Denizin dibinde kararan mercanlar | Havanur Taflan

Şubat 16, 2025

Denizin dibinde kararan mercanlar | Havanur Taflan

“Bazen hayat o kadar uzun bir süre dümdüz ilerler ki rotan değiştiğinde kimse fark etmez.

Geçmiş yaşam doludur. Bazen bizi kızdırır, başkaldırtır, bazen de yaralar. O yüzden de onu yok etmek ya da yeniden yaratmak isteriz. Özellikle de yaş almaya başladığımızda… Kafamızın içinde deli divane dönen geçmişin tüm eskizleri… Yaşanmışlıkların tüm o muhasebesi… Tüm yapamadıklarımızın belleğimizin derinliklerindeki çığlıkları… Ama onları susturmak imkânsızdır. Hatırladığımız her şeyin toplamı olan bellek… Onun nankörlüğüne muhtacızdır artık. Keşke onu değiştirme hakkımız olsaydı. O zaman duygularımız ne kadar da farklı olurdu. Beyhude bir hayal bu. Ama tüm yaşanmışlıklarını kurmacanın diliyle değiştirip gerçek olmayanın içine hapsedebilen yazarlar… Galiba belleği değiştirme hakkı sadece onların elinde.   Judith Hermann’ın Birbirimize Her Şeyi Söyleyebilirdik adlı anlatısında yaptığı gibi.

Hermann’ın anlatısı hem o hem de değildir. “Onları öyle yabancılaştırdım ki şeklini bozdum. Artık hiçbir şey doğru değil. Ama yine de hepsi gerçek.” İster bilinçli ister bilinçsiz yapılsın, anlatılan yazılan her şey bir şekilde gerçeklik zırhıyla çevrilidir yine de.  Öykü, her zaman yazanın bildiğinden fazlasını bilir. Kurmacanın gücü buradan gelir zaten. Gerçi gerçek olup olmaması pek de önemli değildir onun için. Önemli olan geçmişindeki o mekânlara kişilere yaptığı yeniden yolculuktur. Yaşanmışlıkların kapısından tekrar dalmak. Tıpkı Carver’ın dediği gibi yazarak eve dönmektir istediği.

Rüyalar için gölgelenmiş bilinç, der Hermann. Belirsiz bir yere doğru kuşku dolu bir yol… Bu hikâyenin başlangıcıdır ona göre. Öykünün merkezi ise meydana gelmeyen, eksik olan, ihmal edilen şeylerdir. “Şeylerin geçip gitmesi gerçeğiyle çok zorlandığını” söyler bir röportajında. Ve yazmanın, zamanın yoluna bir şey koymak en önemlisi de ölümden korunmanın bir yolu olduğunu…

Kitapta büyüdüğü evin kapısını açar. Onun güvenilir olmayan, anlaşılmaz, çocuklar için tehlikeli olarak gördüğü evin… Okuru da misafir olarak davet eder içeriye. Artık herkes bu ortak zeminde, yaşamın dehlizlerinde ama kendi belleklerinin misafirleridir. Kendi sırlarıyla gezinirler. Ona göre bazı şeylerin insana ulaşması uzun sürer. İnsanın kendine ulaşmasındaki zorluktur bunun nedeni. Büyükannesinin sandığını açtığı gibi önüne serdiği bellek tüm gizleri ortaya çıkarır çıkarmasına da… Ama o sandığı açıp içine bakabilmek… İşte zor olan budur. Tüm geri dönüşler kendiyle yalnız kalma isteğinin dışavurumudur. Gerçi eninde sonunda hepimiz farkında olmasak da yalnızlığa mahkûmuz bu hayatta. Turgenyev’in “bir parmak kadar yalnızsınızdır” sözünü alıntılaması da bu yüzdendir.

Düşünüp bir şey bulmak… Ona göre gerçekliğin dışına çıkmak, başka gerçekliğin içine girmek gibidir. Gerçekliğin dışına değil de anlaşılmaz olan gerçekliğin içine girmek ister o. Bir şey anlatmak, soru sormak, yanıt beklemek, tekrar bir soru sormak… Oysa onun evinde ya hiç konuşulmamış ya da sürekli konuşulmuştur. Suskunluk ve dilsizliğin çerçevelediği bir hayat… Ne dinlenilmiş ne de anlatabilmiştir. O yüzden yazmak, hayatın tüm dinlenilmemiş anlaşılmamış olanlarının ortaya serilmesi için bir fırsattır. Geçmişe, olana odaklanmış, olanla ilgilenen bir hayata dönüş… O da tıpkı Annie Ernaux gibi bir daha asla olmayacak ve olamayacağı zamandan bir şeyler kurtarmaya çalışır. Tüm duygulardan, yaşanmışlıklardan, yaşanmamışlıklardan azade hayata tekrar tutunabilmek için.

“İçimde hayatımı zorlaştıran o kadar çok hikâye var ki. Hikâyeleri anlatmak istiyorum ki içinden çıkabileyim ve yoluma devam edebileyim.” 

Belleğindeki arşiv şaşırtır onu. Karıştırdıkça tüm sırlar kalkar ortadan. Ve tartışılacak, dert edinilecek bir şey kalmaz. Açılan kapının o aralık duran kapının gerisinde bekleyen biri onu içeri çekmiştir. Evet, içerdedir artık. Başlangıçtan ne kadar uzaklaşabilirim diye sorar. Tüm yaşadıklarımı unutabilir miyim? Ama yazmak unutmak değil midir zaten?    Yaşadığımız zaman… Hem sürsün isteriz hem de hiç bitmesin. Ama yaşamın döngüsü elimizden hem zamanı alır hem de yaşanmışlıkları… Mutluluk ise hep geleceğe saklanmış gibi gelse de göz kırpar geçmişten.

Her öykü bir hayaleti anlatır. Öykünün sonu karanlık bir kara deliktir. Ama böyle olmak zorunda mıdır? Yazarın Küçük Mercanlar adlı öyküsündeki kadın kahramanının mutsuzluğu… Su altındaki dipsiz kuytudaki o mutsuzluk… Yaşanmış ve bitmiştir. Ama… Kafamızda bir soru dönüp durur; birbirimize her şeyi söyleyebildik mi? Gerçi Hermann yazarak söyler her şeyi…

İçimizde bizi biz yapan bir kütüphane, görüntülerden ve anılardan oluşan bir koleksiyon olduğunu hatırlatır bize. Peki, anlatamadıktan göstermedikten sonra ne anlamı vardır tüm bunların.

“Var olan tek şey şu an yaşadığın deneyimdir, buna yönelik her açıklama uydurulmuş bir açıklamadır ve ancak sen dile getirdiğinde var olur.”

Kırmızı mercan bileziğin hikâyesini sevgilisine bir türlü anlatamayan kadın sonunda konuşur;

“Deniz dibinde fazla kalırsa mercanların karardığını bilirsin” dedim ona. ”Anlatmak istediğim hikâye buydu.” dedim ama sevgilim artık beni duymadı.

Kaynak:

Judıth Hermann Yaz Evi, Daha Sonra, Çev. İlknur Özdemir, Sia Yayınları

Judıth Hermann, Birbirimize Her Şeyi Söyleyebilirdik, Çev. İlknur Özdemir, Sia Yayınları

https://www.theguardian.com/books/2011/aug/26/judith-hermann-edinburgh-intenrational-book-festival

Yorum yapın