Bihter Sabanoğlu: “Romanda İstanbul’u bir sanat eseri gibi ele aldım.”

Nisan 14, 2022

Bihter Sabanoğlu: “Romanda İstanbul’u bir sanat eseri gibi ele aldım.”

Söyleşi: Serkan Parlak

Bihter Sabanoğlu’yla Edisyon Kitap etiketiyle okurla buluşan ilk romanı “Şüpheli Şeylerin Keşfi” hakkında konuştuk.

Bihter Hanım, ilk romanınız “Şüpheli Şeylerin Keşfi” 2022’nin ilk günlerinde Edisyon Kitap aracılığıyla okurla buluştu. Kurmaca türlerle ilişkiniz, yazma serüveniniz ve ilk romanınızın yayımlanma sürecini anlatabilir misiniz?

Uzun zamandır sanat tarihi, edebiyat, çağdaş sanat gibi konularda yazılar yazıyorum. Bağımsız araştırmalarımı da Manifold, Art Unlimited, Toplumsal Tarih, Sanat Kritik gibi mecralarda yayımlıyorum. Şüpheli Şeylerin Keşfi ilk kurgum. Esasında romanın ana çatısını oluşturan fikir bundan yaklaşık on sene önce, Paris’te aldığım Bizans sanatı eğitimi sırasında oluşmuştu. Ama bazı fikirlerin demlenmesi gerekiyor sanırım. Yıllar içinde yavaş yavaş hem hikâye hem karakterler gelişti.  Son üç senemi de romanı yazmaya ayırdım. Kurgu çok daha fazla öznellik, açıklık, dürüstlük gerektiriyor. Karakterlere, olay örgüsüne otobiyografik öğeler katarken buluyorsunuz kendinizi. Yüzleşmediğiniz her travma, her duygu su yüzüne çıkabiliyor, belki de bu yüzden daha genç yaşlarda roman yazamadım. Süreç olarak kurgu dışı yazılarla karşılaştırılamayacak, sarsıcı bir deneyim. 

Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da romanınıza başlarken ilham kaynaklarınız neler oldu? Romanınızın taslaklarını, başlangıcını ve sonunu nasıl yazdınız, adını belirlemekte zorlandınız mı?

Adını belirlemekte zorlanmadım. İlk kez çocukken işittiğim ve Kâtip Çelebi’nin bir eserinin adı olan Keşfü’z-Zün’un an Esâmi’l-Kütüb ve’l Fünûn yani Kitapların ve Fenlerin İsimlerinden Şüpheli Şeylerin Keşfi bana hep son derece gizemli gelirdi. Fenlerde, kitaplarda nasıl bir şüphe bulunabileceğini hayal etmeye çalışırdım. Kitabımla Kâtip Çelebi’ye bir gönderme yapmak istedim. En büyük ilham kaynağım İstanbul’un tarihi mirası oldu elbette. Öykü, kurgusu gereği İstanbul’un daha çok Bizans yörelerinde, kalıntılarında geçiyor. Samatya’da, Kocamustafapaşa’da, Ayvansaray’da; bazen yalnız kalıntıları kalmış kiliseler, ayazmalar, sarnıçlarda. Aylarca bu mekânları arşınlayarak bana hissettirdiklerinin peşine düştüm. Romanın başlangıcını biliyordum fakat sonunu öngörememişim. Bambaşka bir son düşünmüştüm, karakterlerinin yazım sürecindeki gelişimiyle kitabın sonu da değişti. Yalnızca suda başlayıp suda biten bir hikâye olmasını istiyordum, ona bağlı kaldım, Şüpheli Şeylerin Keşfi bir su sarnıcında başlayıp bir su kemerinin altına son buldu. Taslaklara gelince benim çalışmalarım daha çok çizime kaydı; bu romanın yapısı onu gerektirdi. 28 günlük bir periyodu ele aldığı için gün gün karakterlerin yürüdüğü yolların planını, haritalarını çıkardım. Haritalar da başka bir tutkumdur, çok severim çizmeyi, üzerinde çalışmayı, işaretler koyup notlar almayı. Şimdi kitabın yeni baskıları için daha profesyonel haritalar da hazırlıyoruz.

2000 yılından beri çeşitli yayınevlerine edebi çeviriler yapıyor; aynı zamanda nitelikli dijital mecralarda sanat tarihi, çağdaş sanat, kent tarihi, edebiyat tarihi, edebiyat ve çeviri eleştirisi üzerine yazılar yazıyorsunuz. Farklı türlerde disiplinler arası bir yaklaşımla kurmaca ya da kurmaca-dışı metinler üretmek nasıl bir deneyim sizin için?

Edebiyat çevirileriyle başlamıştım çalışmaya ama uzun zamandır sadece yazı yazıyorum. Disiplinler arası çalışmak, bilginin sentezini yapmak çok keyif aldığım bir şey. Çağdaş sanat eleştirisi yazarken Suetonius’tan bahsetmek ya da video oyunlarında Bizans temasını ele alırken Cemal Kafadar’a atıfta bulunmak hoşuma gidiyor. Tam da bu disiplinler arası geçişler konusunda Aydın Üniversitesi’nde bir ders rica etmişlerdi benden; orada kullandığım bir örneği vermek isterim. Artemisia Gentileschi’nin Yudit’i Holofernes’in başını keserken resmettiği ünlü bir tablosu vardır. Bu tabloyu feminist bir bakış açısıyla incelerseniz farklı, sanat tarihi açısından ele alırsanız farklı yorumlarsınız. İçerdiği politik anlamlara bakarsanız bambaşka bir yön ortaya çıkar. Bu tema çeyiz sandıklarında bile kullanılır; orada da bambaşka bir amacı vardır. Bu okumaların hiçbiri yanlış değildir fakat birbirini tamamlar biçimde kullanılmalıdır. Disiplinler arası bakış size bunu kazandırır. Roman duygu dünyasından çıktığı için bunu uygulaması daha zor bir mecra olsa da orada da olanaklar var. Şüpheli Şeylerin Keşfi’nde yoğun bir Bizans teması bulunduğu için tarihten faydalanabildim. Çok uzun bir de araştırma dönemim oldu, Bizans kronikleri, şiirleri, destanları okudum. Romanda İstanbul’a bir sanat eseri gibi yaklaştığım, onu bir sanat objesi olarak incelemeye uğraştığım için bolca sanat tarihine referanslar da var. Hatta Ayla’nın Kanlı Kilise önünde Edhem’i beklerken yaşadığı deneyimi bir Stendhal Sendromu şeklinde adlandırabilirim.

İki merkez karakter üzerinden İstanbul’un değişen ve dönüşen mekânları, geçmiş ve bellek, unutma-anımsama-yas izlekleri, kadınlık-erkeklik durumları gibi farklı meseleleri ele aldığınız için, romanınızda üçüncü tekil kişi anlatıcıyı kullandığınızı düşünüyorum, ne dersiniz? Anlattığınız hikâyeye en uygun bakış açısını nasıl belirlediniz? Olup biteni Ayla ya da Edhem’in bakış açısıyla yazmayı denediniz mi?

Romanda “sınırlı üçüncü şahıs” anlatımını seçtim. Bölümler arasında bakış bir karakterden diğerine kayıyor; Ayla’nın başrolde olduğu bölümde dünyayı onun gözlerinden görüyoruz aynı şekilde Edhem’i yakından takip ettiğimiz günlerde olan biteni yalnız onun açısından izliyoruz. Bu anlatım biçimini sinematografik ve zarif buluyorum. Romanda pek çok karakter var elbette ama ikisi öne çıkıyor, onların duygu dünyalarını, kentle kurduğu ilişkileri, ailevi travmalarını, kaygılarını daha detaylı anlatıyorum. Ve bu karakterler birbirini devamlı yanlış anlıyor. Birbirleriyle iletişimlerindeki bu aksamaları en tutarlı ve nüanslı şekilde “sınırlı üçüncü şahıs” anlatımıyla aktarabileceğimi düşündüm. Bir de bellek problematiği var romanda; şehrin belleği tahrip edildikçe insanların belleğinde de bozulmalar başlıyor. Kolektif bir amnezinin bireysel amnezilere dönüşmesi fikri var. Ayla’nın hafızasındaki aksamaları, teklemeleri de en iyi bu anlatı şekli yansıtabildi. 

Hikâye etme, işlevsel betimlemeler, özlü diyaloglar, yalın anlatım, zaman olarak her şeyin yirmi sekiz gün süren şubat ayı içerisinde olup bitmesi romanınızda ön plana çıkan yapısal bileşenler. Elinizdeki malzemeyi kurgu aracılığıyla yeniden üretip dönüştürürken İstanbul özelinde Bizans’ı hatırlatan semtler, Osmanlı ve Bizans mimarisi özelinde cami, sinagog, kiliseler, sarnıçlar, manastırlar, ayazmalar, mezarlık ve çeşmeler gibi çeşitli nitelikte mekânlar üzerinden özellikle roman karakterlerinizin-Ayla ve Edhem- duygu, davranış, durum ve diyalogları söz konusu olduğunda romanınızın dil-anlatımına ve Bella Habip’in K24’te çıkan kitabınızla ilgili yazısındaki tespitiyle melankolik atmosferine nasıl çalıştınız?

Burada derin bir psikanalitik incelemeye girmeyi tercih etmiyorum ama romandaki melankolik atmosferin bu derece yoğun olması otobiyografik öğeler içermesinden kaynaklanabilir. Kent ile hemhal olmuş karakterler söz konusu olduğu için, Ayla ve Edhem’in depresif, melankolik doğalarını en çarpıcı biçimde verebilecek mekânların İstanbul’un tahrip edilmiş kültürel mirasına ait ya da insanların kayıtsız kaldığı, umursamadığı yapılar olduğunu düşündüm. Bu yapıların bazen tahrip edilmişliği bazen unutulmuşluğu karakterlerin psikolojik durumunu birebir yansıtıyor. Bunu edebiyattaki Romantik Dönem’de sıkça görülen doğanın insan duygularını yansıtması fikrine benzetebiliriz; sadece Şüpheli Şeylerin Keşfi’nde doğanın yerini şehir ve onun tarihi mirası alıyor. Karakterler travmalarının üstesinden gelmek, kimi zaman benliklerini esir alan melankoliye bir çare bulmak için de şehre sığınıyorlar; bazen Samatya’da bir eski Bizans kilisesinde, bazen Saraçhane’deki Polyeuctus kalıntılarında, bazen Vlaherna Ayazması’nda tarihin akışına dalıp dertlerini unutuyorlar. Bella Habip yazısında, romanda tarihi mekânların ısrarla belirmesini, Ayla ve Edhem’in koca bir tarihle birlikte bir şecerenin içinde yer alması şeklinde okumuş ve karakterlerin tahrip olmuş iç nesnelerini bu ihtişamlı ve yıkılmış mekânlarda iyileştirmeye çalıştığı yönünde bir analiz yapmış. Bunun bir yas süreci olduğunu, Şüpheli Şeylerin Keşfi’nin de bizi bir tür yas tutmaya davet ettiğini söylemiş. Bu bu beni oldukça etkileyen, kapsamlı bir analiz olmuştu. 

Sizce romanda, öyküde, şiirde döneme göre bazı konular, izlekler ön plana çıkıyor mu, son dönemde kadın erkek ilişkileri, yabancılaşma, geçmişe dair travmalarla yüzleşme, anımsama ve aile meselesi gibi?

Olabilir, şifa bulma meselesinin son yıllarda bu denli gündemde olması da bundan olsa gerek. Aile travmaları, yüzleşmeler daha fazla insanın üzerine kafa yorduğu şeyler haline geldi. Burjuva işi diye nitelenen konular demokratize oldu bir nevi; gitgide daha çok insan kendini iyileştirmekle, travmalarının üstesinden gelmekle meşgul oluyor. Yabancılaşma zaten yüzyılın hastalığı. Kadın-erkek ilişkilerini de bu bağlamda görebiliriz, çift cinsiyetli sistemin değiştiği bir çağdayız, buna bizzat tanık oluyoruz, gender studies, cinsiyet çalışmaları her gün farklı boyutlara ilerliyor. Dolayısıyla evet, kitabın çağının bir ürünü olduğunu söyleyebilirsiniz bu bağlamda. 

Sizi çok etkileyen roman mekân ve atmosferlerini sormak istiyorum.

Hemen aklıma Mishima geliyor ve Bereket Denizi dörtlemesi. Her bir romanının atmosferi büyülüdür fakat Tokyo ve Nara’da geçen Bahar Karları’nı okuduğumda aylarca etkisinden çıkamamıştım. Yukio Mishima’nın beni en çok etkisi altına alan yazar olduğunu kolaylıkla söyleyebilirim. John Milton’un Kayıp Cennet’indeki cehennem tasvirleri ve Satan’ın kompleks psikolojisinin hissettirdikleri insanı geceleri uyumaktan alıkoyabilecek şiddettedir. Lale Müldür’ün Bizansiyya’sında yarattığı İstanbul’u da oldukça vurucu buluyorum.

Salgın dönemi nasıl geçiyor, son günlerde neler okudunuz, masanızda neler var, önümüzdeki dönemde sizden neler okuyabiliriz?

Salgın hayatımda köklü değişiklikler yarattı. Hedonizm arayışı, flâneur’lük, sokaklarda başıboş gezme isteği, eğlence hayatı, gece hayatı benim hep aklımı çelen ve dikkatimi dağıtan şeylerdi. Hâlâ da öyle. Salgındaki kapanma döneminde tüm bu etmenler ortadan kalkınca beni esas mutlu edenin zihnimin bu derece dağılmasına izin vermeden, tüm verimliliğimi kullanarak yaratmak olduğunu anladım. Sonra da o tempoyu değiştirmedim, bolca yalnız kalıyorum ve üretiyorum.

Son günlerde birbirinden alabildiğine farklı kitaplar okudum. Bir akademisyen platformu olan Bizantolog için “Türk Edebiyatı’nda Bizans İmgesi” konulu bir konuşma hazırlamam gerektiğinden son günlerde çok da edebi değeri bulunmayan, otuza yakın “pulp fiction” şeklinde nitelenebilecek tarih romanı okudum: Aşk İlahesi Theodora , Sarı Benizli Adam, Sungurluoğlu Bizans Saraylarında vs…Bunlardan edebi bir haz alamadım haliyle ama karikatüral tiplemeleri ve erotizm dozu beni oldukça eğlendirdi. Kadınların Vazifeleri (Vezaifü’l İnas) isminde bir kitabı Osmanlıca hocamla orijinalinden okuyorum, maksat tabii Osmanlıcamı ilerletme. Mehmed Said ismini görünce 28. Mehmed Çelebi’nin oğlu zannederek almıştım, başka bir Mehmet Said çıktı malesef. Bir de en sevdiğim fizikçi olan Feynman üzerine yazılmış bir çizgi roman bu aralar hep elimde. İkinci romana başladım ama o konuyu gizli tutayım. En son Art Unlimited için bir Abdülmecid Efendi incelemesi hazırladım, Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki sergi bağlamında. Doğu illerinde geçen ve az bilinen bir vampir hikayesi hakkında bir edebiyat tarihi dosyasını da Toplumsal Tarih için hazırlıyorum. 

edebiyathaber.net (14 Nisan 2022)

Yorum yapın