
Söyleşi: Serkan Parlak
Baki Can Edipoğlu’nun Gerçeğe Değen İhtimal adlı romanı Sayfa 6 Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarla son kitabı ve yazarlık tecrübeleri üzerine konuştuk.
Baki Can Bey, yeni romanınız “Gerçeğe Değen İhtimal” Sayfa6 etiketiyle okurla buluştu. Kurmaca türlerle olan ilişkiniz, yazma serüveniniz ve yeni romanınızın ortaya çıkış sürecini sizden dinleyelim.
Yirmili yaşlarımın başında oldukça meraklı bir okurdum. Elime ne geçerse okumaya koyuldum. Bu süreçte bilinçaltım okuduklarımla dolarken aslında iyi yazarların ekserisinin roman yazarken farkında olmadan ya da olarak onlara örtük olan hakikatı aralayıp görmek için yazdıklarını fark ettim. Okumak bir yerde bir kabı mütemadiyen doldurmak gibidir, bir noktada kaba doldurulanlar taşar ve peyda olan yazıdır. Ben de bu hakikat denilen gizemi keşfetmek için yazmaya başladım ve bu yolculukta her kitapla beraber büyük bir zevk içinde bu gizemi aramaya teşebbüs ettikçe onun ne kadar engin olduğunu kavradım. Bir nevi daha çok öğrendikçe bilgisizliğimin hududunun genişlediğini bunun idrakine varmanın keyfine vardım.
Niye keyfine vardım diyorum, çünkü bu kadar çokluk, bu kadar andan oluşan bu düzlemde aslında ne kadar önemsiz olduğumuzu anladım. Biraz daha deşince esasında insanoğlunun trajedisinin kendine veya birine, veyahut bir ülküye verdiği o pek fazla önemden kaynaklandığını gördüm. İnsan benlik denilen sahte bir inancın esiridir ve dünyadan gelmiş geçmiş sayısız insanın, kendi dahil sayısız benin yitip gittiği hakikatiyle yüzleşmek insanoğlunun en büyük sınavıdır. Hiçliğini, sıradanlığını kabul ettiği an insan işte o an yitirme korkusu yerini keyifli bir salınıma bırakır. Bu kabullenişle beraber rahatladım, hakikati arayış yolculuğuna yoğunlaştım.
Kitaplarımda işte bu namütenahi olan hakikata ulaşma yolculuğunu anlatmaya çalışıyorum. Okuduğum gibi her gün belirli bir miktar yazmaya özen gösteririm. Yazmak bir yerde tefekküre dalmaktır. Kitap bu tefekkürle girilen bu dalınç halinde oluşan bir yoğunlaşma anıyla beraber ortaya çıkan bir bebek gibi doğuverir. Bilincimde omurga, karakterler şekillenir gerisi zamanında güzel bir yolculuktur. Bu kitap da böyle bir süreçte birdenbire bilincimden şekillendi ve taştı.

Sizce romanda, öyküde, şiirde döneme göre bazı konular, izlekler ön plana çıkıyor mu? Son dönemde ilişkiler, kadınlık ve erkeklik durumları, geçmişteki travmalarla hesaplaşma, aile ve bireysel yabancılaşma mesela. Sizin de bu anlamda zamanın ruhundan etkilendiğinizi söyleyebilir miyiz?
Öyle olduğunu söyleyemem, fakat tabi ki bilinçaltımı etkilemiş olabilir. Esas olarak bu kitapta entropi konusunu ele almak istedim. Bilindiği üzere entropi bozulma demektir. Çok basit bir şekilde anlatacak olursak doğal olan bir sistemin gitgide karmaşık hale gelmesi. Bilindiği üzere kâinatın en baş noktasına yani büyük patlamanın gerçekleştiği o an andan hemen evvel kainat en düşük entropi halindeydi. O andan itibaren her geçen an entropi arttı. Demin zamanın ruhu demiştiniz. Komik ama zaman denilen kavram bile aslında entropik durumlar arasındaki farka verilen bir isimdir. Bir yerde zaman bir illüzyondur. Her şey birbiri ile ilişkisi ölçüsünde tanımlanır. Ben dediğimiz kavram bile bir yerde dışarı ile ilişki içinde olan kendimizi tanımlamak için yarattığımız bir hikâyedir. Bir nevi illüzyon, rüya. Sadede geleyim, bu kitabı yazmadan evvel kafam zaman, ilişkiler, varlık, yokluk, gerçek gibi birçok kavramın gibi konulardan oluşan bir halita halindeydi. Bir nokta seçtim. Çocukluk ve o çocuklukta her şeyin mükemmel olduğuna inanıldığı bir durumdan başladım ve bozulmayı anlatmak istedim.
Baki Can Bey, romanınızın merkez izlekleri: kadınlık ve erkeklik durumları, ilişkiler, ev, çalışma hayatı, dostluk, aşk, aile, evlilik… Bu izleklerin içerdiği etik meseleler hakkında neler söylemek istersiniz, günümüzün temel yakıcı dertlerini roman türü aracılığıyla görünür kılmaya çalışırken ne gibi hassasiyetler gözetiyorsunuz?
Mutsuzluktan söz etmek istiyorum der bir şiirinde Turgut Uyar. Hakikaten de bir durup etrafımıza baktığımız vakit demin saydığınız kavramların girdabına kapılmış boğulan bir insanlıkla karşı karşıyayız. İlişkiler çarpık, evlilikler iki kişilik hapishane, aşklar birer aldatmaca haline gelmiş, dostluklar yüzeysel, çalışma hayatı samimiyetten arınmış bir lise. Bu kavramları soyup derinine inmeye çalıştım. Neden bütün bu ıstırap bunu bilmek istedim. Bu yolculukla beraber Türkiye’nin doksanlı yıllarından başlayıp günümüze kadar yaklaşarak kendi kişiliğini deşememiş, kendi derinliğine inememiş insanların etrafındaki kavramlar tarafından nasıl kuşatılıp boğulduğunu anlatmak istedim. Bunu yaparken karakteri küçücük çocukluklarından alıp otuzlu yaşların ortalarına kadar getirdim.
Burada iş yeniden dönüp dolaşıp kendine karşı bilinçsiz olmaya geliyor. Kendini, içsel hakikatını aramayan insan bunu dışta arar. Hacı Bektaş Veli çok çok seneler önce basit bir söz söylemiş “Ne ararsan ara kendi içinde ara.” Sokrat demiş ki “Kendini tanı.” Apollon tapınağında “Kendini bil’ yazar. Ta yüzyıllar öncesinden bugüne sorun hâlâ aynı. Biz daha özümüzü tanıyamıyoruz. İç tefekkürümüzü yitirdik. Bunu yitirdikçe dünyadan üzerimize yapışan toz, çöp o keşfedemediğimiz özümüzün etrafına yapıştı. Sonunda özümüze bigâne kaldık. Bu halde ilişkiye atıldık, dostlar edindik, aile kurduk; ne yazık ki kendi derinliğimize inemediğimiz için elimizde kocaman bir hüsran kaldı.
Karakterlerinizin psikolojik çözümlemeleri derinlikli. Alçalıp yükselen ritim hemen hissediliyor gerçekten. Elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor; mekânlar, atmosfer, diyaloglar ve özellikle roman karakterleriniz söz konusu olduğunda.
Romanı yazmadan önce kafamda tasarladığım karakterlerle, uzunca bir süre yaşıyorum. Yazarken o karakter olmaya çalışıyorum, onlar gibi düşünüp, onlar gibi oluyorum. Bir yerde onların bilinçleri bilincimin içinde çarpışıyor ve bu çarpışmaları mümkün olduğunca gerçeğe en yakın haliyle kâğıda aktarmaya çalışıyorum. Bir yerde ben onlar oluyorum, onların gezdikleri mekanlarda soluk alıyorum, onlarla dertleniyorum, onlarla neşeleniyorum. Bilinçleri kâğıda akıyor. Bir yerde karakterler kitapta beni öldürüp kendileri tüm gerçeklikleriyle var oluyorlar. İnancım şudur ki yazarın yazarken kendini öldürüp karakterlerine can verirse eserde sahicilikten söz edilebilir. Sahiciliğe mümkün olduğunca yaklaşmaya okuyuculara karakterleri tüm gerçekliğiyle yaşatmaya çaba gösteriyorum.
Uzun zaman çalıştıktan sonra nasıl bir hisle son noktayı koydunuz romanınıza? Yazarken yeni şeyler keşfettiniz mi; duygu, düşünce dünyanıza romanınızın ne gibi katkıları oldu?
Kitap yazara bitmesi gerektiği yeri fısıldar. Karakterler, mekanlar, olaylar, uzun bir roman sanki o son konulan noktada bir oldu. O noktayı koyduğum anki huzur paha biçilemez. Kitaba başlamadan önce kafamda çözmeye çabaladığım meselelerin büyük bir kısmının hallolduğunu günlük hayatın hayhuyunda dikkatten kaçan, üzerine eğilmediğim birçok suale karakterlerimin dünyalarından yanıt bulduğumu hayretle idrak ettim ve bu hâlâ şu an da sürdürmeye çalıştığım uzun bir dinginlik haline beni soktu. Yaşamımızın boyunca çokça önem atfettiğimiz o sözde debdebeli gözüken büyük kavramların esasında içinin boş olduğunu yaşamın esasında bir andan ibaret olduğuna, bir anda doğduğumuza ve bir anda öleceğimize kani oldum. Bu sınırsızlık içerisinde hiçten ibaret olduğumuzu, fakat bu hiçin aynı zamanda her şey olduğunu keşfettim. Tıpkı Amak-ı Hayal kitabında yaşlı delinin genç deliye dediği gibi: “Zaten hiç ile hep tek gözlü, tek şeydir. Lakin cahil kalabalıklar bir şey iki adla anıyorlar.”
Baki Can Bey, nitelikli kurmaca okurları metni okurken aslında sadece anlatıcı ilgilendirir. Yazar ilgilendirmez, yazarın yaşam öyküsü özellikle. Değerlendirmeler anlatıcı üzerinden yapılır. Kurmaca metinlerde çözülmesi en zor konulardan olan anlatıcı meselesi hakkında romanınızda ne gibi problemlerle uğraştınız?
İyi bir romanın yazarın ölümüyle mümkün olabileceğini düşündüm hep. Yazar kitabında ne kadar ölebilirse roman o kadar sahici kılınır. O yüzden bu romanı yazarken metot oyuncusu gibi tamamen karakterlerime bürünüp kitaba onların bilincini aktarmaya çalıştım. Okuyucunun gözünü kulağını bu şekilde karakterlerin gözü kulağı yaptım. İstedim ki okuyucular okurken karakterlere bürünebilsinler. Kendimi tamamen silmek tabi ki çok kolay olmadı. Budistlerin, Sufilerin benliklerini soyutladıkları o tefekkür halleri gibi bir hale girmek lazım. Hayatta üzerimize yapışan benlik denilen o hikâyeden soyutlanmak zor bir süreç. Bundan soyutlanıp başka bir bene bürünmek, başka bir beni var etmek, başka bir benle yaşamak, başka bir benle anlatmak daha da zor. İşte yazma sürecini biraz tılsımlı yapan da bana göre bu. Kendini yok edip başka bir bende var etmek. Biraz da aşk gibi.
Hikâyeler iç evrenimizin, kozmik yapımızın yansımaları olarak dünyayı daha katlanılabilir hale getiriyor. Hikâyeler ötekilere yazılıyor, öznel alana hitap ediyor, okurları etkilemeleri gerekiyor. Günlük hayatta katlanamayacağımız gerçekler hikâyede, romanda katlanılır hale geliyor. Odaklandığınız izleklerden hareketle özellikle roman türünü seçmenizin nedeni nedir?
Burada roman türünün tanımının zamanla ve piyasa algısıyla değiştiğini belirtmek isteyerek başlamak isterim.
Aslında eskiden roman türü dendiğinde daha çok kallavi, insanların yanında götürdüğü bir süre beraberinde taşıdığı kitaplar akla gelirdi. Şimdi ekseriyetle belli bir sayfanın üzerindeki eserleri insanlar okumaktan imtina ediyorlar. İnsan muhtemelen kendi iç dünyasına bırakın fener yakmayı, mum ışığı ile bile yaklaşmaktan imtina ediyor. Hepsi dopamin meselesi. İnsanı kontrol etmenin en kolay yöntemi onun odağını ele geçirmektir. Twitter, Instagram gibi kısa doyumlarla bir nevi Afyon bağımlıları gibi içeriğin hep daha fazlasını isteyen sanal insanlara doğru evrildik. Zamanı doldura doldura sıkıntıyı, hayal kurmayı unuta unuta boşlukları yitirdik. Yeni fikir ekecek bir tarlamız kalmadı. Her yere üretkenlikle dolu fabrikalar kurduk. Devamlı bir devinim halindeyiz, durmayı, nefes almayı unuttuk. Anlatabiliyor muyum demek istediğimi?
Bununla birlikte şimdinin arz talebe dayalı iktisadi yapısı roman türüne oldukça soğuk bakmakta, dolayısıyla sıkı bir okur olarak öyle fazla bir romana rastlayamıyorum. Desem desem uzun öyküler diyebilirim.
Roman türünü seçmemin de sebebi bu. Bu radde az romanın basıldığı yerde okuyacak, dikkatimi ve kendimi ödünç verebileceğim bir kitaba rastlamayıp, kafamdaki meseleleri romandaki karakterler, olay örgüleriyle çözmeye kalkışmak. Eğer ben denilen bir rüyaysa, roman da bu rüyanın içinde tatlı bir rüya. Hiç bıkmayacağım bir rüya, çünkü hakikate ulaşmak değil de bari bir kıyısından dokunabilmenin yolumun buradan geçtiğine inanıyorum.
Roman türünde başucu yazarlarınız kimler, başucu kitaplarınız hangileri?
Es geçtiklerim olabilir, ama aklına gelenleri söyleyeyim. Yusuf Atılgan – Aylak Adam, Fyodor Dostoyevski – Ecinniler, Beyaz Geceler Leo Tolstoy – Savaş ve Barış, Cormac Mccarthy – Bütün Kitapları, J.D Salinger – Franny and Zooey, Nikos Kazancakis – Zorba, Şule Gürbüz – Çoşkuyla Ölmek. Frank Herbert – Dune Serisi, László Krasznahorkai – Satantango, David Forster Wallace – Infinite Jest
Baki Can Bey, son günlerde neler okudunuz? Önümüzdeki dönemde yeni üretimleriniz olacak mı?
Son günlerde kayda değer olarak Cormac McCarthy’nin ölmeden önce yazdığı son iki kitap olan The Passenger ve Stella Maris kitaplarını söyleyebilirim. Bu sıralar fantastik edebiyat türünde kitap çalışmalarım var.
edebiyathaber.net (19 Mayıs 2025)