Ayşe Sarısayın’a 4 soru | Mehmet Özçataloğlu

Mayıs 11, 2022

Ayşe Sarısayın’a 4 soru | Mehmet Özçataloğlu

1. Neden çocuklar için yazıyorsunuz? 

Çocuk edebiyatına yönelmem biraz rastlantısal oldu. Bu alandaki ilk kitabımKedimin Adı Çamur, 15 yıl birlikte yaşadığımız Çamur’un ölümüyle baş etme çabasıyla, yaşattığı güzellikler için ona gönül borcumu ödeme isteğiyle oluştu. Yazarak anıları canlandırmak, o keyifli zamanları yeniden yaşamak da istedim sanırım. Başlarken çocuk ya da yetişkin diye bir ayrım gözetmemiştim, yazma sürecinde çocuklara seslenme eğilimi ağır bastı. Değerli dostum Selim İleri’nin “Yaşanmışı yazmak” başlıklı yazısındaki “Ayşe Sarısayın’ın çocuklar ve ‘ben’ yaştaki öteki çocuklar için yazdığı…” ifadesi, beni çok mutlu etmişti bu yüzden.

Kedimin Adı Çamur’un ilgi görmesi, çocuklarla buluşmalarda aldığım tepkiler devam etmemde etkili oldu. Sevgili yazarım Füruzan’ın bir sözü vardır: “Çocuklar unutmaz. Biz çocukluğumuzu unutuyoruz.” Çocuklar için yazmak ya da yazılanları okumak, kimi zaman unuttuğum çocukluğumu hatırlamamı da sağlıyor, bildik deyişle içimdeki çocuğu yaşatıyor. Çocuklara yönelik kitaplarımın sayısı pek fazla değil gerçi ama çocuklarla paylaşmak istediğim bir hikâye olduğunda, zamanım elverdiği ölçüde yazmayı sürdürüyorum. Gitgide çığırından çıkan, her anlamda sömürülerek hoyratça tüketilengünümüz dünyasında en büyük umudumuz çocuklar ve gençler. Hem onlarda –hayvan dostlarımız aracılığıyla- farklılıklarımızla birlikte yaşayabileceğimize, farklılıkların bizi zenginleştireceğine ve dünyanın ancak o zaman yaşanabilir bir yer olacağına dair bir algı yaratmaya hem de onların içten yorumlarıyla, görüşleriyle beslenmeye çalışıyorum.

2. Okuduğunuz ilk çocuk kitabı hangisiydi? Sizde ne gibi izler bıraktı? 

Okuduğum ilk kitaptan önce dinlediğim masallar var. Annemin okuduğu Andersen masalları, babamın her akşam yemeğinde farklı bir serüvenini anlattığı Cimbil fare…  Cimbil babamın yarattığı bir masal kahramanıydı. Başı dertte olanların yardımına koşan “süper fare” Cimbilbiraz da sakardı, olmadık işler geliyordu başına. Ev içlerinde geçen ilk çocukluk yıllarımda Cimbil’ineğlenceli serüvenlerini dinlemek için akşam yemeklerini iple çekerdim. 

Masalların etkisi daha farklıydı, hele de mutlu sonla bitmiyorsa! Her masal “Çirkin Ördek Yavrusu” gibi sevinçler yaratarak huzurlu uykulara dalmamı sağlamıyordu elbette. “Kibritçi Kız”ın hazin öyküsünü dinledikten sonra geceler boyu gözyaşı döktüğümü hatırlıyorum.

Okuduğum ilk kitaplardan biri ünlü Küçük Prensolmalı. Bu kitabı da önce ablam okumuştu bana. Birlikte resimlerine bakar, kimilerinin benzerlerini yapmaya çalışırdık. Okuma yazma öğrendikten sonra kendim de defalarca okumuştumKüçük Prens’i. Bez ciltli, kalın karton kapaklı büyük boy bir kitap. Doğan Kardeş Yayınları’nın 1955 tarihli ikinci baskısı,“Muharririn yaptığı resimlerle”, Ayşe Nurçevirisi -Ayşe Nur’un Azra Erhat olduğunu yıllar sonra öğrenmiştim. Okunmaktan yıpranmış bu baskı hâlâ kitaplığımdadır. Küçük Prens’teki gezegenlerden çok etkilenmiş olmalıyım ki, yıldızlara farklı bir gözle bakmaya başlamıştım. Yaz gecelerinde gökyüzünü seyreder, Samanyolu’nu, Küçük Ayı’yı ya da Büyük Ayı’yı görmeye çalışırken Küçük Prens’in bu yıldız kümelerinden birinde yaşadığını hayal ederdim. “Başka dünyalar”la ilk karşılaşmanın etkileri…

İlk kitabım olmasa da ilkokul yıllarımda elimden düşmeyen ve iz bırakan kitaplardan biri de Boyacının Penguenleri (Richard-FlorenceAtwater). Genelde sessizliğin hüküm sürdüğü, en çok daktilo seslerinin duyulduğu evimizden farklı, gürültüsü patırtısı eksik olmayan bir evde geçtiği için bayılmıştım bu kitaba. On iki sevimli penguene evindeki buzdolabında bakmaya çalışan boyacı Bay Popper’in serüvenleri çok eğlenceliydi. Nasıl olduysa kaybetmiştik bu kitabı.2005 yılında İlknur Özdemir’in güzel çevirisiyle tekrar yayımlandığını duyunca gidip iki tane aldım,birini ablama armağan ettim. Boyacının Penguenleri de Küçük Prens, Jennifer Teyzenin Anahtarlarıya da Küçük Kadınlar gibi aramızda gidip gelen, paylaşamadığımız kitaplardan biriydi.

Etkilendiğimiz, ufuk açtığını düşündüğümüz kitapları yeniden okumak gibi, çocuklukta iz bırakan kitapları okumak da çok hoş bir deneyim. Bu okumalarda kitabın ilk okunduğu dönemin anıları da canlanıyor, geçmişe doğruuzun yolculuklara çıkılıyor. 

3. Bu kitabı keşke ben yazsaydım, dediğiniz bir kitap oldu mu? 

Hayır, olmadı. Hayranlık duyduğum, etkisi sürüp giden pek çok kitap var kuşkusuz ama böyle düşünmedim nedense. Sevdiğim kitapların çok okunmasını istedim, hatta bu kitapları herkes okuyabilsedünyanın farklı bir yer olacağına da inandım kimi zaman. Her birimizin yeteneği, birikimi, aktarım biçimi farklı, belki bu gerçekten yola çıkarak “Keşke ben yazsaydım!” yerine “İyi ki yazılmış!” diye düşündüm daha çok. Yazabilseydim yazmaz mıydım?

4. Çocuklara yönelik kitaplardan en son hangisini okudunuz? Kitapla ilgili düşüncelerinizi kısaca belirtebilir misiniz? 

Son dönemde okuduğum iki kitaptan söz etmek isterim: Abartma Tozu (Şermin Yaşar) ve Karaca Olmak İsteyen Tilki (KirstenBoie, çeviren Mine Kazmaoğlu). Her ikisini de büyük keyif alarak okudum, çevremdekilere önerdim.

Abartma Tozuhem eğlenceli hem de öğretici bir kitap. Tarım alanlarının gitgide azaldığı, geçmişten gelen adının artık hakkını veremeyen Buğdaylı kasabasında geçen hikâyede günün birinde her şey abartılmaya başlanıyor. Sağlıklı beslenmeden ders çalışmaya, spordan temizliğe, günlük yaşamda yer alan her şeyin alabildiğine abartıldığı kasabadaki bu tuhaf değişimi, abartma hastalığını gören ve değişmeyen tek kişi, hikâyenin anlatıcısı olan çocuk. Neyse ki anlatıcının bu durumdan neden etkilenmediği ortaya çıkıyor, çözüm yolu bulunuyor ve her şey eski hâline kavuşuyor! Günümüzün temel sorunlarına göndermelerle, küçük ve eğlenceli kelime oyunlarıyla bir çırpıda ilerleyen, insanı gülümseten, yer yer kahkahalarla güldüren bir kitap.

Karaca Olmak İsteyen Tilki’yi sevgili Sevin Okyay’ın önerisiyle okudum. Bir orman yangınından yola çıkarak, insan türünün doğal yaşamı nasıl tehdit ettiğinihayvanların bakışıyla anlatan, masalsı olmakla birlikte gerçeklere dayanan bir hikâye. Yangında ailesini kaybeden tilki yavrusunun onu sahiplenen, ama kuşkularını “Tilki her zaman tilkidir!” sözüyle açığa vuran karaca ailesiyle çıktığı zorlu yolculuk öylesine yalın, içtenlikli ve yer yer esprili bir dille anlatılıyor ki, acıklı olabilecek bir hikâye sevimliliğiyle yer ediyor bellekte. Barbara Scholz’un resimleri mükemmel, Mine Kazmaoğlu’nun çevirisi de öyle.Kitabın en güzel mesajı ise şu sözlerde bence: “Herkes ne ise o olabilmeli! Hepimiz çok farklı olsak da birbirimizin en iyi arkadaşları olabiliriz.”

edebiyathaber.net (11 Mayıs 2022)

Yorum yapın