Albaya mektup yazan kimse yok mu? | Erdinç Akkoyunlu

Mayıs 29, 2019

Albaya mektup yazan kimse yok mu? | Erdinç Akkoyunlu

Edebiyatın er meydanı, bir yazarın nitelikli olup olmadığının açık seçik tek kriteri öyküdür. Ve bir öykü yüklerinden ne derece kurtulmuşsa; dil oyunları, kurgu geçişleri, çarpıcı konu telaşı geride kalmışsa, bunlar başarılıp metinle okur baş başa bırakılabilmişse, o vakit yazar gerçekten yazardır.

Bugünden geçmişe bakınca, Gabriel Garcia Marquez’in bu tür bir sınanmaya ihtiyacı yok görünüyor. Gerçekte ise, 1961 yılında henüz ne ünlü ne de para kazanabilen bir yazarken, daha doğrusu Kolombiya’da gök gürültüsüne benzer sesler çıkaran daktilosuyla haber yazan bir gazeteciyken, edebiyat kanonuna kendini ispat için yazdığı ikinci metin bir uzun öykü olan Albaya Mektup Yok’tu. Bu öyküde ülkenin iç savaşı esnasında Yüzyıllık Yalnızlık’ın kahramanı Albay Aureliano Buendia ile beraber çarpışan Albay’ın 15 yıldır sürüp giden emeklilik aylığının bağlanabilmesi hikayesini çok yalın anlattı. Keşke her şey bu kadar basit olsaydı.

Bitmeyen bekleyiş

İnsan yapısı gereği, basit olan şeylerin derinliği olmadığını düşünür. Böylece yanılgının ilk adımını sorgusuz sualsiz atmış olur. Süssüz, gösterişsiz, sıradanlığı ve sadeliği benimsemiş insanların çağ fark etmeksizin sürüp giden dünyanın en uzun gösteriş festivalinde yok sayılmasının sebebi de bu bence. İş insan doğasından çıkıp da, insan elinden çıkma edebiyata geldiğinde de durum değişmiyor. Marquez’in sekizer-onar kelimelik cümlelerinden oluşan ve adına sadeliğin ihtişamı denilen üslubuyla yarattığı Albaya Mektup Yok, birçok okur tarafından ‘Bir seferde oturup okudum’ türünden bir övgü ve anlayışsızlıkla karşılandı. Kitapların içindeki güzel sözleri hap haline getiren internet sitelerinden kopyalanarak, sosyal medya paylaşımlarında kullanıldı. Hatta şimşek fırtınasının yaşandığı gece yarılarında kendinle hesaplaşırken kendini etkilemek için söylenen ve başkasından duyulmuşçasına garipsenen sözler arasında yer aldı. Yine de bugüne kadar hak ettiği değeri yine bizzat Gabriel Garcia Marquez’in yeteneği nedeniyle almadı alamadı. Bu beklemeye yazgılı Albay, edebiyat sahnesine çıktığı 58 yıldır hala hakkının kendisine verilmesini bekliyorken, gel de kozmik şakalara gülme…

Marquez edebiyatı yerel anlatıların: eski cinayetlerin efsaneleşmiş ve başkalaştırılmış ikincil, üçüncül kuşak mitlerinin, yöre halkının batıl inançlarının hayal gücünün üstüne eklenmiş umursamazlık sosunun ve gerçeği değiştirip bükmenin ırmaklarıyla beslenen bir göl gibidir. Bu gerçeküstü gölde her türlü canlının yapış yapış bir sıcakta yaşadığını hayal etmek, Gabo’ya saygısızlık etmek olmaz. Büyük Öğretici Yazar’ların en büyülü gerçekçisi Marquez, kendi ailesinin ve Kolombiya’nın tarihini Yüzyıllık Yalnızlık adıyla anlatmadan önce, hikayenin geçtiği Macondo’nun maketini Albaya Mektup Yok’ta kurar: Oturduğu sandalyeden taşan vücudu, iki metreyi aşkın boyu ve dudaklarının arasından sadece köpek dişleri görünen iri yarı zenci avukat. Boynuna doladığı yılanla her türlü hastalığı iyileştirebildiğini öne süren ilaçlar satan şarlatan. Tıbbın değil de yüreklendirici sözlerin mucizesine inan doktor. Devrimcilerin mallarına yok pahasına çökerek yarım yüz yılı geçmiş bu başkaldırının hesabını soran tefeci. Dükkanında her türlü malın alınıp satılabildiği ve Arapçayı unutan, Osmanlı’dan geldikleri için aslı Suriyeli olan Türk tüccar. Katil devlet askeri. Ve erkeğe kendi istediğini sanki onun fikriymiş gibi kabul ettirip yaptırma gücüne sahip kadın bu öyküde karşımıza çıkar.

Yüzyıllık Yalnızlık

Peki böyle sayıp dökmek, uzun öykü Albaya Mektup Yok’u, roman Yüzyıllık Yalnızlık’ın bakış açısıyla değerlendirmek anlamına gelmez mi? Marquez, 1967’de Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmamış ve Albaya Mektup Yok’un iklimini kullanmamış olsaydı, elbette uzun öyküye haksızlık etmiş olurduk. Ama Marquez, 20’inci yüz yılın en iyi romanı olarak nitelendirilen Yüzyıllık Yalnızlık’ın taslağını Albaya Mektup Yok’ta kaleme aldığı için bunu dile getiriyorum. Hayır. Bu ifade yüksek oranda haksızlık içerir: Albaya Mektup Yok, horoz dövüşü sırasında çocukları rejim askeri tarafından infaz edildiği için yetmişli yaşlarının ortasında büyük bir yoksulluğa düşen ve 15 yıldır gelmeyen emekli asker maaşını bekleyen Albay ile karısının öyküsüdür. Albay’ın sabah kahvesi için teneke kutunun pasını bıçakla kazıyarak kahve ile karıştırıp astım hastası karısına içirdiği ve kendisinin de kahve içtiği yalanını söyleyerek başladığı hikaye, Yüzyıllık Yalnızlık’tan kesin biçimde ayrılır. Hikayede büyülü gerçekçilik yerine sadeliğin ihtişamını yeğleyen Marquez, basit hikaye anlatabilmenin ne tür bir edebi yiğitlik gerektirdiğini bildiği için dünya edebiyat tarihinin üslupsal ve hacim olarak en mütevazı öyküsünü kaleme aldı. Henüz birkaç önce katledilmiş oğullarından miras dövüş horozunu besleyebilecek birkaç adet mısırları bile bulunmayan Albay ile karısı, evde zaten yok denecek kadar az olan eşyaları satıp bir müddet daha yoksulluğa direnirken hikaye ilerledikçe her hafta cuma günü kasabanın rıhtımına yanaşan posta gemisinden kendisine emeklilik maaşı bağlandığını anlatan mektup beklenir. Albay’ın bu bekleyişinden haberdar kasabanın genç ahalisi de, devrimci yoldaşlarının devlet tarafından katledilmesine tepki olarak arkadaşlarının yadigar yoksul ailesine bakmak yerine dövüş horozunun bakımını üstlenmeye söz verir. Ama ne bu sözü yerine getirmezler. Onun yerine horozun dövüşte rakiplerini yenerek, bir bakıma kendilerinin de bir gün rakipleri olan devletin o anki sahiplerini yenebileceklerine dair inançlarını diri tutmaya çalışmak, daha çok işlerine gelir.

Adem ve Havva gibi

Albaya Mektup Yok, Marquez’in kısa ama bir o kadar da derin öyküsü olarak Kolombiya siyasetine yapılmış en önemli göndermeleri barındırıyor. Ülkenin bağımsızlığında savaşmış fakat çağlar ve hükümetler değişince bir kenara atılıp unutulmuş eski bir askerin yaşam mücadelesi için 76 sayfalık maaş bekleme hikayesi, Tolstoy’un 1.225 sayfalık Savaş ve Barış’ı kadar büyük ve derindir. Albay’ın horozu görmek için gelen çocuklara söylediği ‘Bu kadar bakarsanız, horoz eskir’ sözü ile bir diyalogda eşine söylediği ‘Hayat bugüne kadar icat edilmiş en iyi şey’ ifadesi gibi metindeki pek çok söz metni derinleştiren ve büyülü olma amacı taşımayan edebi çabayı büyülü yapan unsurlar arasında yer alıyor. Öte yandan Albay’ın oğullarının mirası yani oğullarının yerine koydukları horozu yaşayabilme mücadelesi karşısında satmaya çalışmak gibi gelgitleri ve uğraşları Marquez’in hayatın her anda ve şartta devam etmeye mecbur olduğuna ilişkin mecburiyeti dile getirmesinin bir ifadesi. Onun dışında Albay’ın ve astım hastası karısının yoksullukla mücadeleleri, rejimin sokağa çıkma başta olmak üzere sansür gibi birçok yasağı altında ezilen kasaba halkının hayatları ve sıcakla beraber daha da artan vurdumduymazlıkları da öykünün iklimini oluşturuyor.

Albaya Mektup Yok için ister sonradan yazacağı Yüzyıllık Yalnızlık için bir deneme, isterse dünya edebiyatının en derin ve güçlü uzun öyküsü denilsin. Siyasi unsurları, sadelik üslubu ve öykü kurma gücü anlatılsın, hiçbir Albay’ın eşi ile yaşadığı çatışmayı anlattığını dile getirmekten daha önemli değil. Burada Marquez, Adem ile Havva’dan beri kadınlar ile erkekler arasındaki haklı haksız çatışmayı anlatır. Evde yiyecek yemek olmadığı için komşulardan çekinen Albay’ın eşinin tencereye taş koyup kaynatmasından, bir dönem hiç para harcamamalarına rağmen bir büyücü gibi otlardan ve kimi başka yollardan yemek yapabilen kadının çabası öykünün en derin yerini oluşturur. Albay’ın emekli olacağına dair taşıdığı ve 15 yıldır gelmeyen hiçbir mektubun yıkamadığı inancını önce avukatını değiştirtip, ardından da esnaftan borç alarak yemek yapıp kıran eşinin değişimi öykünün yazar adaylarınca çokça ilgilenilmesi gereken bölümlerini oluşturuyor. Kadının yaşadığı değişimin oğlunu kaybetme acısının üzerine hem astım hastalığı hem de düştükleri büyük yoksullukla beraber nasıl adım adım yaşandığını anlamak, nitelikli edebiyatı anlamak anlamına gelir. Zaten öykünün sonunun da Albay’ın eşine horozun dövüşü kaybetmesi ve ellerine geçme ihtimali olan yüzde 20’lik bahis payının kaybolması ihtimali karşısında verdiği ‘Elinin körünü’ cevabı  beni gör diye bağırıyor.

Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (29 Mayıs 2019)

Yorum yapın