yaptıklarının sonucu olduğunu idrak ettikten sonra, toplumsal eleştiriler içeren hicivlerle dolu bu hikâye daha derin bir anlam kazanmış olacak. 

Geçmiş öykülerinde ve romanlarında gerçekçi olmakla birlikte, karşıtlar arasında iyi olandan yana tavır aldığını hissettiğim Başar Başarır, Dünyanın Bütün Fıstıkları’yla ülkenin son yirmi yılında iyiye yorulabilecek pek bir şey kalmadığını düşündürttü bana. Yazarın bütün yazınları kronolojik olarak hatırdan geçirildiğinde, her merhalede toplumsal eleştiriye ayırdığı alanın biraz daha genişlediğini fark ediyoruz sanki. Kim bilir belki de ülkemiz, bizlere başkaca bir şey düşünmek için fırsatı vermediği için böyledir. Edebiyatın bir şeyleri değiştirmeye gücü yeter mi, bu anlatım iyi bir şey midir, değil midir bilmiyorum, ama okurken, içimde öylece durduğu halde hiç fark etmemiş olduğum bir ihtiyacın giderildiğini çokça hissettim doğrusu.     

Yaşamla ölüm, iyilikle kötülük, aşk ile dostluk ya da insan için varoluşunun anlaşılmaz önemi gibi köklü sorunların yeryüzünde kıyamete kadar kurcalanıp duracağı ve önemini hiçbir zaman yitirmeyeceğine dair bir hatırlatma olarak okumak da mümkün tabii bu romanı ve aslında her romanı. Ancak Başar Başarır bu hikâyesinde hepsinden farklı olarak, binlerce yıldır sanatta, hayatta ve içimizde derinlere kök salmış, nereye baksak görebileceğimiz, görmesek bile gördüğümüzü sanabileceğimiz bu sorunları karakterlerine bir kez daha derin derin düşündürtmek yerine, şöyle bir üstünden geçip bırakıyor. Böylece, su gibi akıp giden anlatımının kazandırdığı avantajın da yardımıyla, yine bir o kadar eski olan toplumsal sorunların çözümüne götürecek eylemlerimizi düşünürken buluyoruz kendimizi. Her şeye güç yetiren insan zekâsının, kendisinden daha güçsüz olmayan doğa ile boğuşması da kuşkusuz çok eski bir masal. Çevresindeki herkesi manipüle etmeyi iyi bilen Kardeş Aksel, aynı zamanda varlığıyla doğanın bir parçası olan diğer insanlarla olan savaşta da kaybetmeye mahkûm tarafı temsil ederken, şifacı şaman Meryem Ana, insan ile doğa ya da insan ile diğer insanlar arasında var olan kadim yasalara uyulduğunda ruhun yapıcı, iyileştirici, sağaltıcı gücünü gösteren önemli bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Buna karşın hayata aynı yerden bakmayan Aksel, her şeyi bildiğini sansa da yaşamın manevi yönünü hiç düşünmediği için kendi dar, çıkarcı yönelişleri nedeniyle başkalarının değerlerini görmemekte ısrar ederek ve hatta bu değerlerin varlığından kuşkuya düşerek bir çıkar yol bulmaya çalışıyor. Kuşkusuz Meryem Ana gibi insanlar da vardır dünya da Aksel gibiler de. Aksel’in akıl ile çizdiği yol, kaçınılmaz bir yozlaşmaya ve vaktinden önce yok olmaya giderken, Meryem Ana’nın sezgileri iyileşmeye ve hatta Mustafa Dayı gibi fazladan bir süre daha yaşam sürmeye götürüyor. Ne var ki ne kadar fazladan yaşasa da ölüm herkes için kaçınılmaz sondur. Sonuç olarak; yaşamın ölüm karşısında kazanma ihtimali olmadığını bilse de maçı bırakmayacak insanoğlu, iş ki tarafını seçmekte. 

Zamanda gelgitlerle yirmi yıla yayılan iki kardeşin bu hikâyesi aracılığıyla, toplumsal meselelere, memleketin hal ve gidişatına, yer yer sıkıştırdığı halk deyişleriyle birer mim koyuyor yazar. Ben diyeyim Truva Efsanesi, siz deyin Habil ile Kabil hikâyesi; Dünyanın Bütün Fıstıkları, köylü ile kentlinin yarıştığı kurnazlıkta kazananın olmadığı bir modern zaman masalı. Dilerim okuru bol olsun.

edebiyathaber.net (25 Eylül 2023)

Yorum yapın