Bir başkaydı Köhne’de geçen günlerimiz | Metin Celâl

Ağustos 6, 2025

Bir başkaydı Köhne’de geçen günlerimiz | Metin Celâl

Köhne, bizim evden yürüyerek beş dakika mesafedeydi ama gidemezdim. Zira 70’li yılların sonuydu, gençlik hareketleri sokaklara, mahallelere yayılmıştı ve Köhne’nin bulunduğu Kalamış ülkücülerin kontrolündeydi. Bizim mahalle, Kızıltoprak da devrimciydi. Kalamış caddesinde, Köhne’ye sapılan köşede ünlü Todori Lokantası, onun hemen yanında da muhtarlık binası vardı ve ülkücülerin muhtardan destek aldığı, hatta muhtarın binasını üs olarak kullandıkları, oradan geçen devrimci gençlere saldırdıkları söylenirdi. Saldırıya uğramış bazı arkadaşları da anımsıyorum.

1978 ya da 1979 olmalı. Kızıltoprak tren istasyonunda “Çufçuf” denilen çay bahçesine takılırdık. Devrimci arkadaşlarla bir sohbetimizde Kalamış’ın kurtarıldığını, artık o bölgeye rahatça gidebileceğimizi ve Todori’nin hemen altında bir çay bahçesi olduğunu, gençlerin oraya takıldığını söylemişlerdi.

Todori’nin yanındaki sokağa girip denize doğru biraz yürüyünce sağda yelken kulübü, kanalizasyon olduğu pis kokusundan belli bir derecik ve solda da sözü edilen çay bahçesi vardı; Köhne. Adına uygun köhne bir bina ve önündeki sahile atılmış çoğu kırık dökük sandalye ve masalardan oluşuyordu bu çay bahçesi.

Çay bahçesinin hemen önünde de eskiden Kalamış İskelesi bulunuyormuş, bizim gittiğimiz zamanlar tahta bir iskele vardı diye anımsıyorum. İstanbul’un denizden ulaşım yapılan ilk iskelelerindenmiş. Ada vapurları, Galata İskelesi’nden kalkan Bostancı yönüne giden vapurlar uğrarmış. Zaten Kurbağlıdere’den Fenerbahçe Koyu’na kadar buralar biz çocukken plajdı ama 70’lerin başında müstakil evler yıkılıp apartmanlar yapılırken deniz hızla kirletildi ve plajlar kapandı.

Kalamış Çay Bahçesi

Köhne özellikle mahallemizin müzisyenleri Mazhar, Fuat ve Özkan’ın takıldığı mekan olarak bilinir ve onların vesilesi ile birçok müzisyenin de buraya geldiği söylenir ama bizim onlarla pek ilgimiz yoktu. Mazhar’ı ve Özkan’ı ise daha eskilerden anımsıyorum çünkü yine o zamanlar çok bol olan yazlık sinemalar rekabete girdiğinde, daha çok seyirci çekmek için film öncesi konserler konulmaya başlanmıştı ve onları Kalamış Sahil Sineması’nda izlemiş, sonrada televizyonda Ajda Pekkan’a eşlik ederken görmüştük. Mahallemizden gençlerin Türkiye’nin en ünlü şarkıcılarından birine eşlik etmiş olması tabii ki olay olmuş, günlerce konuşulmuştu. Köhne’ye takıldıkları günlerde de artık TRT’nin tek kanalında programlara çıkıyorlardı ve sanırım İzzet Öz’ün programında İpucu Beşlisi olarak tanınmışlardı. Zaten “Heyecanlı” adlı şarkılarıyla da meşhur olmuşlardı.   

Gençlik çağlarında kolayca tanışıp arkadaş olabiliyorduk. Samimiyet de hızlı ilerliyordu. Köhne’den ilk aklıma gelenler Sadık Türksavaş, İhtiyar Erkan (Şimşek), Felsefeci şair abimiz Yılmaz Öner, Orhan Alkaya, Nilgün Marmara… Güzel bir yazıyla anıları yad etmeme vesile olan Taner Ay’la zaten önceden tanışıyorduk (“Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan, âh Kalamış’tan” – Taner Ay ). Köhne’yi kim kime tavsiye etti anımsamıyorum. Aynı yıl liseyi bitirip girdiğim Şişli Siyasal’da tanışacağım Cezmi Ersöz’de sürekli takılanlardandı. Daha birçok arkadaş vardı ya da herkes arkadaşını diğerleriyle tanıştırıyordu.

Köhne, çok sayıda edebiyat meraklısı ya da yazar adayı takılsa da bir edebiyat mahfili değildi ama kültür mahfili olmaya adaydı. Hemen her konuda bilgi sahibi arkadaşlarımız vardı. Bolca siyaset konuşulurdu ama derin felsefe ya da mitoloji tartışmaları yapıldığı da olurdu. Sadık, jeoloji mühendisliği eğitimi almıştı ama ilgi alanı mitoloji ve felsefeydi. O konularda konuşmayı severdi. İhtiyar Erkan’ın iyi keman çaldığı, Bizans müziği seslendirdiği söylenirdi ama hiç dinlememiştik. Erkan’ı daha sonra Bodrum’da çaldığı mekanda dinleyecektim. 

Bazen sohbetler öyle uzardı ki eğer aramızda para toplayabilmişsek votka, şarap ya da bira alıp sohbete evlerde devam ederdik. Sadık’ın evi Köhne’ye çok yakındı.. Sadık annesiyle yaşıyordu ve “Gaddar Mualla” diye andığı annesi eve bu tür arkadaş ziyaretlerinden pek memnun olmadığı için genellikle kapıyı açmazdı. Sadık da eve girmek için başka yol ve yöntemler bulurdu. O öğleden sonra da onlara gitmiştik. Ama eve girme macerası sırasında Sadık’la Köhne’de yeni tanışan Taner’i unutmuşuz. Haklı olarak içerlemiş ama yanlış kişiye içerlemiş, bizim eve gittiğimizi sanmış ve “Metin yeni tanıştığı kişileri görünce beni unuttu” diye kızmış. Neyse ki küsmedi, bir dahaki karşılaşmamızda sitem etti. Ben de evin benim değil Sadık’ın olduğunu söyledim.

Felsefeci şair Yılmaz Öner, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde ve Almanya’da Göttingen Üniversitesi’nde matematik ve fizik öğrenimi görmüş. Bilim tarihi ve felsefesi çalışmış. Kuramsal kitapların yanı sıra edebiyat çevirileri de yapmış. Oxford Üniversitesi’nde ve Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde bilim tarihi ve felsefe konulu konferanslar vermiş. ama az ve öz yayınlayan bir yazardı. “Şiirin Lüzumu Yok!” adlı tek şiir kitabı 1982’de yayınlandı.

O da yakında otururdu ama onunla evine gittiğimiz hiç anımsamıyorum. Yılmaz Abi benim meyhaneleri tanımama vesile olmuştur. Bazı öğleden sonraları, akşamüstleri “Haydi meyhaneye gidelim” diyerek bizi alır, Beyoğlu’na Yakup’a götürürdü. Yakup o zaman Yakup 2 olmamış, Sofyalı Sokakta, sonradan amcası Refik’in devir alacağı küçük dükkandaydı.

Yılmaz ağabey, 1928 doğumluymuş. Ben 1961 doğumluyum. Aramızda 33 yaş varmış ama yaşıt arkadaşlar gibi sohbet ederdi bizle. Tartışmayı seven bir yapıdaydı. Olasılık teorisini de, Türkiye ABD mandası ne olurdu gibi tarih konularını da tartıştığımızı anımsıyorum.

1980, 12 Eylül’de Askeri darbe olmuş. Birkaç gün sonra, bir gece Köhne’de buluşmuşuz. Masada Taner Ay da var. Konu birden darbeye geldi ve Yılmaz Abi bağırarak cuntacı generallere adlarıyla sövmeye başladı. Bende şafak attı, çünkü Köhne’nin kapısında sürekli bir askeri araç duruyordu ve içeride bize kulak misafiri olmuş sivillerin olması büyük bir ihtimaldi. Yılmaz Abi’yi durum konusunda uyardık, sesini alçaltmasını rica ettik. Bize kızdı ve daha da gür bir sesle konuşmaya devam etti. Sakinleşince de neden böyle davrandığını açıkladı. Çevrede siviller olduğunu bildiğini, onlar doğru duysunlar, doğru kaydetsinler diye özellikle bağırarak konuştuğunu, söylemediği şeylerden sorguya çekilmek istemediğini anlatmıştı. Birkaç ay sonra Ankara’da Set Kafeterya’da Attilâ İlhan’ın aynı şekilde “doğru kaydetsinler” diye yüksek sesle konuştuğuna şahit olacaktım. Eski tüfeklerin bir bildikleri varmış demek ki.

Nilgün Marmara da Kızıltoprak’ta oturanlardandı. Genellikle öğleden sonra, akşamüstü buluşulurdu ama evlerimiz yakın olduğu için günün erken saatlerinde de Köhne’ye gittiğimiz olurdu. O saatlerde Köhne tenha olurdu. Nilgün’le komşu masalarda kitaplarımızı okurken arada okuduklarımız hakkında usul usul sohbet ettiğimiz günleri anımsıyorum. Şiir yazdığını da bu sohbetlerimizde öğrenmiştim. Biz de dergiler yayınlıyorduk. Şiirlerini yayınlayalım dedim ama yayınlama konusunda isteksizdi. “Şiir vermiyorsun madem, bari bize şiir çevir” deyince herhalde kırmamak için Allen Ginsberg’den birkaç şiir çevirmişti. Ama çevirmen olarak adının yazılmasını istememişti. 

Orhan Alkaya ve Fehmi Yaşar İstanbul Şehir Tiyatroları’nda oyuncuydu. Ne yapıyorlar, ne oynuyorlar diye merak ediyordum. Bir gün Orhan “Bu hafta Kadıköy Halk Eğitim’de oynuyoruz” deyince, bir çarşamba öğlen matinesine rol aldığı oyunu izlemeye gitmiştim. “Amerikan Futbolu” adlı bir oyundu. Fehmi Yaşar da oyunun yönetmeni olabilir, öyle aklımda kalmış. O zamanlarda da seyirci adap bilmezdi. Orhan’ın bir tiradının da olduğu önemli bir sahne oynanırken birileri balkonda sürekli içeri girip çıkıyor ve onlar girdikçe de kapı “küt.. küüüttt” diye çarpıyordu. Orhan, tiradı yarıda kesmiş, balkondakilere zılgıtı çektikten sonra sanki hiç dikkati dağılmamış gibi kaldığı yerden oynamaya devam etmişti.

Darbeciler 1402 sayılı yasayı bahane edip İBB’de görevli 133 arkadaşıyla birlikte Orhan’ı ve Fehmi’yi Şehir Tiyatroları’ndan attılar ve Orhan ancak 1989’da görevine dönebildi. Şehir Tiyatroları’nda işine son verilen personel listesinde Erdal Özyağcılar, Mustafa Alabora, Başar Sabuncu, Celile Toyon Uysal, Ali Taygun, Güngör Dilmen, Macit Koper, Zihni Küçümen, Bilge Zobu, Beklan Algan, Hikmet Karagöz, Oktay Sözbir, Gökhan Mete, Engin Noyan, Ragıp Yavuz, Haşmet Zeybek, Hayati Asılyazıcı, Haldun Ergüvenç, Ersan Uysal ve Feyza Zeybek bulunuyormuş. (12 Eylül darbesi sanatçılara da iş kıyımı yapmıştı: Cumhuriyet dönemin gizli belgesine ulaştı – Son Dakika Siyaset Haberleri | Cumhuriyet)

Yıl 1981 olmalı. Öğle saatleri, Taner Ay’la Köhne’de oturuyoruz. Taner o sıralar sinema eleştirmeni. Sıkı eleştiriler yazıyor. Fehmi yazdığı senaryoyu okuyup eleştirmesi için Taner’e vermiş. Biz Taner’le otururken geldi. Fehmi’nin kaleme aldığı “Faize Hücum”un senaryosu hakkında konuştular. Taner eleştirilerini söyledi. Fehmi, bana “sen de senaryoyu okur musun,” dedi. “Hiç anlamam” dedim ama metni de aldım. Hatta onlar sohbete devam ederken de hızlıca göz attım. O günlerde yaşanan banker felaketini anımsatan etkileyici bir konusu vardı. Neler söyledim anımsamıyorum. Senaryo 1982’de filme çekildi. Zeki Ökten’in yönettiği, Genco Erkal’ın başrolünde oynadığı film çok beğenilmiş, çok seyredilmiş, birçok da ödül almıştı.

1982’de Kalmış Koyu, park yapacağız bahnesi ile doldurulmuş. Köhne sanıyorum o sırada yıkıldı. Biz de buluşacak yeni mekanlar aradık. Önce kısa bir süre Bostancı sahildeki çay bahçesine, sonra da Rumeli Hisar’ında Ali Baba!nın çay bahçesine düştü yolumuz.

Yorum yapın