Baronlar ve diğerleri | Onur Uludoğan

Ocak 10, 2022

Baronlar ve diğerleri | Onur Uludoğan

I

Juniçiro Tanizaki, 1930’lu yılların ruhu ile yazdığı “Gölgeye Övgü” isimli denemesinin sonlarına doğru sözü edebiyata getirir ve şu cümleleri kurar:

“… Bütün bunları yazmamın sebebi, muhtemelen edebiyatta ve sanatta hâlâ kurtarılacak bir şeyler olduğunu düşünüyor olmam. En azından edebiyat için kaybettiğimiz bu gölgeler dünyasını tekrar hatırlatmak isterim. Edebiyat denen kutsal yerin saçaklarını uzun ve böylece duvarlarını gölgeli yapıp apaçık gözüken şeyleri gölgeye saklamak, gereksiz süslemeleri ise söküp atmak istiyorum.” (s. 73)

Sanırım aradan geçen yüz yıla yakın zaman Tanizaki’nin, endişelerinde haklı olduğunu gösterdi. Günümüzde spot ışıkları altında gözümüze sokulmayan nice değerli şey ya görülmüyor ya da görmezden geliniyor. Bununla beraber ne mutlu ki başta edebiyat olmak üzere pek çok sanat dalı gölgeyi, Tanizaki’nin önerdiği biçimde kullanmayı bırakmadı. 

Burada, gölgeden kastım(ız), edebiyat özelinde bakarsak, okura alan bırakmak ve okurların kimi iletileri, kendilerinin keşfedeceklerine olan inancı sürdürmek. Bu naif isteğin, günümüz ön kabulleri içinde kendine gittikçe daha az taraftar bulduğunu bilsem de iyi sanat eserlerinin, yaratıcısının söylemek istediklerinin bir bölümünü işaret etmekle yetinmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum. 

Yakın zamanda yaratıcılarının, her şeyi söyleme kaygısına kapılarak okura yeterli düşünme payı bırakmadıkları iki kitabı arka arkaya okudum. Her iki kitap da yakıcı konuları merkeze almalarına ve belli bir çıtanın üzerindeki edebi değerlerine rağmen yazarlarının, aklındakilerinin hepsini anlatma kaygıları nedeniyle zedelenmiş eserler olarak değerlendirilebilir. 

II

Ahraz, 1981 doğumlu Deniz Gezgin’in 2012’de yayımlanan ilk romanı. Gezgin, romanı öncesinde mitos derlemeleri yaptığı kitaplar ile adını duyurmuştu. 

Ahraz, Ege kıyılarında (muhtemelen İzmir’e bağlı) bir kasabada yaşananları konu ediniyor. Romanda, kasabanın ötekisi Adile, geçirdiği havale nedeniyle sağır ve dilsiz kalan oğlu İsrafil ile yaşam savaşı vermektedir. Bu yaşam savaşı içinde marangoz Yusuf, köpek Mavi, karşı kıyıdan bu tarafa kaçmak zorunda kalan Papaz Vasil ve kızı Marika; Adile ve Ahraz ile bir tarafta kalırken kasabanın geri kalanı “diğerlerini” yok etmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. 

Ahraz’ın en iyi tarafı, yazarın dengeyi çok iyi tutturduğu anlatımı. Roman boyunca, efsanelerden beslenen, mitolojik unsurlarla zenginleşen görkemli anlatım Ahraz’ı büyük oranda bir okuma şölenine çevirmeye yetiyor. “Şeytan yükümüzü sırtlanan günah keçisi değilse nedir?” cümlesi ile başlayan roman, “… Rab, ateşe uzandı ve kor halindeki alevlerden şeytanı yarattı.” (s.11) cümlesi ile devam ediyor ve okuru kolaylıkla içine çekebildiği etkileyici bir atmosfer yaratmayı biliyor. 

Ahraz, Adile’yi merkeze alarak başlıyor. Sayfalar ilerledikçe Adile’nin dışlanmışlığı ve insanların geri adım atmamaları nedeniyle kasabalıların kötücüllüğünü iliklerimize kadar hissediyoruz. İsrafil büyüdükçe Adile daha az görünmeye başlıyor, zamanla yalnızca bir figür haline geliyor. Bu noktada kasabalıların hışmını üzerine çeken İsrafil ön plana çıkıyor ve az önce saydığım kahramanlar dışındakilerin tamamı İsrafil’in üzerine gelmeye devam ediyorlar. 

Deniz Gezgin’in, her yere spot ışığı tutmaya başlaması da bu noktada başlıyor. İsrafil’in bebekliği ve çocukluğu boyunca ötekinin uğradığı zulmü iliklerimize kadar hissettirmeyi başaran yazar; sayfalar ilerledikçe Yusuf’un ötekiliği, Vasil ve Marika’nın ötekiliği ve hatta Mavi’nin ötekiliğini tekrar tekrar göstererek derdini anlatmayı sürdürüyor. Bunu yapabilmesi için de kurguyu zorlayarak araya depremler, yangınlar ve diğer unsurları katmak zorunda kaldığı için, roman savruk bir finale doğru gitmekten kurtulamıyor. 

III

1976 doğumlu Hakan Günday, 2000 yılında yayımlanan Kinyas ve Kayra ile edebiyatımıza “sıkı” bir giriş yapmıştı. İlerleyen yıllarda ardı ardına yayımlanan Zargana, Piç, Malafa, Ziyan ve Azil ile çıtayı bir üst basamağa çıkarmayı başardı. Ardından gelen Az ve Daha ise kanımca Günday’ın kendini tekrar etmeye başladığı romanlar oldular. 

2013 tarihli Daha’nın bir kısmı, 2017’de gösterime giren ve Onur Saylak’ın yönetmeni olduğu bir uyarlamaya konu oldu. İlerleyen yıllarda Günday, Müslüm (2018) filminin ve Şahsiyet (2018) dizisinin senaryolarını yazdığı bir sürece girdi. 

2021 ise, Hakan Günday’ın sekiz yıl aradan sonra yayımlanan romanı Zamir’in bizlerle buluştuğu yıl oldu. 

Hakan Günday, Daha ile göçmen sorununu merkezine almıştı. Daha’da, acımasız insan kaçakçılarının ellerine düşen ve daha iyi bir ülkeye gitmek amacıyla hayatları üzerine kumar oynayan insanları ve Gaza’yı anlatmıştı. 

Aradan geçen yıllar içinde Günday, Daha’da ele aldığı meselelerin üzerine gitmeye devam etmiş fakat bu kez konuyu, mültecilere yardım etmek amacıyla kurulan sivil toplum örgütleri ve bu örgütlerin çalışanlarını merkeze alarak anlatmış. 

IV

Zamir, (hangi bin yıl olduğu romanın sonunda açıklanan) yeni binyılın arifesinde yaşanan bir dizi olayı ve bu bir dizi olayın merkezindeki Zamir’in geçmişini paralel kurguyla anlatan bir roman. 

Zamir’in geçmişi, röportajlarla desteklenmiş araştırma sonuçlarına dayanarak kaleme alınmış gibi anlatılırken 24 Aralık’ta başlayıp 31 Aralık’ta sonlanan günlerde yaşananlar ise Zamir’in ağzından anlatılmış.  

Günday bu tercihiyle, romanın iskeletini kurarken dağılmaya oldukça müsait bir kurgu meydana getiriyor. Dağılmaya müsaitlik, usta bir yazarın elinde olabildiğince derli toplu tutulmaya çalışılmış olsa da yazının başında dile getirmeye çalıştığım “hiçbir şey gölgede kalmasın” kaygısı, Zamir’i nihayetinde “bin yamalı bohça” olmaktan kurtaramıyor. 

Zamir, Türkiye – Suriye sınırındaki bir mülteci kampında patlayan bombadan ciddi fiziksel deformasyonla kurtulabilmiş ve zamanla mülteciler yararına faaliyet yürütmekte olan örgütlerin “ekran yüzü” haline gelmiş bir isimdir. Zamanla, çıkması olası savaşların engellenmesi için çabalayan Birinci Dünya Barışı Vakfı’nda çalışmaya başlamıştır. 

Hakan Günday okurları, yazarın karamsar bakış açısının ve insanın kötülüğünü anlatmaktaki başarısının farkındadırlar. Zamir’in geçmişinin anlatıldığı bölümlerde sivil toplum örgütlerinin ışıltılı bir dünya sunarken aslında mültecileri suistimal ettikleri ve temel dertlerinin kendi kişisel çıkarları olduğu; yeni binyıla girilmek üzere olan bölümlerde ise savaş baronlarının kaygıları ile savaşların çıkmaması için mücadele eder görünen yapıların, aslında aynı kâğıdın iki yüzü oldukları vurgulanıyor. 

Bu temel görüş, yazarın aforizmik üslubu ile besleniyor. Anlatılan olaylara “objektif” bakmak gibi bir kaygısı olmadığını hissettiğimiz anlatıcı(lar) altı çizilesi satırlar yumağı haline gelmiş sayfalar boyunca konuşuyor(lar). 

Bu noktada Hakan Günday, “Dur şunu da anlatayım.” demekten vazgeçmiyor. “Bak bu da var.” dedikçe roman uzuyor, konu dallanıp budaklanıyor ve romanın sonuna geldiğimizde, tüm roman boyunca aklımızı kurcalayan “Hangi binyıla giriyorlar?” sorusu önemini kaybediyor ve romanın asıl vurgulanması gereken ve bence “dâhiyane” olan, hangi binyıla giriyorlar, sorusunun cevabını okuyunca, çok yorucu bir yolculuğu kazasız belasız bitirmiş olmanın verdiği rahatlıkla kitabı elimizden bırakıyoruz.  

V

Ahraz ve Zamir’i okuduktan sonra, romanların dağınıklığı ve yazarlarının akıllarındaki her şeyi okura aktarma kaygılarının romanları zedelemesi üzerine düşünürken Kurt Vonnegut’un Kedi Beşiği isimli romanını okumaya başladım. 

Okuyanlar bilecektir, 1963 tarihli Kedi Beşiği de oldukça dağınık bir romandır. Yazar okurlarını, kimi zaman oldukça zorlama tesadüflerle romanın merkezine oturttuğu sorunsal üzerinde kafa yormaya davet eder ve onları düşündürmeye çalışır. Tüm bunları yaparken de kinik bir mizah anlayışını elden bırakmadan, insanlığın aptallığının bir gün onun sonunu getireceğini vurgular. 

Kedi Beşiği’ni bitirdikten sonra, Vonnegut’un romanını okurken beni rahatsız etmeyen fakat Gezgin ve Günday’ın romanlarında, anlatıyı zedelediğini düşünmeme neden olan unsur üzerinde epeyce kafa yordum. 

Ulaştığım sonuç, Vonnegut’un oldukça ciddi konuları ele alırken bile elden bırakmadığı mizahi üslubunun, en başta kendisi olmak üzere hemen her şeyle dalga geçmek temelinde kurduğu ve bu dalga geçme haline rağmen tüm anlatısını bağladığı yerin ve insanın boğazında bıraktığı yumrunun ne denli bilinçli yapıldığını görmem oldu. 

Maalesef Ahraz ve Zamir; üslup olarak, içerik olarak, Kedi Beşiği’nden çok daha derin olmalarına rağmen, okura nefes alacak, düşünecek alan bırakmadan tüm boşlukları doldurmaya çalışıyorlar. Kısacası, Tanizaki’nin deyişiyle, edebiyat denen kutsal yerin saçaklarını uzun ve böylece duvarlarını gölgeli yapıp apaçık gözüken şeyleri gölgeye saklamayı başaramamaktan mustarip romanlar olmaktan kurtulamıyorlar. 

edebiyathaber.net (10 Ocak 2021)

Yorum yapın