‘Ad’dan anlamı fısıldama çabası: Taş ve Gölge | Zeynep Tandoğan

Nisan 29, 2021

‘Ad’dan anlamı fısıldama çabası: Taş ve Gölge | Zeynep Tandoğan

İstanbul’da yaşıyor ya da yaşamışsanız, mutlaka yolunuz bir mezarlığa düşmüştür. Gençliğiniz ya da öğrenciliğiniz İstanbul’da geçmiş ise; illa ki Pierre Loti’ye gitmek için Eyüp’te yamaca kurulu mezarlığın içindeki servi ağaçları ve kitabeli mezarlarla gölgelenen incecik yoldan yukarı doğru tırmanmışsınızdır… Ölüler diyarından, Hades’in ülkesinden geçerek, kahvehaneye çevrilmiş kulübemsi ahşap evin bahçesinde sarı yaldızlı bardaklarda çay içmiş, düş mü gerçek mi diye tam emin olamadığınız bir zaman dilimine bakmışsınızdır. Burhan Sönmez’in “Taş ve Gölge” romanını böyle bir duygulanım içinde okudum. Gerçek ne kadar acıttıysa, düş de o kadar büyüledi. Düş, zaten hep büyülemez mi?

Yazar, roman kahramanının kim olacağına, nasıl davranacağına nasıl karar verir, bilmiyorum! Mesela, Avdo’nun sebepsiz yere gülmelerini, en olmadık zamanlarda bile kendini tutamayıp gülmelere devam etmesini, yazar kendi açısından açıklasa da, biz okurlar için o hâlâ, bir bilinmezlik ummanıdır, diye düşünüyorum. “Herkes neden güldüğümü merak etsin, ben de merak edeyim. (s.160)”

İmgenin peşinde, düşün yolunda…

Merkez Efendi Mezarlığı’nın dibindeki harap kulübeyi onarıp, köpeği Toteve ile buraya yerleşen mezar taşı yontucusu Avdo, “İnsan doğduğu yeri seçemez, öleceği yeri seçebilir (s.12)” düşüncesiyle, mezarlıktaki erguvan ağacının dibine, sevip yitirdiği Elif’in mezarının yanına, kendisi için bir mezar taşı diker. Tabutunda, ‘yedi ad yazılı ölü’nün (Ali, Haydar, İsa, Musa, Muhammet, Yunus, Adem) defninde, Avdo’ya mezar taşının onun tarafından yapılması isteğinin yer aldığı mektup ve günlüğün vasiyet edildiği çanta verilir. Roman, bu iki ana karakterin mistik öğelerle başlayıp gerçeğin keskinliğine değmekten çekinmeyen arayışlarının, yitirişlerinin, ölümlerinin hikâyesidir. Avdo, yitirdiği, anımsamadığı “anne”  imgesi peşinde sürüklenirken, yaşamak için hissi bir neden arayışında, Elif’in suretini kendine harf misali başlangıç kılar. Yedi adlı adam, bilinç yitiminden dolayı adını, kendini hatırlamanın peşinde durmaksızın dolaşıp, bilmediği aidiyetin, yerinin-yurdunun izini sürerken, olmak istemediği birine dönüşmenin korkusuyla (on emirden “öldürmeyeceksin” emrine uyarak) savaşan topraklardan kaçarak mülteciye dönüşen hayatında savaşsız toprak bulma ihtimaline tutunur.

İki gölge

Avdo, adı olandı: Çocukluğunu, mezarlıktaki servi ağaçları kadar canlı hatırlayandı. Çocukluğunun şarkılarını, seslerini duyan ve ezgileyendi. Öksüzlüğünü perdeleyen uykularının rüyasını anlatandı. Rüyayı kendine gerçek kılandı. Elif’in adını kalbine kazıyan, sevdasına gölgelenendi. Yedi adlı adama, nasıl bir mezar taşı yapacağını bulduğu gün, kendini onda tanımlayandı: “Küçüklüğümde sana benzediğimi fark etmemiştim. Josef Usta senin kendini bir gölgeden ibaret saydığını söylemişti bana. Ben de bir gölgeymişim, bunu yaşım ilerledikten sonra anladım. Kalpten ibaret, acının ve özlemin girdabına kapılmış bir gölgeyim işte. (s.144)”

Yedi adlı adam, adını unutandı: Belleğini yitirendi. Yaralı ve baygın bulunduğunda adı Haydar’dı. Bir tanış karşısında Ali’ydi. Mezopotamya’da “çocukluğunu hatırlamayan kendisini bilemez” diye fısıldanadı. Asteğmen Adem Giritli’den devraldığı günlükteki Miskal Hanıma adının ağırlığınca bağlanandı. Gerçeğini bilemediğinden yürüyen, her coğrafyada kimlik değiştirendi. Her sığınakta yeni bir ad edinendi. Tabutunun üstüne adları yazılandı. Mezarlığı, hikâyenin mekânı kılarak, teslimiyeti, bilinemeyeni, sessizlikteki sesi, büyüyü ve bizden öncesinin varlığını, karmaşasını çözmeye çalışmış Burhan Sönmez.

Avdo’nun,  sevdiğinin kabrinin kıyısında, kendi ölümünü sabırla beklediği bu yer,  kentin orta yerindeki serviler, ladinler, çamlarla çevrili, sesi hapsetmiş kitabelerle dolu, ölülerin vatanını, dirilerden bahçeleyerek ayıran, büyülü sonsuzluğu simgeleyen bu mezarlık; Şef Kobra’nın adımlarıyla, sessizliğe vurulan yumrukla, sezgileri kuvvetli Toteve’ye sıkılan kurşunla, sonsuzluğun akışındaki pınarın dibine kan pıhtısından oluşan göletle şiddetin anavatanına dönüşür… Yazar maharetle, bize, sıradan insanın attığı adımlarla, tarihin, Marc Bloch usulü söylersek, total tarihin nasıl oluştuğunu ve nasıl okunması gerektiğini de fısıldıyor.

Yazar, zamanı kronolojik vermekten özellikle kaçınıyor. Zamanı, bir tür karakter, kanlı-canlı,   inişli-çıkışlı dinamik bir ruh hali içinde sunuyor bizlere. Önceyi sonraya eklemleyerek, farklı dönemleri birbirinde işaretleyerek, çoğu zaman kafa karışıklığını simgeleyen geçişlerle, hep ölüme… hep ölüme vararak, döngüsel zamanda ölümden yaşamı çıkarma gayreti içinde ilerliyor inatla. Olayları nedenselliğe bağlamaktan çok, bir gayya kuyusuna dönüşen yeryüzünün karmaşasıyla açıklamaya girişiyor. Yer adlarının, kültür-toplum geçişleriyle/değişimleriyle nasıl değiştiğini; çok dilli,  çok tarihli bir gösterimle daha iyi kavrayabiliyoruz. Romandaki köyün, Türkçede Konak Görmez Köyü, Bizanslılarda Konakormas, Kürtçede ise Şexan olarak adlandırılması gibi…

Anlatıcının kâhin misali sonrayı işaret etmesi, okunan hikâyede merakı azaltmamasının nedeni, sanırım insanlığın mite, kadim olana, sonu belirlenmiş olana yani hikâyeye düşkünlüğünden. En nihayetinde elimizdeki kitap, yazar tarafından tamamlanmış olandır; okurlar olarak biz tamamlanmış olana baştan başlayanız.

Kelimenin güzelliği

Avdo ile İsa (yedi adlı adam) Mezopotamya Ovasındaki Mardin topraklarında ilk karşılaştıklarında Avdo, dünyanın en güzel kelimesi diyerek, “Anne”yi Türkçe, Kürtçe, Süryanice, Arapça, Ermenice, Rumca yineler: “Anne, daye, emo, umm, mayrig, mama.”  Kelimenin güzelliğini, çağrıştırdığı duygudan aldığını fısıldar. Bu duygunun yolculuğunda olduğunu ilerleyen sayfalarda görürüz. İsa, Radyo’da İkinci Dünya Savaşı’nın tüm Avrupa’ya hızla yayıldığı haberini duyduğunda, yaşadığı coğrafyadan uzak bile olsa, bulunduğu yerden daha uzağa gitmesi gerektiğini düşünür ve Kudüs’e doğru yola çıkar. İsa, kaçışını, kansız toprak arayışında sürekli yineler.

İsa, savaşın tarifini Avdo’ya şöyle yapar: “(…) şimdi sokağın başından birileri gelip bu kalabalığa ateş açsa, yetmez, devam edip aşağı gitse diğer sokaktakileri de öldürse, o da yetmez, bütün şehri öldürse ve ölülerin evlerine girip altınlarını (…) alsa ve bundan da mutluluk duysa, savaş öyle bir şey. (s.65)” Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok romanındaki savaşın korkunçluğunun, saçmalığının ve nedensizliğinin anlatımından sonra, bu paragrafın da, bu bahiste unutulmazlık sayfalarında yerini alması gerektiğini düşündüm…

“Kıblem sensin yüzüm sana dönerim”/ Pîr Sultan Abdal

Sabır, tutku ve hayal gücü gerektiren taş yontuculuğunun hünerini ve zorluğunu içeren sayfalarda, gerekli malzemeleri şakul, divit ve keski diye sıralarken, “külünk”ün adını efsanedeki dağ delen Ferhat’ın “balyoz”undan aldığını söyler. Teknik yetersiz olsa da, sevdalanmanın ve bağlanmanın fısıldanmasıdır yine de bu. Romandaki tüm fısıltı aşkadır. “Ruhumun sahibi sensin, Senin Adem’in olmak dışındaki hiçbir geçmişi kabul etmiyorum. Hatırlamak, seni hatırlamaksa anlamlı. Başka hatırlama istemiyorum. Sensiz ben her kim isem, o ben bana yabancıdır. Şu anki halimle kalayım daha iyi, senin hayatının parçası olma hayali de yeter bana. Böyle bir ömür geçirebilirim. Her gece seni düşünür ve yüzünü rüyada görme ümidiyle uykuya dalarım.(s.294)” Miskal Hanım’a yazılan bu mektup çok güzel bir aşk mektubu olduğu kadar aşk-din akrabalığını da fısıldamıyor mu?

Merkez Efendi Mezarlığında 1984 yılıyla başlayan roman, Haymana Ovası 1958, Mezopotamya  Ovası 1939 gibi farklı mekân ve zaman parçalarının anlatımlarının yanı sıra, dört yüz yetmiş bir yıl önceye de gidebildiği gibi, dün, bugün, öğleden sonra, bugün sabah olarak da bölümlenerek anlatılıyor… Avdo’nun ezgilediği şarkıda. Zamanın âdete iç içe dans edişini anımsayalım: “Heba etme bir günümü ey canan/ Bir gün bir ömürlük uzundur/ Dara atma fer ömrümü ey canan/ Bir ömür bir günlük uzundur. (s.9)”

Gavsano

Ömrü boyunca ekmek peşinde,  huzur arayışında, barış umudunda, aşk uğrunda, can derdinde dönenip duran insan, yazarın dediği gibi, doğduğu yeri seçemediği için, asıl olarak öleceği yeri mi seçmek istiyordu? Dikran Usta kitapta, hepimizin “gavsano” (Süryanice mülteci) doğduğunu, ancak ölünce yuvamızı bulduğumuzu söylüyor. Acaba yazgımız sadece bunu aramaya mı imkânlı? İnsanız, bir ağaç gibi doğduğumuz yere kök salmamız şart değilse de, öldüğümüzde gövdemizi toprağa verip, gölgemizi azat edebiliriz en azından…  kim bilir…

Modern Çağ’da mülteci hayatlarımızın yersiz yurtsuzluğunda, mekân yitiminden ayrı, zaman fakiriyiz de;  bunun bir adı var mı, henüz bilemiyorum. Kitapta anlatılan Sûfî Şeyhi Merkez Efendi’nin, içine biriken can sıkıntısından kurtulup arınmak için çilehaneye kendini kapatması… karanlıktan ve sessizlikten ibaret kırk gün geçirebilme, bir tür zamanzenginliği’ni yaşama arzusuyla; bizim hep acelecilikler, dakikalar ve saniyeler içinde yiten o zamanfakiri ömrümüzün acze düşüşü arasındaki zıtlık… Avdo, “Şimdi tümüyle unutulan o eski dünyanın zamanı sayılarla, kaygılarla ve arınmalarla geçerdi. Hayat bunlarla ölçülürdü. (s.141)” der. Yoksa o eski zamanlardan bize sadece kaygılar mı kaldı?

Son yüzyılın acı tarihi

Roman, Cumhuriyet’in 60’lı yıllarında, eskiden çocuklara İsmet adı verilirken Adnan adı verilmesine, Cumhuriyet’in kurucu partisinden, Menderes’in partisine geçişi yine ad değişimi üzerinden ve adın simgeselliğini belirterek, dönemin siyasal yapısını aktarıyor. Bir diğer dönem bilgisindeyse,  Cumhuriyet’in 1920’li ilk yıllarında, tarih boyunca birçok medeniyete kucak açmış Ankara’nın ilk şehir planı için Almanya’dan gelen mimar Carl Christoph Lörcher, modern bir şehir yaratma gayretiyle yollar, meydanlar tasarlarken, at ahırı olarak kullanılan binanın da cezaevine dönüştürür. Cumhuriyet’in hızlı adım devrimlerine karşı çıkanlar burada cezalandırılır, idam sehpası gerektiğinde ibret için Ankara’nın orta yerine kurulur. Yazar vuruculuk sağlama adına, idam edilen belli kişilerin adlarını da anar ve bunu romanın iç bağı haline getirir: “Şapka kanununa karşı pek çok ilde isyan çıkması değişimin önemini gösteriyordu. Erzurum ilinde on üç kişi, Rize’de sekiz kişi, Maraş’ta beş kişi idam edilirken, Ankara’da Atıf Hoca kalabalığın önünde asıldı. (s.157)” Kitapta, Adnan Menderes’in idamını onaylayanlardan Albay Talat Aydemir’in beş yıl sonra infazına karar verilmesine, yeni doğan kız ve erkek çocuklara adı verilen Deniz’in, Deniz Gezmiş’in henüz yirmi beş yaşındayken Ankara’da idam edilmesine, 1984’de Cumhuriyet’in son idamı Hıdır Aslan’ın infazına da yer verilmiş. Bu topraklarda idamlar ve katliamlar ne yazık ki rövanşlar halinde devam edegelmiştir…

Kayıp uygarlıklar

Yazar, bu kıyım tarihimize, 1 Mayıs kutlamalarında öğrencilerin, “İdam insanlık suçudur” yazılı çiçek desenli pankartları dolayısıyla tutuklanmasını, cehennem tezahürlü Diyarbakır Cezaevini, Dersim Harekâtını (katliamını) ve sonrasında hep karşı karşıya bırakılan asker ile köylünün çıkışsızlığını, tarih ve mekân belirtimleriyle veriyor. Yazar, Pîr Sultan Abdal’ın dört yüz yıl önce Sivas toprağında asılmasından 1993 yılına atlayarak Sivas Katliamına, Osmanlı’nın Alevi Kabileleri imha siyasetinden, Suriye çölüne sürülen Ermeni’lere, asırlardır o topraklarda yaşayan Bulgaristan’dan gönderilen Türklerden Kudüs çekişmesine değin tarihin izini sürüyor.

Burhan Sönmez, bunca savaş, sürgün ve katliam görmüş coğrafyanın aynı zamanda nice kadim uygarlıkların da doğuş yeri olduğu bilgisini ekliyor. Asteğmen Adem Giritli aracılığıyla sorduğu soruyu, tekrar tekrar sorulsun diye buraya aynen aktarıyorum: “(…) Mezopotamya Ovası boyunca yayılan ve Pers Körfezi’nden Akdeniz’e kadar uzanan topraklar tarıma, yazıya ve tekerleğe analık etmişti. Burada Gılgamış Destanı yazılırken Greklerin atası Homeros daha doğmamıştı. Su kanalları, ticaret yolları ve dünyanın yedi değil on yedi harikasını inşa ediyorlardı. Adları Sümer’di, Babil’di, Asur’du ve nasıl olduysa aradan geçen çağlarla onların yerini bu topraklardaki çıplak, cahil, yoksul insanlar aldı. (…) Tarihi yaratanlar nereye gitmişti, onların yerinde şimdi derme çatma kerpiç evlerde yaşayan bu insanlar kimdi? (s.260)”

Bağlar

İnsanları birbirine bağlayanın kan bağı değil sevgi bağı olduğunu birçok yerde dile getiren yazar, birbirine yardım için uzanan elleri saf sevgiye duyulan özlemle açıklıyor; ‘bilmenin başka, hissetmenin başka’ olduğunu bize hatırlatma çabasıyla hissiyatı, sevgiyi, kurucu ve iyileştirici güç olarak ifade ediyor. Reyhan, Avdo’nun gözlerine bakıp, “sevgi denen cevherin insan bedeninde çoğalıp başka bedenlere aktarıldığına dair bir bakış. Çağlardır kuşaktan kuşağa geçen bu bakış onlara yalnızca yeni bir gelecek vermiyor, yeni bir geçmişin kapısını da aralıyordu. Birbirlerine inanacaklardı. O geçmişte birbirlerini bulacak, ölüp gitmiş tanıdıklarına yeni bir gözle bakacak, kalpten kalbe aktarılan bir özlemin izini sürerek yaşayacaklardı (s.142)” dediğinde, hayatlarının düşünü de görmüş olmuyor mu?

Bir ‘sorun’dan ovadaki ‘kuş’a…

Romanda sorunlu gördüğüm bölümün, Reyhan’ın tecavüz gebeliğinin masumlaştırılması olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bebeğe Baki adı verilmesiyle ebedi sonsuzluk simgelenerek başlangıç ve tohuma değil, bize kalanla ne yaptığımız ve sonranın sonsuzluğu vurgulanıyor. Tecavüzcü aynı zamanda Toteve’nin de katili Şef Kobra’nın yalvarıp af dilemesi, kitapta anlatılan Yargıç Pavlus’un Havari Havlus’a dönüşmesi misali bir dilek midir? Sanırım sevgi ve hoşgörünün dönüştürme gücüne herkesi dahil etmek istiyor yazar!… Avdo’nun eylemsizliği, kötülükten uzak durma çabasını içeren yaşamında, dişe diş değil,  haksızlığa karşı bireysel arınma ve sevgiyle aşka sığınma düşüncesi hâkim. Avdo, kötülüğü tarifinde, “kötüler her yandaydı ve kalabalıktı. Onlar dağın taşıyla, ovanın kuşunu vururlardı. Dağ taş onların değil, ova kuş onların değil,  yine de her şeye göz koyarlardı. Yüz yıldır, bin yıldır aynıydılar. Kötü kalpli ve kurnazdılar. (s.270)” der. Yıl, gün, asır, bin asır eşliğinde gezinilen sayfalarda “kötü” sıfatını bin türlü kılıkta görmek mümkün.

Acı çeken gölgelere…

Avdo, ölülerin tehlikesiz bedenlerinin içinde dinlendiği kitabeli mezarlara, tamamlanmış olana, adeta cennet bahçesi misali aktardığı o mezarlığa sığınır… Kendini ölülerin mekânına yerleştirerek, diriler dünyasıyla başa çıkamayacağını da fısıldar. Mezarlıkta öten baykuş sesini,  “hem hayatın geçiciliğini hatırlatıyor -ne acı- hem de ölümün sonsuzluğunu gösteriyordu -ne muhteşem-. (s270)”  diyerek, hem yazgısının kabulünü hem de sonsuzluğun özlemini anlatır. Kendi mezar taşını yazısız, saydam beyaz mermerden bir taş olarak dikerek, Elif’in gölgesine sonsuza dek sığınmak ister. 

‘Yedi adlı Adam’ ve ‘Avdo’ gibi kendini bir gölgeden ibaret sayan, gövde yerine sadece bir kalp taşıdığını düşünen ve bu yüzden acı çeken ‘gölgeler’e iyi gelecek bir roman yazmış Burhan Sönmez.

Kaynak: Taş ve Gölge, Burhan Sönmez, İletişim Yayınları, 1.Baskı 2021, İstanbul

Zeynep Tandoğan – edebiyathaber.net (29 Nisan 2021)

Yorum yapın