Bir başkaldırıya ihtiyacımız var | Havanur Taflan

Eylül 1, 2023

Bir başkaldırıya ihtiyacımız var | Havanur Taflan

Biz insanlar çıkmaz sokağa girdik.

Achille Mbembe

Bugün dijital konfor alanına kurulmuş tıpkı Narcissus gibi akılı telefonlarımızdan kendimizi izliyor like’larla yaşıyoruz hepimiz. Sürekli kıyaslanma kültürü içinde kabul görmek için aynılığın içine dâhil olup aynının sonsuz ve yeniden üretimine hizmet ediyoruz. Küresel iletişim sadece aynılara izin veriyor çünkü. Byung-Chul Han’a göre ötekiyi kaybettik. Başkanın, olumsuzun uzaklara sürüldüğü yerde, sınırın çekilebileceği nirengi noktasını da… Kendimize yabancılaştık. Kendi ihtiyaçlarımız diye algıladıklarımız bile bize ait değil. Üretici firmaların reklamlarını yapıyor ve kendimizi meta olarak pazarlıyoruz. Hem de gönüllü olarak… Tüm bunları ödemek için harcadığımız o zaman… Yaşamdan çaldığımız… Ama yine de hiç doymuyor ve içsel bir boşluk içinde kıvranıp duruyoruz.  Bu aşırı iletişim ve aşırı tüketim… En önemlisi de her şeye izin verme ve her şeyi olumlama isteğimiz bizi hasta ediyor diyor Han. 

Ne söylenirse söylensin bilgi dünyayı aydınlatmıyor artık. Kültür, sadakat ve bağlılık… Onlar çoktan unutulmuşlar kervanına katıldı bile. Gerçek temasın ve ilişkilerin yerini akıllı telefondaki parmak dokunuşumuza bıraktık. Başkalarıyla karşılaşmadan arkadaş ve takipçi biriktiriyoruz.  Kısa, bedensiz deneyimsiz bir yaşam bu… Var olmayan ve kalıcı olmayan… Sosyal mecra içerisinde kendimizi ortaya dökme, fikirlerimizi, hislerimizi, ilişkilerimizi, yaşantılarımızı adım adım ve hatta hiç çekinmeden sergileme istekliliğimiz… O kadar çok fazla bilgi saçıyoruz ki kendimiz hakkında… Kontrol altında tutulan bir kitleye dönüştük. “Akıllı telefon yalnızca etkili bir gözetleme aygıtı değil; aynı zamanda gezici bir günah çıkarma kabini. Facebook, Dijitalin kilisesi; küresel sinagog…” 

Dijital iletişim, hızlanmak için mesafeleri ortadan kaldırdı kaldırmasına da bizi de aynılığın içine hapsetti. Dünya aynının cehennemi artık… Kendi sesimizi duymuyor, depresif halde her türlü bağdan kopmuş ve yerçekimsiz dolanıp duruyoruz. Köle olduğumuzun ayırdına varmadan… Sürekli çalışıp sisteme hizmet ederken kendi ölümümüze hazırlık yapıyoruz. Kamerunlu filozof Achille Mbembe’nın dediği gibi hamster çarkında perişan halde koşan özneleriz hepimiz.

Evcilleştirdiğiniz şeyden sonsuza

kadar sorumlu olursunuz.

Gülünüzden siz sorumlusunuz.

Küçük Prens

Panoptikon, İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham’ın 1785’de tasarlamış olduğu hapishane inşa modeli. Hücrede güvenli bir şekilde hapsedilen her mahkûm daima görülebildiği ve her an gözetlenmeseler de gözetleniyormuş hissiyle hareket ettikleri… Günümüzde ise yerkürenin tamamı Panoptikon olmuş durumda. Ne yaptığımızı, nerede olduğumuzu ve ne düşündüğümüzü bilen bir sistemin içerisindeyiz çünkü. Bentham’ın hapishanesinden tek farkı ise hepimizin gönüllü olması… 

Büyük Birader Seni Gözetliyor.

George Orwell

Kierkegaard’a göre; kendi “ben”ini keşfetmek her insanın asli görevidir. Ancak her insan doğasından ileri gelen durumu içselleştirip birey olamayabilir. Bu noktada insanın özgürlüğünün önemi ortaya çıkar. Ve “özgürlük” kavramı  “insan nedir?” sorusunun sorulduğu her yerde gündeme gelir. Ama bugün özgürlükten, özgürlüğümüzden bahsedemiyor; bir yanılsama içinde kendimizi kandırıyoruz. İnsan varoluşu gerçekleştirme yolunda uğruna yaşamaya değer bir neden bulan birey değil miydi? Yoksa kendi kendimizi mi kandırdık? Zaten bunun için kendi biricikliğimizin farkına varıp, bu farkındalık ile sıradanlıktan kurtulmamız gerekli. Fakat bugün yaşadığımız aynılığın cehenneminde imkânsız bu. 

Neoliberalizm yaratıcısı Alexander Rüstow, neoliberalizm yasalarına terk edilen toplumun iyice insanlıktan çıkacağını ve toplumsal çatlaklar üreteceğini görmüş olmalı ki toplumsal dayanışmayı teşvik etmişti. Bu yaşam politikası desteği olmadığında da neoliberalizmin milliyetçi ve ırkçı güçler tarafından kolayca etki altına alınabileceğini, korkuyla yönlendirilen, güvencesiz kitlelerin ortaya çıkacağını söylemişti. Bugünden baktığımızda bunun gerçekleştiğini görüyoruz. Han, neoliberalizmi özgürlüğün sömürüldüğü bir sistem olarak değerlendiriyor. Bu sistemin devamlı olarak daha verimli olmak istediğini ve bunun için dış sömürüden iç sömürüye vites değiştirdiğini söylüyor. Yaşadığımız bu çağ Orta Çağ feodalizminden farksız aslında. Facebook’un dijital feodal efendileri bize arsa veriyorlar. Ve bu arsayı delicesine işletiyoruz. Sonunda feodal efendiler gelip hasatı topluyorlar. O kadar verimli ki bu sistem… Üstelik hiçbir karşı protesto da yok… Özgürlük kisvesi altında kendi kendimizi sömürdüğümüzün bile farkında değiliz. Zaten hiçbir şeyde riske girmiyor, ne yaralanmak ne de yaralamak istiyoruz.

John Fowles’a göre insan; modern toplumlar tarafından beyni yıkanmış ve sahiplenmenin, sahiplenilmekten daha zevkli olduğuna inandırılmış açgözlü yaratık. Sürekli yeni nesneler, yeni türler ve deneyimler arama gereksinimi ve dürtüsü olan… Bugün ise; ne deneyim ne de dürtü var bizde. Önemli olan tek şey kısa vadeli etki… Fransız yazar Michel Butor’a göre edebiyat bile artık yeni bir dil oluşturma yetisine sahip değil. “Son on ya da yirmi yıldır edebiyatta hiçbir şey olmuyor. Çok sayıda yeni yayın var ama ruhsal bir duraklama söz konusu. Bunun nedeni iletişimin krizi. Yeni iletişim araçları hayranlık uyandırıcı ama dehşetli bir gürültü çıkarıyor.”

Anıları takip etmeden yığınla veriyi istifleyip duruyoruz. Hayata anlam veren anlatı, reklamla kol kola gezinip duruyor. Pusuda bekleyen kapitalizm ise; anlatıyı sahiplenip hikâyelerimizi satıyor. Hikâye anlatmak hikâye satmak demek çünkü. Anlatılar topluluğu meydana getirirdi oysa. Ama sistem izin vermiyor artık. Çünkü tüketicilerden oluşan topluluk onun istediği… Anlatının ruhu da zaten bilgi seli içinde boğulmuş bir halde. Dünyada değil, Bulutta ve Google Earth’te yaşıyoruz.  Dünyaya bakmayan gözlerimiz, hoşumuza gidenlerle dolu bir göz ziyafeti sunan Windows penceresinin ardından bakıyor. Hala birbirleriyle barışmamış uzlaşmamış toplumlarda yaşıyoruz. Çünkü evrensel akıl yoksunuyuz. Kafka, Milena’ya yazdığı mektubunda “yazılı öpücükler yerine ulaşmaz yolda hayaletler tarafından yutulur” diye yazmıştı. Şimdi ise mektuplardan daha bedensiz olan dijital araçlara mahkûmuz. 

Senin gibi olsaydım. Benim gibi olsaydın.

Durmaz mıydık bir Alize rüzgârı altında?

Ama birbirimize yabancıyız.

Paul Celan

Sessizlik içinde gerçekleştirilen bir keşif seferi düşünmek. Maruz kaldığımız dijitalin o gürültülü sesi… Oysa sessizliğe ihtiyacımız var. Kim olduğumuzu hatırlamak, günümüzün stresine, tükenmişliğine, bitkinliğine ve giderek büyüyen narsisizmine son vermek için… Bunun için felsefeye, bir yapmama zamanına, barış zamanına ihtiyacımızın olduğunu söylüyor Han. Yani “yapmamayı tercih ederim” diyen Kâtip Bartleby gibi bir başkaldırıya…

Kaynak;

Byung-Chul Han, Ötekini Kovmak, Çev. Mustafa Özdemir, Ketebe Yayınları

https://www.bcatimes.com/filozof-byung-chul-han-roportaji/

https://artreview.com/byung-chul-han-how-objects-lost-their-magic/

John Fowles, Ağaçlar, Çev. Süha Sertabiboğlu, Ayrıntı Yayınları

edebiyathaber.net (1 Eylül 2023)

Yorum yapın