
Burcu Yalçınkaya İlhan’ın Ayrıksıları ilk bakışta aklın kelimelerle ilişkisini tartışan bir deneme gibi görünse de aslında bunun çok dışında, çok daha derin bir evrene açılır. Bu metin, aklın kendi karanlığını kurcaladığı, geçmişini, sezgisini, doğumunu ve yok oluşunu iç içe işleyen bir iç yolculuktur. Yalçınkaya İlhan’ın dili hem felsefeye yaslanır, hem mitolojiye; hem psikanalizle konuşur, hem şiirin içinden seslenir. Metin, aklın sınırsızlığını ve kelimenin sınırlılığını aynı anda taşıyan bir kırılma zemini kurar. Kelimeler kavanozdan eksildikçe akıl çoğalır; akıl çoğaldıkça kelime tükenir. Tam da bu paradoks, kitabın omurgasını oluşturan çatışmadır.
Açılış cümlesi, “Yazmak istediklerim arttıkça elimdeki kelimelerim azalıyor,” yalnızca bir yazı sıkıntısı değil, insanın tüm varoluşunun özetidir. Aklın içindeki karmaşanın büyüklüğü ile kelimenin taşıyabildiği yükün küçüklüğü arasındaki uçurumu gösterir. Aklın sonsuz yapısı dilin yapısal sınırlarına çarpar; insan bu çarpmanın bıraktığı acıyla düşünmeye başlar. Bu ilk sancı, metnin içindeki tüm karanlık imgelemin kapısını açar.
Karanlık burada bir yokluk değil, bir başlangıçtır. Aklın kendisini tanıdığı ilk derinliktir. Yazarın “Dunkelheit”, “Darkness”, “Karanlık” gibi kelimeleri farklı dillerde yan yana getirmesi, karanlığı evrensel bir varlık olarak konumlandırır. Karanlık hem aklın doğumudur hem aklın kendi dehşetini fark ettiği uçurumdur. Karanlık olmadan yıldızın ölümü olmaz, yıldızın ölümü olmadan aklın hayranlığı ve korkusu doğmaz. Yalçınkaya İlhan’ın zihni burada bilimsel bir kozmolojiye değil, içsel bir kozmolojiye yaslanır; yıldız patlamaları aklın kendi patlamalarıdır, ışık aklın uyanışıdır, karanlık aklın kendi sınırını sezip ürpermesidir.
Aklın varoluşu bir mitoloji kurma davranışıyla ilerler. İnsan anlamaya çalıştığı şeyi önce bir figüre dönüştürür. Bu nedenle karanlık bir ruh kazanır; zaman bir trene dönüşür; umut görünmeyen ama her şeyi yakan bir ateş olur; delilik yıldız tozları saçan bir kahkaha hâline gelir; kuklacı ise aklın duygulara hükmetme çabasının bir simgesidir. Yazarın en büyük becerisi, soyut kavramları karakter gibi konuşturmasıdır. Her biri aklın içindeki bir parçayı temsil eden bu figürler, adeta zihnin içinde bir tiyatro oynar.
Kuklacı, bu tiyatronun ilk büyük figürüdür. Kambur, sakallı, yaşlı bir bilge ya da bilge kılığına girmiş bir büyücü gibi durur. Kıskançlığı başlatan da odur. İki kemancı kuklasının birbirini kıskanması, yazarın kıskançlığın kökensel doğasını anlattığı alegorik bir sahnedir. Kıskançlık, başkasıyla değil, insanın kendi karanlığının gölgesiyle giriştiği bir mücadeledir aslında. Kuklacının sakalından yayılan büyü, içimizdeki gölgelerin görünmez etkisini temsil eder. Yazar burada insan ruhunun en eski, en ilkel mekaniğini açar: Her kıskançlık, insanın kendi ışığını göremeyip başkasının ışığına hapsolmasıdır. Kemancıların birbirinin ezgisine tahammül edememesi, bu nedenle büyük bir iç savaşın minyatürü gibi durur.
İki yüzlü bulut ise aklın parçalanmış benlik deneyimini temsil eder. Hızla döner ama her dönüşte aynı yüzü gösterir. Bu, insanın kendisini gösterirken sabit bir yüz takması, fakat içte sürekli dönüşen, değişen bir ruhu taşımasıdır. Kimliğin kaypaklığı, yüzün sabitliği, benliğin parçalanmışlığı burada çok güçlü bir imgeye dönüşür.
Tam bu figürlerin arasında ortaya çıkan “soylu deli”, metnin en çarpıcı, en şiirsel karakterlerinden biridir. Yıldız tozları saçan, kahkahasıyla ezgileri boğan, zaman zaman kurtarıcı zaman zaman yıkıcı olan bu figür, aklın yaratıcı kaosunun simgesidir. Her parlaklığın ardında hem ışık hem yanma ihtimali olduğu gibi, âşık olmanın ardında hem mutluluk hem yıkım olduğu gibi… Deli figürü tam da bu yerden konuşur: Düzenle akıl arasında kurulan tüm yapıyı bir kahkaha ile altüst edebilen yaratıcı güç. İlhan’ın bu figürü, Jung’un “gölge” kavramına da, Nietzsche’nin yaratıcı delisine de yakın durur.
Sonra zaman sahneye girer: rayları karanlığın her tarafına uzanan, vagonları içinden farklı yüzler geçen, bir kez bakıldığında bir daha görülmeyen devasa bir tren. Bu tren, zamanın geri dönüşsüzlüğünün muazzam bir şiirsel anlatımıdır. İnsan bir yüze ikinci kez bakamaz. Bir an bir daha gelmez. Bir vagona tekrar ulaşamazsın; çünkü o vagondaki yüz senin o andaki ruhundur ve o ruh bir daha geri dönmez. Zamanın bu tek yönlü akışı, aklın hem en büyük düşmanı hem de en büyük öğretmenidir. Her yüz kaybolurken insanın içi sızlar; işte bu sızı metnin tonuna yerleşir.
Aklın içindeki bu sahneler ilerledikçe görünmeyen ama etkisi en büyük güç ortaya çıkar: Umut. Umut, bir figür olarak görünmez; ama onun yokluğu bir yangına dönüşür. Yeşil gözlü kuklanın içini yakan şey, umudun geri çekilişidir. Umut bir varlık değil, bir boşluk gibi durur; geldiğinde aydınlatır, gittiğinde yakar. İnsan ruhunun en kırılgan yerinde durur ve varlığıyla yokluğu aynı ölçüde ağırdır. Bu bölüm, kitabın psikolojik derinliğini çok artırır; umut artık iyileştirici değil, insanı karanlığa atan bir güç hâline gelir.
Metnin orta bölümlerinden sonra akıl bir uykuya düşer. Bu uyku, hem düşüş hem yeniden doğuştur. Derin uyku, aklın kendi kendisini taşıyamadığı noktada kendini sıfırlamasıdır. Yazar burada bilinçdışının karanlık sularını imler. Uyanış ise hafızasız bir yeniden doğuştur. Aklın eski güçleri, eski karanlıkları, yıldız patlamaları, kuklacılar, delilikler artık başka bir evrendedir. Aklın yeni hali bunları hatırlamaz ama etkilerini taşır. Böylece akıl kendi döngüsüne yeniden, başka bir yerden başlar.
Bu noktadan sonra metin, insan dünyasına daha somut biçimde yaklaşır. Pelerinli ve taçlı iki kızın kıskançlık sahnesi, insan ilişkilerinin merkezindeki görünmez yaraları gösterir. Pelerinin parıltısı ile tacın bulutsuluğu arasında süren savaş, insanların birbirinin sahip olduğuna duyduğu görünmez öfkeyi, eksik hissettiği yeri, değer görme arzusunu, onay ihtiyacını anlatır. Yazar, tüm bu duyguları yıldız tozu, bulut, fırtına ve buzla taşır; çünkü insani çatışmaların kökü çoğu zaman kozmiktir: Bir insan diğerinin ışığını kıskandığında aslında kendi karanlığından korkar.
Bu bölümde metnin dili daha coşkulu, daha hızlı, daha ritmik hâle gelir. Aklın içindeki ruhlar artık birbirine karışır; yapraklar yanar, ışık donar, sular çöker, bulutlar birbirine karışır. Her şey bir dönüşümün içinde aklın parçalanmışlığını temsil eder. Yazar burada dilsel olarak da bir dönüşüm yaratır; tekrarlar, iç içe geçen imgeler, ritmin yükselip alçalması, kelimelerin birbirine çarpması bir zihinsel krize dönüşür. Zihnin dağılması, metnin dağılmasıyla paralel ilerler.
En sonunda, tüm bu karanlık, ışık, kıskançlık, delilik, umut, zaman ve dönüşüm döngüsü aklın kendisiyle yüzleştiği bir noktaya bağlanır: Akıl her şeyi yeniden yaşamak üzere lanetlenmiştir. Her duygu yeniymiş gibi gelir; her kıskançlık, her aşk, her düşüş, her umut tekrar tekrar yaşanır. İşte bu tekrar hâli insanın en büyük trajedisidir. Metin buraya kadar kurduğu kozmik oyun alanını insana doğru kapatır ve en acı gerçeği fısıldar: İnsan, kendi aklının döngüsüne mahkûmdur.
Ayrıksılar tam da bu mahkûmiyetin kitabıdır. Aklın en karanlık yerini, kelimenin en ağır hâlini, insanın en kırılgan anını anlatır. Yazarın dili hem şiirsel hem derin, hem bilinç hem bilinçdışı, hem ışık hem karanlık arasında gidip gelir. Burcu Yalçınkaya İlhan bu metinde yalnızca aklı anlatmaz; aklın içinde yaşayan tüm gölgeleri, tüm ışıkları, tüm korkuları, tüm ihtimalleri görünür kılar.
Bu kitap, aklın karanlığını anlamaya çalışan herkes için bir sızıdır. Aklın korkusu kadar cesareti, umudu kadar yangını, yıldızı kadar karanlığı vardır. Ayrıksılar bu karşıtlıkların iç içeliğinden doğan güçlü bir anlatıdır. Yıldızın ölümü nasıl bir ışık patlamasıysa, insanın kendi iç sesini duyması da öyle büyük bir patlamadır. Ve bu patlamanın içinden çıkan tek şey kelimedir.
Kavanozdan alınan son kelimenin ağırlığı okurun elinde kalır.



















