Okan Çil: “Birbirini tanıyan insanlar birbirini daha kolay yaralar”

Şubat 14, 2024

Okan Çil: “Birbirini tanıyan insanlar birbirini daha kolay yaralar”

Söyleşi: Ekin Türkantos

Okan Çil, 2017’de başladığı yazarlık macerasını dördüncü romanı ‘Peygamber’ ile taçlandırıyor. Kitabında peygamberliğe uzanan iktidar savaşında iki kardeşin Esav ve Yakub’un hayatına yakından bakıyor…

Eğitimine Kafkas Üniversitesi Tarih Bölümü’nde başlayıp sonrasında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Film Tasarım ve Yazarlık Bölümü’nden mezun olan Okan Çil, kitapları, inceleme yazıları ve senaristliğiyle sektöre hızlı giriş yapan biri. Yeni kitabı ‘Peygamber’, İthaki Yayınları’ndan çıktı. Aile hikayeleri yazmaktan hoşlanan yazar, aileyi hem sığınılacak bir liman hem de bir suç örgütü olarak gördüğünü anlatıyor. Esav’la Yakub’un çatışmasını da bu yüzden çalışmak istemiş. Kutsal metinlerde Esav’ın kötü karakterli biri olduğundan yola çıkarak onun nedenlerini  ve Yakub’un hilekârlığını meşrulaştıracak tek şeyin de Esav’ın kötü biri olarak bilinmesi olduğunu söylüyor. Romanı kurgularken konuyu insanlar arasındaki ilişkiye yoğunlaştırmayı seçen Okan Çil ile yeni romanını konuştuk.

Hem tarih eğitimi hem de film tasarım ve yazarlık eğitimi almışsınız. Öyküler, romanların yanı sıra sinema sektöründe senarist olarak da çalışıyorsunuz. Yazmak mı yoksa görsel hikayelere dahil olmak mı sizi daha çok yansıtıyor?

Her ikisinin de birbirine avantajlı ve dezavantajlı olduğun yerler var. Yani bir deney yapsanız, aynı zaman-mekânda, aynı karakterlerle ilerleyen bir hikâyeyi, bir film ve bir roman olarak ayrı ayrı yazmaya başlasınız, ortaya çıkan duygular birebir örtüşmez. Uğraştığınız disiplin, (anlatım biçimi ve materyalleriyle) vermek istediğiniz duyguya müdahale eder. Dolayısıyla, “X beni daha iyi yansıtıyor,” diye bir cümle kurmak zor. Bu biraz da nasıl bir iş üretmek istediğimle alakalı bir durum. Yani masaya bir ön kabulle oturuyorum zaten. Ancak mümkün mertebe, her iki yazma biçiminin avantajlı noktalarını bir araya toplamaya çalışıyorum. Roman ve film kurgusu böylece daha iyi bir sonuç veriyor diyebilirim.

Musevilerin kutsal kitabı Tevrat’a göre İshak’ın oğlu Esav ve Yakub’un hikayesini kaleme almak nereden aklınıza geldi?

Ben aslında genel olarak aile hikâyeleri yazıyorum. Bana göre aile hem büyük bir suç örgütü hem de sığınılacak yegâne limandır. Üstelik bu çelişki çoğu zaman aynı anda var olur. Aileyi oluşturan bireylerin niyetlerinden bağımsız bir şeydir bu. Birbirini tanıyan insanlar bunu yakinen bilirler.

Esav’la Yakub’un çatışmasında da aynı şey geçerli. Dikkatimi çeken ilk şey Esav’a yapılan büyük haksızlıktı. Bu haksızlığa rağmen kutsal metinlerde Esav’ın ne kadar kötü, ne kadar beter biri olduğu anlatılıyordu ama Esav’ın neden kötü olduğuna dair doğru düzgün bir şey yoktu. Bu da beni şu fikre götürdü: Yakub’un hilekârlığını meşrulaştıracak tek şey, Esav’ın kötü biri olarak bilinmesidir. Ben de Esav’ın, en az Yakub kadar iyi ve normal bir insan olduğu ön kabulüyle yazmaya başladım. Sadece bu bile ortaya büyük bir çatışma çıkarmaya yetti.

İki kardeşin peygamber olma yolundaki iktidar mücadelesini konu alan olaylar zincirini okuyoruz romanda. Arada güzel mesajlar olsa da yine insani kibirlerden arınamadıklarını görüyoruz. Bu günümüze gelen önemli bir ders aslında… Kurgularken siz neler düşündünüz?

Romanın esas karakterlerinden Yeret bir yerde şöyle der: “Kimi bizim gibi yiyeceğe açtır, kimi sevgiye, merhamete açtır, kimi de işte makama, mevkiye açtır… Dünya açların ihtiraslarına göre şekillenir Esav. Aç insan her şeyi yapar. Çalar çırpar, ne adalet gözetir ne liyakat.” İnsanoğlu kötüdür. Bu, makamdan mevkiden bağımsız olmakla beraber, makamla mevkiyle daha da dehşetli bir hal alır. Bunu da güncel siyasetten, sokaktaki ikili ilişkilere kadar hemen her yerde görüyoruz. İyilikse bir uğraş, bir disiplin, bir özveri gerektirir. Zihni veya manevi bir terbiyeye dayanır. Tabii inanç üstü bir şey bu söylediğim. Romanı kurgularken meseleyi mümkün mertebe Tanrı’dan çıkarıp insanlar arasındaki ilişkiye yoğunlaşmam da bu yüzden. Yani Tanrı’ya ister inanın ister inanmayın sonuç değişmiyor. Esav’ın dert ettiği şey de bu: İnsanın kendi hırslarını meşrulaştırmak için Tanrı’yı kullanması. Ne kadar tanıdık bir durum değil mi?

“Peygamberlik ve hüküm yarışı sadece bir basamak”

Birbirlerine akrabalık ilişkileriyle olduğu kadar kader birliğiyle de bağlı kendi kabileleri, öğrenmişlikleri ve çocuklarıyla bir soy ağacı döngüsü yaşıyor kardeşler. Bu olaylar zincirini işlemek, kurgulamak zor olmadı mı, nasıl bir ön çalışma yaptınız?

İbrahim’in oğulları İsmail’le İshak’ın çatışması farklı, İshak’ın oğulları Esav’la Yakub’un çatışması farklı. İsmail’le İshak’ın çatışması soyluluk-kölelik ekseninde ilerliyor. İbrahim’in ilk oğlu İsmail, köle bir kadından doğuyor. İkinci oğlu İshak, esas-soylu-özgür kadından doğunca, İsmail’le annesi kabileden kovuluyorlar. Esav’la Yakub arasındaki çatışmaysa ilkdoğanlık üzerine. Bir makam olarak ilkdoğanlığın izini Adem’le Havva’ya kadar uzatabiliriz. İlkdoğan Kabil, kardeşi Habil’i öldürür, zira ondan üstün olduğunu düşünür. Ortaçağ’da Shakespeare’in Hırçın Kız’ında da önce ilkdoğan kızın evlenmesi gerektiği üzerine bir çatışma kurulur mesela. Şu an herhangi bir Anadolu köyüne gitseniz yine ilkdoğanların üstünlüğünü görürsünüz. Esav da bu tarihsel hakka sahip olduğunu düşünüyor. Üstelik babası İshak onu varis olarak yetiştiriyor. Yani her şey tamamken Yakub’la anası Rebeka bir oyun çeviriyorlar, mesele de böylece başlıyor. Ancak peygamberlik ve hüküm yarışı sadece bir basamak. Esav’ın dert ettiği şey, bundan sonra yaşananlar.

Tarihsel süreçleri araştırırken özellikle kutsal kitaplarda geçen konularla ilgiliyse yararlandığınız kaynaklar, kütüphaneler var mı, okumalarınızı, araştırmalarınızı nasıl çeşitlendiriyorsunuz?

Bu konuyla ilgili en temel bilgi Tevrat’ta yer alıyor. O da üç beş sayfa. Ben bu çatışmayı bir çıkış noktası olarak kullandım ve yaşanan olaylara Esav’ın gözünden bakmaya çalıştım. Esav’ın derdine bir çare bulma umuduyla amcası İsmail’e gitmesi, yol boyunca başına gelenler, yanındaki karakterler falan hepsi kurmaca elbette. Ancak nereden bakarsak bakalım ortada büyük bir kandırmaca var. Yakub’un yıllar yılı sürgünde kalması, orada yaşadığı zorluklar da bu kandırmacanın bedeli olarak görülüyor Yahudi kaynaklarında. Zaten Yakub da bir hata yaptığının farkında. Tevrat’ta yazana göre; yıllar sonra sürgünden baba evine döndüğünde Esav’ın önünde defalarca secdeye kapanıyor ‘Beni affet’ diye. Ona sürü sürü hayvan hediye ediyor vs.

Kitaptaki hangi karakteri yazmaktan, düşünmekten keyif aldınız?

Her bir karakter ayrı ayrı önemli, ayrı ayrı keyifliydi. Yazarken mümkün mertebe gerçek karakterleri, gerçek mekânları kullandım. Bunun yanında, tamamen kurmaca olan Adori ve Yeret’in bendeki yeri ayrı. Adori bir köle. Çocukken efendisi tarafından dili kesilip bir dağ başında terk ediliyor. Onu Esav buluyor. Adori de bir tek ona güveniyor. Kitapta tek bir kelimesi yok Adori’nin ama binlerce laf etmiş gibi etkili. Yeret’se çöldeki hırsızlardan, katillerden, dilencilerden, fahişelerden oluşan Ölüler kabilesinin lideri. Çok keskin, çok yaman bir savaşçı. Onun romandaki misyonu da ayrı güzel.

Esav’ı Yakub’u, İsmail’i saymıyorum tabii.

Kitapta özellikle kurban etme ve ilk doğan hakkı gibi kavramlar öne çıkıyor. İbrahim oğlu İshak’ı Tanrı’ya kurban etmesi, Esav’ın ilk doğan hakkı kazansa da bunu alamaması… Dönemin şartlarını düşünecek olursak üst kuşaktan torunlara gelen bir soy ağacı kaderi yaşanıyor da denebilir. Tarih boyunca bize anlatılanlar ve yaşananlar hep aynı konular minvalinde geçiyor. Sizce bu kitap bugün neden okunmalı?

İshak bir yerde şöyle diyor: “Ne tuhaf, soyumuzda ne kadar peygamber varsa bir o kadar da bela var, ne tuhaf…” Kırılıp da yen içinde kalan kollar sadece mağduru değil, mağruru da etkiliyor. Bu, zamansız-mekânsız bir his. Ben bunlardan birini seçip anlattım ama siz bunu okurken dünyanın hemen her yerinde kim bilir daha ne aile trajedileri yaşanıyor. Bu bitimsiz bir süreç. Birbirini tanıyan insanlar, birbirini daha kolay yaralarlar. Zaten mesele yaralanmak falan değil, hesabı görmek. Çatışma yaratan esas şey bu. Üstelik sadece makamlar değil, günahlar, korkular ve alışkanlıklar da babadan oğula miras kalıyor. “Peygamber” bu noktaya dikkat çekerken, haksızlığa uğramış, kaybetmiş bir başka oğulun acısına kulak kabartıyor. Bu durumda Esav tabiri caizse büyük bir şemsiyeye dönüşüyor ve oyuna getirilen herkesi altında topluyor. Kitapta geçen, “Dünyadaki bütün aldatılanlara, bütün kadersizlere, dünyadaki sevilmeyen bütün çocuklara Esav desinler,” cümlesi biraz da bu yüzden.

edebiyathaber.net (14 Şubat 2024)

Yorum yapın