Bir yazarın inancı | Hülya Soyşekerci

Aralık 24, 2013

Bir yazarın inancı | Hülya Soyşekerci

266_smallEdebiyatla yakından ilgilenen okurlar ve yazar adayları, yaşamdan ve düşlerden süzülenleri kendi dil dünyası içinde özgün eserlere dönüştüren yaratıcı yazarların yazma süreçlerine, edebiyata ve yaşama dair düşüncelerine heyecanla karışık güçlü bir merak duyarlar. Bu merak, onları öykü, roman gibi türlerin yanı sıra yazmaya dair başucu kitaplarını da okumaya yönlendirir. Yazmak eylemine odaklı bu kitaplar, edebiyat sanatının uçsuz bucaksız gizeminden bir kısmını okura aktardığı gibi, yazarın yaratma sancılarına, iç çelişki ve karmaşalarına da dikkat çekerek yazmanın her şeyden önce yaşama, yazıya, edebiyata ve geleceğe duyulan inanç üzerinde temellendiğini gösterir.

Yazmaya yeni başlayanlar için ufuk açıcı nitelikteki bu tarz kitaplardan biri Amerikalı yazar Joyce Carol Oates’ın Bir Yazarın İnancı adıyla dilimize çevrilen ve Yaşam, Zanaat, Sanat alt başlığıyla sunulan denemeler toplamı. Önsözde, yazmanın yalnızlığı en çok seven sanat  olduğunu belirten Oates, Neden yazıyoruz? Neden okuyoruz? gibi asli sorularla insandaki metafor güdüsünün temellerine inmek istiyor ve yazarlarla okurların metaforik bir karşı -dünya yaratmak için dünyadan elini eteğini çekme eylemini anlama çabası içine giriyor. Sanatsal güzelliğin apaçık bir yarar sağlamadığı ve belirgin bir kültürel gereksinme olmadığı halde, uygarlığın güzellik olmadan ilerleyemediğinin altını çiziyor. Kitabın özünün doğmalara dayanmayan geçici bir anlama sahip olduğunu; yazma sürecinden çok yazar olma durumunun tedirginliği, değişkenliği hakkında kaleme alındığını ifade ediyor. Önsözden sonra yazar olarak inancını tek sayfada sanatsal bildiri halinde sunan Oates, sanatın insan ruhunun en yüce ifadesi olduğuna; yazarların kısa ömürlü ve gelip geçici olanı aşmayı arzuladığına inandığını belirtiyor.


 Andrè Gide’in “Sanatçının bir tek şeye ihtiyacı vardır; anahtarı yalnızca kendisinde olan özel bir dünyaya.” sözünü anan Oates, Alice’in geçtiği ‘öteki’ boyutun, tek bireyin erişebileceği bir karşı- dünya olduğunu belirtiyor. Bu karşı- dünyanın hem gerçek dünyayı yansıttığını hem de onu çarpıttığını dile getirerek sözlerini şöyle sürdürüyor: “Orada hem kendinizsiniz hem de kendiniz değilsiniz. Bu, sanatsal yaratının en temel gerçeğidir.” Birçok yazar gibi Oates’ı da bu çocukluk okumaları büyütmüştür.Sonraki bölümde Joyce Carol Oates’ın ‘yazan özne’ olarak varoluş serüvenini; yazarlık ve yaratım yolculuğundaki aşamalarını öğreniyoruz. “Yazmak hatırlamaktır” diyen Oates, kendi dünyasını şekillendiren çocukluk anılarına götürüyor bizleri. ABD’de, uzak bir kırsalda sessizlik ve doğanın büyüsü içinde geçirdiği çocukluğu Oates’a yaratıcı düşlerin kapısını aralar. Daha o yaşlarda sessizlik ve tek başınalığı seven, kendine özgü dünyalar kuran bir çocuktur. Çocukluk çağının imgeleri, sonraki yıllarda öykü ve roman kurgularında harekete geçerek yepyeni esinlenmelerin rüzgârlarını taşıyacaktır ona. Düşlere açılan ilk okuma deneyimlerini okul kütüphanesinde kazandığını anlatan Oates, babasının kitapları arasında Edgar Allen Poe’yu keşfettiğini, Poe’nun kurmacalarından derinden etkilendiğini içtenlikle belirtir ve insanlığın binlerce yıl öncesinden başlayan gerçeküstü, hayali, destansı, fantastik yaratımlarının kaynağını çocuksu bir keşif ve merak duygusuyla araştırdığını ifade eder. Alice Harikalar Ülkesinde ve Aynanın İçindekiler adlı masallar da kendisine farklı bakış açısı ve görme biçimi kazandırır. Oates için unutulmaz bir çocukluk okumasıdır bu; Alice’le özdeşleşerek düşlere dalar, iki kitabı kısa sürede ezberler. Başka bir perspektiften baktığı o anlarda düş ile gerçek arasında kurulan salıncaktaymış gibi içi sevinç ve heyecanlı bir ürperişle dolar.

Bir Yazar-n -nanc-

Genç Yazara başlıklı deneme, “yüreğinizi yazıya dökün” cümlesiyle başlıyor. Tutkulu biçimde yazmayı öneren Oates, sanatta karanlık yanlarımızı harekete geçirmenin önemini vurgulayarak “saklı kalmış benliğinizle ya da benliklerinizle mücadeleniz sanatınıza yol verir.” diyor ve zor anlaşılan bu dürtüler olmadığında esaslı şeyler yaratmanın olanaksızlığını dile getiriyor. Koşmak ve Yazmak başlığı altında, koşmak ile yazmak eylemi arasındaki paralelliğe dikkat çeken Oates “Düş gören zihin genellikle bedensizdir, tuhaf bir hareket gücü vardır, en azından kendi deneyimlerime göre, yer boyunca ya da gökyüzünde koşar, süzülür veya uçar.” sözleriyle dillendiriyor duygu ve sezgilerini.

Yazmakla görmek arasındaki ilişkiye de işaret eden Oates, imgenin, hayalin düzyazı kurgusundaki önemini vurguluyor. Metnin iç sesine, ritmine kulak vermenin yapıtı dil ve edebiyat estetiği açısından üst noktalara taşıdığını belirtiyor. Yazmaya başlamanın, dilin müziğinden, gizemli seslerinden, sözcüklerin gücünden büyülenmenin ötesinde, genel söylemin altında yatan gizli anlamları kavrayışla gerçekleştiğini, sadece yazarlar aracılığıyla dile getirilen o sözle anlatılamaz olanı kavrayışın, insanı yazmaya başlatan güç olduğunu ifade ediyor.

Bütün sanat türlerinin bir çeşit keşfetme ve sınırları aşma olduğunu belirten Oates’ın gösterdiği yol üzerinde, dönemler boyunca yazarların edebiyat sanatına, geleceğe, güzelliğin sonsuz gizemine duyduğu güçlü inanca yakından tanık oluyor; yaratma sürecinin ancak bu inançla şekillendiğini görüyoruz. Oates, yazarların dünyalarına ışık tutma çabasını, onların doğrudan, içten ve dolayımsız olarak kendilerini ifade ettikleri günceleri, mektupları, söyleşileri üzerinden gerçekleştiriyor. Ayrıca biyografik yapıtlardan da yararlanıyor. Birinci elden anlatımlarda yazarların ruhlarındaki tedirginliklerini, kırılganlıklarını, güven ve güvensizlik duygularını, iç çelişkilerini, yazma/yaratma sancılarını okuyor; yaratıcı yazarlığın varoluşsal ipuçlarına ulaşıyoruz. Oates özellikle Virginia Woolf’un günlüklerine ayna tutuyor. Ayrıca Henry James, Çehov, Plath gibi yazarların ruhsal derinliklerini, güncelerinden aktarılan anlatımlarla sezme ve yorumlama olanağı bulabiliyoruz. Oates, başarısızlığın yazarda çoğu zaman olağanüstü bir etki yarattığını, âdeta onu kamçıladığını, başta James Joyce olmak üzere birçok yazarın yaşamından örneklemelerle gösteriyor bizlere.

İki tarz yazmadan söz ediyor Oates; biri tasarlayarak, inşa ederek yazma, öteki ise kendini tamamen metnin akışına bırakarak yazma. Her tarzdan ilginç örnekler sunan yazar,  metni oluştururken bilinçaltının eşsiz gücünün bizi gitmeyi arzu ettiğimiz yere değil de kendi gideceği yere götürmesi olduğunu belirtiyor.

Yazmanın sanat olduğu kadar zanaat yanını da gösteren ve başarılı yapıtların ancak planlı, sıkı ve disiplinli okuma, çalışma eylemiyle gerçekleşebildiğini, kendisi ve başka yazarların çeşitli deneyimleri üzerinden anlatan Oates, esinlenme, enerji, hatta dehanın sanat yapmak için nadiren yeterli olduğuna dikkat çekiyor. Kurmaca düzyazının aynı zamanda bir zanaat olduğunu ve bu zanaatın öğrenilmesi gerektiğini önemle vurguluyor. Edebiyat dönemlerinden yazar ve yapıt örnekleriyle, ‘okuma-etkilenme-dönüştürme-kendi tarzını yaratma’ süreçlerine odaklanmamızı sağlıyor. Farklı okumalar, heyecanlar ve sezgilerin genç yazara ışık tutacağını belirterek, mesela-Çehov’un metinlerinden hareketle ‘en kusursuz sanatın belki de sanatı büsbütün gizleyen sanat’ olduğunu görebileceklerini ifade ediyor. Oates, yazar özeleştirisi, yazar körlüğü, yazar egosu, yazar odası gibi başka maddelere geçerek yazma süreçlerinde yazara göre değişen yönsemeler, ilgiler ve eğilimlere işaret ediyor.

Bir Yazarın İnancı, yazmak eylemi ve yazarlık durumunun yoğun anlamlarıyla örülen, farklı yorumlarla derinleşen; okuma keyfini, düşleri ve yazma heyecanını çoğaltan bir denemeler toplamı. Dilin büyülü dokusu içinde başka dünyalar kurmak isteyenlere…

Hülya Soyşekerci – edebiyathabernet. (24 Aralık 2013)

Yorum yapın